Ayşeli POLAT
Isparta Vaizi
Ben Ebu Mahzûre… Sizin gibi ağlayarak doğdum ben de… Sizin gibi bebek oldum ilkin, önce emekledim sonra yürüdüm iki ayak üzerinde… Sizin gibi bazen yaramazlıklar yaptım, bazen de sessizce oturdum saatlerce… Yapım gereği yerimde duramıyordum, ne kadar uslu durmak istesem de…
Ben Ebu Mahzûre… Kureyş’in Cumah koluna mensubum. İnsanlar arasında “Ebu Mahzûre” künyesiyle meşhurum. Bu sebepten ismimi söylemez kimse. Kimine göre Sümeyr, kimine göre Seleme, kimine göre Selman’ım.
Ben Ebu Mahzûre… Mekke’nin fethedildiği yıl Müslüman oldum. Aklımın ucundan bile geçmezdi Müslüman olacağım. Ama o güzeller güzeli var ya… O güzeller güzeli, bir tebessümüyle yıkadı gönlümdeki kiri, kini, adaveti… Gönlüm bir anda gülzâra dönüverdi. Şimdi, Müslüman olduğum bu ilginç hadiseyi merak ettiniz değil mi? Sabredin her şeyi anlatacağım size.
Güneşin sıcaklığıyla yürekleri ısıttığı, ziyasıyla gönülleri aydınlattığı günlük güneşlik bir günde, Mekkeli gençlerle Mekke’nin dışına çıkmıştık. Her haylazlığı beraber yaptığımız, yaramazlık nerede biz orada diyebileceğim, kanı deli pınar gibi akan, yerinde duramayan on kafadar, Cirane adı verilen yere geldik. Ne olduysa o gün, o mekânda oldu.
Biz Cirane’deyken, Resul-i Ekrem (s.a.s.) Taif Muhasarası’ndan dönüyormuş meğer. Ne bilirdik o mekânın bizim için bir dönüm noktası olacağını? Ne bilirdik bir anda bütün düşüncelerimizin değişeceğini? Bilemezdik.
Resul-i Ekrem (s.a.s.) ile birlikte seferden dönen ordu, Cirane adı verilen yere gelince gördük o güzeli. Ama hâlâ gönüllerimiz ve gözlerimiz perdeliydi. O güzeller güzeli, bir sahabeye ezan okumasını söyleyince sahabe emre itaat edip ezan okumaya başladı.
Dedim ya gençtik, cahildik. Adı üstünde delikanlıydık. Bizi tutana aşk olsun! Müezzin ezan okumaya başlayınca aklımıza bir hinlik geldi. Kikirdeşerek müezzini taklit etmeye başladık. Ama öyle bildiğiniz türden bir taklit değil. Sesimizi değiştirerek ezanla alay ediyorduk. Bu durum bizi öyle keyiflendirmişti ki kendimizi kaybetmiştik. Derken bir askerin yanımıza doğru geldiğini fark ettik. Nasıl bir korku anlatamam. Kikirdeşmemiz bıçak gibi kesilmiş, olduğumuz yerde çakılıp kalmıştık. Şimdi ne yapacaktık?
Bir an aklımıza kaçmak geldi. Korku dolu bakışlarla etrafımıza bakındık. Koca orduyla nasıl baş edecektik ki? Sadece on kişiydik. Boyumuzdan büyük işe kalkışmış, Müslümanların mukaddes saydığı bir şeyle alay etmiştik. Hiçbir yere kaçamayacağımıza kanaat getirince, boynumuzu büküp beklemeye başladık. Kim bilir nasıl cezalandırılacaktık. Bunu düşündükçe endişemiz artıyor, titriyorduk.
Derken asker yanımıza kadar geldi. Bizi Allah Resulü’nün (s.a.s.) çağırdığını söyledi. Aman Allah’ım! İşte korktuğumuz başımıza gelmişti. Dizlerimizin bağı çözüldü birden. Düşmemek için uğraştık. Acaba hangi can acıtıcı bir ceza bizi bekliyordu? Allah Resulü’nün huzuruna giderek karşısına dizildik. İdam mahkûmu gibi duruyorduk. Zihnimizde çarptırılacağımız envaiçeşit cezanın listesi uzadıkça uzuyordu. Acaba hangisi daha can acıtıcıydı? Düşündükçe korkuyor, korktukça titriyorduk. Etrafımızı saran kalabalık ise olacakları merakla izliyordu. Bu durum bizi daha çok rahatsız etmişti.
