Kulun bencillikten vazgeçmeden yaptığı bir tavaf, gerçek manada tavaf mıdır? Bizi dönüştürmeyen, özümüze döndürmeyen bir namaz; arzın merkezinde olsa bile hakiki bir buluşma mıdır Rabbimizle?
Kederler paylaştıkça azalır mı mesela? Bir insanın diğerlerinin gönlüne dokunabilmesi mümkün olur mu?
Sorulabilecek pek çok soru var elbet. Rabbim sanki bazı sorulara cevap; yorgun, yaralı gönüllere bir nebze şifa olabilmek adına beni manevi danışman olarak kutsal topraklara göndermişti.
Ne anlamlı bir vazifeydi bu. Gül Peygamberin yurdunda güllerle karşıladığım kafilemle karşılaştığımız ilk andan itibaren her birinin gözlerinde gördüğüm heyecan, umut, mutluluk, hüzün ve gözyaşı ne kadar kıymetliydi.
Diyanet İşleri Başkanlığımız 2024 Hac organizasyonunda bir çalışmaya daha imza atmış, 6 Şubat depreminin ardından o bölgelerden gelen hacı adaylarının bulunduğu 12 kafileye manevi danışman görevlendirmişti. Ben de bu kafilelerden birinde görevlendirilmiştim.
Peş peşe gelen dört otobüsten inen hacı adayları... Öncesinde hazırladığımız gülleri takdim ediyoruz otelin ilk misafirlerine. Oldukça heyecanlılar. “Hocam otelin kapısından tekrar girmek istiyorum. Başımdan bir daha atar mısınız gül yapraklarını? İlk defa yaşıyorum bu duyguyu.” diyerek heyecanını, mutluluğunu ifade edenler ve daha niceleri…
Yıllarca süren hasretten sonra bir taraftan Mekke’ye kavuşmanın huzurunu yaşarken diğer taraftan da kaybettikleri yakınlarının acılarıyla gözleri buğulu birçoğunun. Bazen bir şehit eşiyle bazen de bir gaziyle selamlaşmanın yaşandığı özellikli bir kafile.
Bazı acılar hiç hafiflemiyor. Sadece teslimiyet artıyor, tevekkül şemsiyesi daha fazla açılıyor zamanla. Konakladığımız otelde yetkililerimizin desteğiyle oluşturduğumuz manevi destek odamızda, yaralı yüreklerle aramızda geçen birbirinden samimi ve kıymetli birçok diyalog bu hususa örnek teşkil ediyor. Evet, bu defa Harem-i Şerif’te tanık oluyoruz; yüreklerin acısına… Rıza alarak paylaştığım diyaloglardan biri de şöyle ilerliyor:
“Kabe’ye ayak bastığım ilk an. Hocam, evet o koku... Tekrar burnuma gelen o kokuyu enkaz altında da hissetmiştim. Gül kokusuydu sanki. Rabbim emanetlerini aldıktan sonra beni buraya davet ederek tedavi ediyor olabilir mi? Derdi veren dermanı da verir öyle değil mi?”
“Ne güzel bir yerden baktın Süreyya Yıldızım, elbette olabilir.”
“Emanetti onlar hocam, üçü de emanetti. Düşünsenize ben onlara bu dünyada cenneti vaat edebilir miydim? Ama Rabbim onları cennetle mükafatlandırdı!”
Bir müddet sessizlik!
“Bugün tavaf ederken hiç mi hiç konuşmayalım olur mu hocam? İçimden dua ederek öylece dönmek istiyorum.”
“Tabi ki…”
“Kabe’nin çevresinde uçan kuşlar bana onları hatırlatıyor: Şu minik kuş Sare’mi, diğeri Meryem’imi, şu sağdaki de Bilge Kağan’ımı sanki.”
Boğaza düğümlenen yarım yamalak cümleler ve gözlerden peş peşe akan yaşlar eşlik ediyor o ana…
“Sen de Kabe’ye dokunmak ister misin?”
“Ben nasıl dokunayım ki? Ellerim mi var?”
“Ellerinle dokunman mümkün değil ama yüzünü sürersin olmaz mı?”
“Sizi Allah için seviyorum. Deneyelim haydi hocam.”
Kabe’nin duvarına sürülen yüz ve yine gözlerden akan; hasret, mutluluk, hüzün dolu gözyaşları… 37 gün boyunca devam eden, anılardan silinmeyen daha birçok diyalog…
Ve… Kabe’de bir akşam namazında okunan ayetler:
“Her canlı ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz. İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanları -hiç şüpheniz olmasın- içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştireceğiz; sıkıntılara katlanan, yalnız Allah’a dayanıp güvenerek işlerini gerektiği gibi yapanlara ne güzel karşılık!” (Ankebût, 29/57-59)
Namaz bitince birbirine bakan karşılıklı iki göz…
“Hocam, namazdan önce konuştuklarımıza cevap oldu değil mi bu ayetler.”
İman, metanet, teslimiyet, tevekkül kavramlarının anlamını bulduğu ve yaşanmış bir hikâyenin sahibine ait yukarıda geçen cümleler. 6 Şubat depreminde evleri yıkılıyor. Gecenin karanlığında down sendromlu olan en küçük kızını korumak için onun odasına koşturan bir anne o. Kardeşlerini korumak için annelerinin peşi sıra aynı odaya koşan iki güzel evlat da o evde. Aynı dertle enkaz altında saatler geçiren bir de baba var.
“Birkaç saat kaldım zannediyordum, 32 saat kalmışım göçük altında.” diyerek yaşadığı anları ifade eden annemiz, en büyüğü 23 yaşında olan üç evladını kollarının arasında ebedi aleme uğurluyor. Sonrasında doktorlar iki kolunu ampute etmek zorunda kalıyor. Uzun bir tedavi süreci geçiriyor tabii. Eşi bu süreçte onun en büyük destekçisi oluyor. Hayat yolculuğunda aynı acıyla sınanmış bir anne baba. Evlatlarının bu dünyadan ayrılışını “Emanetleri teslim ettik.” şeklinde bir ifadeyle kabullenmeye çalıştıkları sıralarda kendilerine hac yolculuğu nasip oluyor.
Anlatılacak çok şey var. Ama Süreyya hanımın şu cümleleri yetiyor sanki, her gecenin sabahında penceremizi şükür ve teslimiyete açmamıza:
“Ben en çok sizleri özleyince yoruluyorum. Ya içi sızlıyor kemiklerimin ya da gözleri doluyor cümlelerimin. Bazıları hiç büyümez… Benim için hep aynı yaşta kalacaksınız. Rabbim en güzel şekilde ağırlasın sizi. Ben size iyi ki doğdunuz demeye devam edeceğim!”
Annelerinin ifadesiyle, “üç cennet kuşu”na duayla…