DİYANET eKİTAP

Ahlak Dersleri - eKitap

“Ahlâk Dersleri”nin hîn-i takrîr ve tahrîrinde müracaat edilen âsâr da ayrıca gösterilmiştir. Ümid ederiz ki, “Dinî Dersler (Müslümana Büyük ilmihâl)” gibi “Ahlâk Dersleri” de gençliğin efkârı üzerinde matlûp te’sîri yapacaktır. Her halde tevfik ve hidayet yalnız Cenâb-ı Allah’tandır.

Abone Ol

İnsan ne garip bir hilkate maliktir? Onun hasaisini tetkik edenler için ukuli, idrak mahiyetinde hayran bırakacak harikalar görmemek efkâra dehşet veren birtakım halâta şahit olmamak kabil değildir.

Taharri-i hakîkat istidadı ile mecbul, nâmütenâhîyi idrak etmek hırsiyle meftur olan insan mahlûkât-ı sâireden mütemayiz bir mevkidedir.

Hâlik Zülcelâl insana melekiyetle hayvaniyet mertebesi arasında öyle bir mevki vermiş ki, eğer o mevkiin hakkını gereği gibi eda edecek olursa melekler hadim-i amâli, felekler kemîne-i pâye-i kemali olur. Fakat vazife-i insâniyesini îfâda kusur eder, nefs-i emmârenin tahakkümü altına girecek olursa, öyle sâfil bir derekeye düşer ki, behâimin en bayağısı bile, süfliyetin ve zilletin bu derecesinden istikrah eder.

İşte insanın nasîb-i ezelîsi budur. Hâlik hakim tâ ezelden takdir ederek şanına lâyık olacak mertebe-i kemâl ve rıf ’ate teali için lâzım gelen kabiliyet ve istidadı insana vermiştir.

Maamafih Cenâb-ı Hakk’ın bir taraftan tasavvur edilebilecek merâtib-i fezâilin kâffesinin fevkine çıkabilecek ehliyet ve istidatta yarattığı insan doğru yoldan inhiraf ederse derekât-ı rezâilin en pest-ü pâyesine sukut eder. İnsanın saadeti, kendisine verilen kabiliyet ve istidat ile çalışıp kendisi için mukadder olan o mevki-i bülendi ihraz etmektir. O mertebeye vasıl olabilmek ise terbiye-i nefs ile, tehzib-i ahlâk ve kuvvâ-yı fikriyeyi i’mâl ederek onun semârât-ı nâfiasını iktitaf ile elde edilebileceğinden bütün hükemâ müttefik olduğu gibi İslâm da bunu nâtıktır.

Binaenaleyh, insanı kendisi için mukadder olan gaye-i kemale isal edecek tarik dinden müstefat olan ahlâktır.

Ahlâkın menşei hakkında birçok nazariyeler serdedilmiş olduğu ma’lûmdur. Bununla beraber ahlâkın menşei hakkında sağlam bir fikir edinebilmek için nazarlarımızı beşeriyetin edvâr-i sabıkasına irca etmemiz lâzımdır.

Filhakika insan nazar-ı taharrisini âsâr-ı sâlife-i insâniyetten hangisine doğru irca ederse etsin onlarda hayır ve şer, fazîlet ve rezîlet mefhumuna dair bir şeye tesadüf edecektir. Beşer, en iptidai devirlerinde bile maddiyatın mâverâsında birtakım hakâik olduğunu anlamış ef ’al ve eşya arasındaki hayır ve şerri, hüsün ve kubhu –seviye-i idraki nisbetinde– temyiz eylemiş bütün harekât ve sekenâtına hâkim olan bir kânûn-ı ahlâkînin lüzumunu hissetmiştir. Fazîlet ve rezîlet hissi beşeriyet kadar kadimdir.

Binaenaleyh bir hakikat olarak diyebiliriz ki hayat-ı beşeriyi tanzim eden muamelâtın kavânîn-i nazîmesini insanlara ilk talim eden “din” olduğu gibi, kavânîn-i ahlâkiyyeyi ve vâcibât-ı insâniyeyi talim eden de yine dindir. Bunları beşeriyet, vahy-i İlâhî ile öğrenmiştir. Şekil ne olursa olsun, mebâdi ne kadar ileri götürülürse götürülsün her halde bunun menşei, telkin-i semavidir. Bu cihetledir ki, bazı muhakkikin-i hükemâ dinin haricinde hiçbir ahlâk tasavvur etmemektedir. Zaten her dinin, erkân-ı esâsiyyesinden birini de kavâid-i ahlâkîye teşkil etmesi ve son peygamber Hz. Muhammed Efendimiz’in (s.a.s.) “Ben ancak mekârim-i ahlâkı tamamlamak için ba’solundum.” buyurmaları da bunun delâil-i bahîresinden değil midir?

Bunun içindir ki, havâs ve avâmı hayran eden fazîletlerin edvâr-ı inkişâfı, dâimâ akide ve imânın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiş. Bilakis kalblerde imânın gevşemeye başladığı devirlerde ise, kavâid-i ahlâkiyye de te’sîrini kaybederek rezâil ve kabâyıh cemiyyete hükümrân olmuştur. Din ile ahlâk arasındaki bu revâbit-i kaviye de isbat ediyor ki, ahlâk dinden müstefattır. Dine müstenit olmayan ahlâk hakikatte yok demektir.

Evet, kavâid-i ahlâkiyye hangi kavimde matlûp olan derece-i saadeti tekeffülden kaasır kalmış ise bu cihetteki noksanı o kavmin ukalâsı ve felâsefesi ikmale çalışmıştır. Fakat din üzerine müstenit olmayıp da sırf akla istinat eden kavâid-i ahlâkiyyenin ekseriyeti azîme-i beşeriyet için hiçbir vakit vâcibu’l-ittiba olamayacağı da bedihidir.