Bir an Allah Resulü (s.a.s.) ile göz göze geldik. Allah Resulü bizi tepeden tırnağa süzdü. Sonra da “Sesi gür olan hanginiz bakayım?” diye sordu. Bütün arkadaşlarım ağız birliği etmişçesine parmaklarıyla beni gösterdiler. Bir an nefessiz kaldığımı hissettim. Kan beynime hücum etmiş, kıpkırmızı olmuştum. Korku ve endişeyle bütün vücudum sırılsıklam olmuştu. Arkadaşlarıma öyle kızmıştım ki! Kaşlarımı çatıp her birine ayrı ayrı öfkeli bir bakış attım. Onlara ne kadar çok kızdığımı bilsinler istedim. Ama ne kadar öfkelenirsem öfkeleneyim, cezam hafiflemeyecekti biliyordum. Acı sona doğru ilerliyordum.
Ah ben… Sanki ne vardı da sesimi yükseltmiştim? Diğer dokuz arkadaşım gibi normal bir sesle alay etseydim, belki de fark edilmeyecek en büyük cezayı ben almayacaktım. Bu yaşıma kadar kendime hiç bu kadar kızdığımı hatırlamıyorum. Ama kızsam da üzülsem de o yüksek sesle ettiğim istihzanın bedelini ödeyecektim.
Allah Resulü, sıranın en başındaki arkadaştan başlayarak istisnasız hepimize ezan okuttu. Biraz önce kelimeleri eğip bükerek alaysı ses tonuyla ezanla dalga geçen bizler, Allah Resulü’nün ezan okutmasıyla bir anda ciddileşivermiştik. Ortam öyle bir hâle gelmişti ki inanılır gibi değildi. Sanki ezanı güzel okuma yarışmasındaydık. Yarışmada derece almak isteyen ve bu uğurda bütün hünerlerini göstermek için azami gayret gösteren yarışmacılar gibiydik.
Arkadaşlarımın hepsi ezan okuduktan sonra sıra bana gelmişti. Ben de arkadaşlarım gibi ezanı en güzel şekilde okumak için elimden gelenin en iyisini yaptım. Ezanı bitirdiğimde Allah Resulü (s.a.s.) en çok benim sesimi beğendiğini söyledi ve benimle hususi bir şekilde ilgilendi. Bana ezanın sözlerini, sözleri hangi sırayla kaçar kez söylemem gerektiğini, sesimi nasıl kullanmam gerektiğini öğretti. Ezanı tekrar tekrar okutup her defasında hatalarımı düzelterek nasıl okumam gerektiğini anlattı.
Arkadaşlarım ve ben, Allah Resulü’nün (s.a.s.) hışmına uğrayıp cezalandırılacağımızı zannederken onun bizimle samimi bir şekilde ilgilenmesi, yumuşak bir ses tonuyla izahta bulunması hoşumuza gitmişti. Hele ben… Ben bu güzel insana âdeta âşık olmuştum. Onun en çok benim sesimi beğenmesi ve benimle birebir ilgilenmesi kalbimdeki buzdan kaleleri yıkmış, beni ona meftun etmişti. Bu sebeple, kendimi ona beğendirmek için âdeta çırpınıyordum. O bana “Oku!” dedikçe ezan okuyor, her okuduğum ezanın diğerinden daha güzel olması için uğraşıyordum. Allah Resulü “Bu daha güzel oldu.” deyince ayaklarım yere basmıyor, mutluluktan uçtuğumu hissediyordum. Sonunda ezanı gerçek bir müezzin gibi doğru ve güzel bir şekilde okumayı öğrendim.
Allah Resulü bana “Yaklaş.” deyince onun yanına gittim ve önüne oturdum. O güzeller güzeli, ipekten yumuşak elleriyle başımı okşadı. Hissettiklerimi kelime var mı ki ifade etsin! Peş peşe üç kere bana “Mübarek olsun.” dedi ve beni tebrik etti. Bununla da yetinmedi, bana bir de hediye verdi. Gerçekten ne hissedeceğimi bilmiyordum. Ağlasam mı, gülsem mi bilemedim. Öylesine karışmıştı duygularım. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Kesmeye yatırılmış, bıçağın boynuna çalınmasını bekleyen koyun gibi cezalandırılmayı beklerken Allah Resulü’nden gördüğüm muamele benim aklımı başımdan almıştı. Sevinçten gözlerim parlıyordu. Bu kadarı bile bana yeterken en büyük sürprizin beni beklediğini nereden bilebilirdim ki?
