Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm ne anlama gelemtedir?
Celal, sözlükte “azamet sahibi ve yüce olmak” anlamındadır. İkram ise “cömert, merhametli, asil ve şerefli olmak” manasına gelir. Yüce Rabbimiz bu iki ismin başına “sahip” anlamındaki “zü” ekini getirerek bir terkip yapmış ve bu terkiple kendisini “azamet ve kerem sahibi” olarak nitelemiştir.
Ragıb el-İsfahani “celal” kelimesinin yüceliğin doruk noktasını teşkil ettiğini, bu sebeple Allah’tan başkası için kullanılmadığını söyler. Bu sıfat, büyüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsinin Allah’a mahsus olduğunu gösterir. O’na ait olmayan bir kemal düşünülemeyeceği gibi hiçbir nimet ve şeref de O’ndan başkasından gelemez. Mahlukattaki gözlemlediğimiz ne kadar mükemmellik varsa hepsi O’nun kemalinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.
Allah Teâlâ aynı zamanda büyük bir fazl-ı kerem sahibidir. Rabbimizin nimetlerinin ulaşmadığı hiçbir varlık düşünülemez. Yalnız dilciler, in’am (nimet verme) ile ikram arasında fark olduğunu söylerler. Onlara göre Yüce Allah’ın in’amı tüm varlıklara ulaşan her anlamdaki nimetleri ifade ettiği hâlde ikramın sadece değer verilen, saygı ve sevgi duyulan kişiler için söz konusu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ikramda kerim kılma ve onurlandırma anlamı vardır.
Sonuçta “zü’l-celâli ve’l-ikrâm” ismi Rabbimizin celal ve cemal yönlerini aynı anda ifade etmesiyle, bizlere O’ndan sırf şer olan bir şeyin sadrolmayacağını öğrettiği gibi her daim korku ile ümit arasında bir denge üzerinde yaşamaya da işaret eder.
Kur’an-ı Kerim’de Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm
Bu isim Kur’an-ı Kerim’de sadece Rahmân suresinde iki yerde (27 ve 78. ayetler) geçer. Rahmân suresi baştan sona Rabbimizin nimetlerinin sayıldığı ve yaratılıştaki muhteşem gücün anlatıldığı bir suredir. Baştan 25. ayetin sonuna kadar kâinatın ve insanın yaratılışı çok etkileyici bir üslupla anlatıldıktan sonra 26. ayette bütün bu yaratılmışların fâni olup bir gün yok olacakları söylenir. Akabinde gelen 27. ayette ise her şey yok olduktan sonra baki olacak olanın sadece ve sadece “zül celâli ve’l-ikrâm” olan yüceler yücesi Rabbimizin zatı olacağı hatırlatılır. Bu ayetlerin akışında ve sözün buraya gelişinde Yüce Allah’ın hem azameti hem de lütufları iliklerimize kadar hissedilir. Ardından Yüce Allah’ın zatı hakkında birkaç noktaya temas edilip kıyamet safahatına geçilir. Diriliş ve hesap gününün zorlukları, günahkârların yaşayacağı sıkıntılar, takva sahiplerinin ulaşacağı nimetler anlatıldıktan sonra sure bütün bunları gerçekleştirecek olanın hatırlatılmasıyla son bulur: “Büyüklük ve ikram sahibi Rabb’inin adı yücelerden yücedir.” Bu ismin sadece yaratılış, kıyamet ve dirilişten bahseden bu surede geçmiş olması celalin ifade ettiği azametin bütün bu sayılanlara güç yetirmeyi ve ikramın ifade ettiği nimetlerin de bunları lütfedeni işaret etmesi sebebiyle olsa gerektir.
Celal ve Kerem Sahibi Rabb’in Kullarına Düşen
İbn Arabî’ye göre bütün varlıklar ilahi isimlerin çeşitli terkip ve düzeydeki tecellileri ile varlık meydanındaki yerlerini almışlardır. Ona göre varlıkların ilahi ilimdeki taslakları diyebileceğimiz ayan-ı sabitelerine feyz-i mukaddes denilen bir tecelli ile akseden ilahi isimler onlara hayat vermiş, böylece her bir mahluk tasarım aşamasından yaratım aşamasına geçmiştir. Bu süreçte bahsi geçen “tecelli” nitelemesi celal ile aynı kökten gelir ve bizlere yaratmanın büyük azamet gerektiren bir iş olduğunu gösterir. Bu ismin ikram ile bir terkibe sokularak Kur’an-ı Kerim’de sadece varlığın tüm aşamalarını konu edinen bir surede geçmesi ise yokluktan varlığa geçişle varlık sürecinde yaşananların bir sonuca bağlanmasının ikramı esas alan bir kudretle mümkün oluşuna işaret eder. Bu açıdan baktığımızda Kur’an-ı Kerim’de kimlerin ikrama mazhar (mükerrem) olduğu söyleniyorsa onlar bu ilahi tecelliye mazhar oldukları tescillenmiş kimselerdir.
Bir taraftan Rabbimizin sonsuz azametini, diğer taraftan da sınırsız ikram ve cömertliğini ifade eden bu terkip O’ndan başkasını gereğinden çok büyütmemek, yalnızca O’na kulluk etmek ve ne bekliyorsa O’ndan beklemek hususlarında açık uyarılar taşır. Bu tevhit makamıdır ve bunu başarmak büyük bir mertebedir. İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen, her ihtiyacı için Allah’tan başka bir merci bilmeyen bir kalbin ne kimseden bir pervası olur, ne de bir umduğu... Sufilerin deyişiyle bu adamın ayağına altın dökmekle başına kılıç tutmak birdir. Bu düzeye erişmiş kişiler gerçek manada hür ve asildirler. İnsanlarla ilişkilerinde çeşitli hesaplar güdenlerin bu asalet ve şerefe ulaşmaları mümkün değildir.
Son olarak bu iki vasfın bir terkip içinde gelmesi durumunda, azamet ve heybet sahibi, saygınlık uyandıran birinden gelmeyen ikramların nasıl değerini kaybedeceğini ve o kişinin sıradan bir vazifesi gibi algılanacağını; ikram ve lütuf içermeyen, muhatabını ezen bir azamet ve heybetin ise saygınlık uyandırmayacağını hatırlatalım. Heybetli bir makamdan gelen ikramlar bize onur kazandırırken, heybet ve saygınlık içermeyen bir mevkiden gelen ikramlar muhatabının gözünde lütuf ve iyilik olmaktan çıkıp vazifeye dönüşür.