Ahlâkıyunu İslâmiyeye göre, ahlâk dine müstenittir. Kâide-i ahlâkîyi yalnız akıldan değil, belki aklın irşadı ile dinden istimbat ediyoruz. Esasen Dîn-i İslâm bir dîn-i ahlâktır. Dîn-i İslâm’daki hikmet-i ameliyenin muhtevi olduğu tafsilât her munsıf-i müdekkiki hayretlere ilga edecek derecede çoktur.

Dîn-i İslâm en salim, en metin bir felsefenin kabul edebileceği mebâdi-i ahlâkiyyeden hiçbirini ihmâl etmemiş; hürriyet, mes’ ûliyyet ve vazife mebdelerini en vâsi bir surette takrir eylemiştir.

Alelıtlâk ahlâkın dinden ayrı olduğunu ve bizde de ayrı olmak lâzım geldiğini iddia etmek, İslâm’ın esasını bilmemekten başka bir şeyle tefsir olunamaz.

İslâm’ın vaz eylemiş olduğu nazariyât-ı ahlâkiye tetkik edildikten sonra İslâm’a karşı böyle bir iddianın gayri varit olduğu kanaatindeyiz.

Çünkü Dîn-i İslâm: Hürriyet-i şahsiye mebdeini en kuvvetli bir surette takrir, mes’uliyet ve vazife esaslarını tesbit ve nüfûsu tezkiye eden kalbleri levs-i rezâilden azâde kılan ukûlü, ziyâ-ı hak ile tenvir eyleyen cemiyyet-i beşeriyyenin muhtaç olduğu her türlü levazımı tekeffül eden mu’tekidlerine bütün furuğu medeniyeti telakkî ile emreden bir dîn-i kemâl ve bir dîn-i fazîlettir. Her türlü hikmeti şamil, ittihada saik, muhabbet ve şefkate, ihsan ve muavenete dâî bir dîn-i âlîdir.

Binaenaleyh milletimizin ahlâk ve içtimaiyat sahasında itilâsı Ahlâk-ı Muhammedîye’yi kendisine rehber-i hareket ittihaz eylemesi ile mümkün olabilecektir. Bazı münevverlerin iddia eyledikleri dinden ayrı bir ahlâkın ukûl-i sâhibeye göre kıymeti, hattâ vücudu bile yoktur. Esasen dinden ayrı bir ahlâk, haddizatında ahlâkın fıkdanı demektir.

Biz şuna kaniyiz ki, tek bir bid’at, bir fena fikir ve itikad ancak hurdebin-i ilim ile bakanlar tarafından görülebilecek birtakım avâmil-i muzırrenin iltihakı sayesinde büyüdükçe büyür ve bu avâmil bir kere kökleşti mi, artık milletleri bitiren emraz-ı içtimaiyyeden biri gelip o esasın üzerine yerleşir. Bugün gençlerimize telkin edilmek istenilen dinden ayrı medenî bir ahlâk fikri de işte bu bid’atlardandır. Bilerek veya bilmeyerek ortaya atılan bu fikirler, daha doğrusu bu bid’atlar, öyle içtimaî marazlara esas oluyor ki, onlar bir müddet-i muvakkate için kendisini göstermese bile, arâzı ve asârı bir nazar-ı müşahit için gizli kalamaz.

İşte “Ahlâk Dersleri”nin istihdaf eylediği gaye “Dîn-i İslâm”ın nazarî ve amelî bilcümle kavânîn-i ahlâkîyeyi cami vecâib-i insaniyyenin her nev’ini muhtevi bir “dîn-i ahlâk”, bir “dîn-i ekmel” olduğunu ve binaenaleyh İslâm’da “din”den ayrı bir ahlâkın mevzubahis olamayacağını göstermek ve bu suretle gençliği ikaz eylemektir. Bunun için evvelâ felsefenin kabul eylemiş olduğu mebâdi-i ahlâkiyye ve bunun Dîn-i İslâm’daki mevkii saniyen ahlâk-ı ameliye İslâm’ın verdiği ehemmiyet tafsil edilmiş ve en son nazariyelerin bile İslâm’ın ahlâkî düsturları karşısında çok nakıs oldukları gösterilmiştir. Çünkü nazariyat-ı felsefiye pâyesi verilen bir yığın dışı yaldızlı, efkâr-ı beşeriyyeye kapılıp da dîn-i ilâhînin hakaikinden bihaber kalmak hiç şüphe yok ki, ukalâdan geçinen münevverandan ayrılanlar için af olunur şeylerden değildir.

“Ahlâk Dersleri”nin esasını vaktiyle Mekteb-i Bahriye’nin münevver ve zeki talebesine takrir eylediğim notlar teşkil ettiği cihetle yine o şeklin, o üslûbun muhafazasını muvafık buldum. Her talebenin hattâ her okuyucunun anlayabileceği sade bir takrir tarzını muhafaza ettim.

“Ahlâk Dersleri”nin yegâne me’hazı “Kitâbullâh” ile “Sünnet-i Resûlullâh”tır. Fikirlerimiz doğrudan doğruya bu iki menba’ ile teyid olunmuş, daha doğrusu bunlardan mülhemdir.

“Ahlâk Dersleri”nin hîn-i takrîr ve tahrîrinde müracaat edilen âsâr da ayrıca gösterilmiştir. Ümid ederiz ki, “Dinî Dersler (Müslümana Büyük ilmihâl)” gibi “Ahlâk Dersleri” de gençliğin efkârı üzerinde matlûp te’sîri yapacaktır. Her halde tevfik ve hidayet yalnız Cenâb-ı Allah’tandır.

Aksekili Ahmed Hamdi