Allah Resulü, hayal bile edemeyeceğim bir şey söyledi bana: “Şimdi git ve Mescid-i Haram’da müezzinlik yap.” Aman Allah’ım! Duyduklarım doğru muydu? Kulaklarıma inanamıyordum. Şaşkın bakışlar arasında “Nasıl yani?” diyebildim.
Ne yani? Mescid-i Haram’ın, Kâbe’nin müezzini mi olmuştum ben? Gerçekten inanılır gibi değildi!
Sonra arkadaşlarımla birlikte oradan ayrıldık. Sevinçten yürümüyor da uçuyordum âdeta.
Kalbim pır pır uçan kelebekler gibiydi. Doğruca Mekke Valisi Attâb bin Esîd’in yanına gittim. Peygamberimizin emrini iletip göreve başladım. O günden sonra Mekke semalarında benim okuduğum ezan yankılanmaya başladı. Allah Resulü’nün (s.a.s.) iltifatları bununla da kalmadı. Peygamberimizin en gözde müezzinleri arasına girdim. Müezzinler bir arada bulundukları zaman Bilâl-i Habeşî birinci, ben ikinci, Abdullah ibn Ümmü Mektûm üçüncü müezzin sayılıyordu.
Ben Ebu Mahzûre… Allah Resulü beni öğütmedi, eğitti. Eğitmek zor, öğütmek kolaydır ya hani... İnsan kazanmak en meşakkatli iş, insan kaybetmek ise külfetsizdir ya. İşte öyle… Bir şeyi elde tutmak emek ister ama atıp yok etmek bir anlık küçük bir çabaya bakar. İnsan olarak zor olanla uğraşmak istemez kimse. Çünkü zor kişinin kalbine dokunmak çetin iştir. Bu nedenle de hep kaybedilir insanlar. Uyumsuz, sıkıntılı kişilerle uğraşmak yerine, harcanıp gitmesine göz yummak daha kolay gelir insana. Kaybolup gidince de “Olacağı buydu… Adam olmaya niyeti yoktu… Aradığını buldu…” gibi cümlelerle haklı olmanın hazzını yaşar insan.
Ben Ebu Mahzûre… Ben şanslıydım çok şükür. Allah Resulü (s.a.s.) ile karşılaşmam benim en büyük şansımdı. Onun karşısında, içlerindeki kin ve düşmanlığı ezan gibi İslam için şiar olan bir sembolü alaya almakla gösteren gençler vardı. Bizi azarlayabilirdi, cezalandırabilirdi, bir saatlik nasihat bombardımanına tabi tutabilirdi… Ama bunların hiçbirini yapmadı. Çünkü nebevi usul insan harcamayı değil, ne pahasına olursa olsun kazanmayı önemsiyordu. Ezan ile eğlenme olayından bile bir müezzin çıkararak bizlere ne güzel örneklik etti.
Ben Ebu Mahzûre… Resul o gün bana öyle davranmasaydı, ben bugün Müslüman bile değildim. Onun sayesinde İslam’a girdim, Kâbe’ye müezzin oldum. Bu da yetmedi, ezan okumada kendi tarzımı geliştirdim. Mekke okuyuşu benimle başladı. Allah Resulü’nün bana öğrettiği gibi ben de hem kendi çocuklarıma hem de başkalarına ezan okumayı öğrettim.
Ben Ebu Mahzûre… Resul içime öyle bir kor bıraktı ki muhabbeti öylesine kuşattı ki bu bedeni, Resulüllah’ın okşadığı saçlarımı onun tek yadigârı bildim. Ömrümün sonuna kadar kestirmedim. Herkes alnıma düşen saçlarımı görüp garipsedi. Oysa o saçlar Resul’e olan sevgimin bir göstergesiydi.
Ben Ebu Mahzûre… Resul-i Ekrem’in Mekke’den ayrılmasına kadar Kâbe’de Bilâl-i Habeşî ile birlikte ezan okudum. O vefat ettikten sonra da Kâbe’nin müezzinliğine devam ettim. Hâlâ Resul’ün bıraktığı yerdeyim. Bu âleme gözlerimi kapatana kadar bu şerefli görevi ifa edeceğim.