Yüceler Yücesi Rabbimizin Vehhâb ismi O’nun kullarına sınırsız ve kesintisiz ikramlarını anlatır. Bir küçük kâinat olan bedenimizi, onunla tam bir uyum içinde yaşayabilmemize uygun olan bu koca evreni, içinde doğup büyüdüğümüz ailemizi, onların bize gösterdiği şefkat ve sevgiyi, varlığımızın devamı olan evladüıyalimizi, bizim sandığımız aklımızı hasılı her şeyimizi bir bedel ödemeksizin bize hibe eden hep O’dur. Başlangıçta kullar bu lütuf ve ihsanları hak etmek için bir şey yapmış da değildir.
Vehhâb zorlayıcı bir sebep olmaksızın, tamamen karşılıksız verendir.
El-Vehhâb ne demektir?
Vehhâb ismi “hibe” kökünden mübalağa ve tekerrür ifade eden bir kalıptır. Bolluk ve süreklilik ifade eder. En ufak ve önemsiz şeylerden en büyük ve mühim hacetlere kadar her şeyin hudutsuz, şartsız, hakiki vericisi sadece Allah’tır. Bu nedenle bir şey isteneceğinde O’ndan istenir, ihtiyaçlar O’na arz edilir.
Evet, Vehhâb olan Allah hiçbir karşılık almadan verir ama kendi istediği şekilde ve zamanda... Çünkü O’nun verişi bir görev karşılığında hak edilmiş ücretler değil, her şeyi bilen (Alîm) ve her yaptığını bir hikmete göre yapan (Hakîm) olan Yüce Yaratıcı’nın ihsanıdır. O’nun ilmine ve hikmetine iman edenler, O’nun verdikleri (ve vermedikleri) konusunda neden demez, hesap sormaz, itiraz etmezler. O’nun Vehhâb oluşunun celal ve azamet ifade eden diğer isimlerinden ayırarak bir zorunluluk olarak görülmesi (Allah korusun) Rabbimizin bizim her istediğimizi yapmaya mecbur olduğunu düşünmeye, görmeye götürür ki bu anlayış iman noktasında kulun kendisini yeniden sorgulamasını gerektirecektir.
Rab kuluna Vehhâb olduğu için ihsan eder, kul da Rabb’ine bütün esmasıyla birlikte kulluğa layık tek ve eşsiz yaratıcı olduğu için ibadet eder. Bu ilişkide zatların bizatihi kendisi hedeftir; arada verilenler değil... Allah’a kulluk aklı başında bir insanın bütün bu ihsanların hakiki sahibine küçük bir teşekküründen ibarettir. Ayrıca Allah’ın bizden uymamızı istediği itikadi, ahlaki ve amelî kurallar da bizim için ayrı ayrı birer ikramdır. Bu, Allah’ın üzerimizdeki nimetlerinin artmasına ve iki dünyamızın kurtuluşuna vesiledir.
Kur’an-ı Kerim’de Vehhâb
Kur’an-ı Kerim’de “Vehhâb” ismi üç ayette geçer. Âl-i İmrân suresi 8. ayette O’nun Vehhâb ismine sığınarak kalplerimizi doğru yoldan saptırmaması ve kendi katından bir rahmet lütfetmesi için Allah’a yalvarmamız öğretilmekte, Sâd suresinin 35. ayetinde de Hz. Süleyman’ın (as) kendinden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ihsan etmesi için yine O’nun Vehhâb ismine sığınarak dua edişi hatırlatılmaktadır. Bu ayet bize ayrıca Allah’tan istenecek şeylerin bir sınırı olmadığını da bir peygamber dilinden öğretmektedir. Yine Vehhâb isminin zikredildiği Sâd suresi 9. ayette de Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğine itiraz edenlere bir cevap olarak “Rabb’inin rahmet hazineleri onlara mı aitmiş?” denilip Allah’ın Azîz ve Vehhâb olduğu hatırlatılır.
Yedi ayette geçen “heb” kelimesi “hibe” kökünden emir kipiyle “lütfet/ver” anlamındadır. Bunlardan dört tanesinde peygamberlerin ve salih kulların dilinden hayırlı bir zürriyet talebi vardır. (Âl-i İmrân, 3/38; Meryem, 19/5; Furkân, 25/74; Sâffât, 37/100) İkisinde, yukarıda zikrettiğimiz gibi Hz. Süleyman’ın (as) mülk talebiyle ilmin özünü kavramış seçkin âlimlerin Allah’tan rahmet talepleri dile getirilmektedir. (Sâd, 38/35; Âl-i İmrân, 3/8) Şuarâ suresi 83. ayette ise İbrahim’in (as) öncesindeki beş ayette Rabb’ini çeşitli yönleriyle andıktan sonra Allah’tan hikmet talebiyle salih kulların arasına katılma isteği dile getirilir. Bu yedi ayetin tamamında dikkatimizi çeken önemli husus rahmet, hikmet, mülk ve salih nesil gibi hiçbirine ulaşmak kişinin kendi elinde olmayan şeylerin istenmesidir. Bu da Vehhâb isminin kulun çaresiz kaldığı konularda sığınacağı bir ilahi dayanak olduğunu gösterir. Bu isteklerine kendi çabalarıyla ulaşmaları imkânsız olduğu gibi Allah’tan başka bunları verebilecek bir merci de yoktur.
Bu İsmin Tecellileri
İnsanlar arasında vermeyi seven ve başarabilen kişiler Allah’ın Vehhâb isminin tecellisidir. Çünkü Allah dilediği kullarına ulaştıracağı ihsan ve nimetlerini bazen de kulları vasıtasıyla ulaştırabilir. Onlara o imkânları bağışlayan Allah Teâlâ olduğu gibi verene verme muhabbetini, alana faydalanma kudretini bağışlayan da O’dur. Bu insanlar Allah’ın lütuflarını O’nun kullarıyla paylaşırken -duygusal bir yakınlık ve minnettarlık da dâhil olmak üzereRablerinin rızasından başka bir şeyi amaçlamazlar. (İnsân, 76/9-10) Verme konusundaki bakış açıları kendilerindeki bir emaneti sahibine ulaştırdıkları fikridir. Gazzâlî’nin dediği gibi kim ki şeref kazanmak, methedilmek, zemden kurtulmak gayesiyle hibe eder, cömertlikte bulunursa o elde etmek istediği şeylerin bir işçisinden başka bir şey değildir. Gerçek cömert, kendisine dönecek bir karşılık olmasa da insanlara faydalı olandır. Aslında veren el olabilmek bir lütuf olduğu kadar, vermeyi sırf Allah rızası için yapabilmek de Allah’ın kuluna büyük bir lütfudur.
Vermenin ruhu iyileştiren, ona saygınlığını yeniden kazandırarak onaran gücünü fark eden sufiler yüzyıllar boyunca tekkelerde hiçbir şey almadan vermeyi bir nefis terbiyesi ve terapi yöntemi olarak kullanmışlardır. Günümüzde gelişen nörobiyolojik araştırmalarda da başkalarını mutlu etmenin bireyin kendi beyninde mutlulukla ilgili hormon ve enzimleri salgılamaya sebep olduğu, fedakâr olmanın kısa vadeli bir zevki terk edip uzun vadeli bir zevke ulaşmayı sağladığı tespit edilmiştir.
Başkalarını önemsemeyen, sadece kendi çıkarına ve başarısına odaklanmış olan kişiler yaşamın aynı zamanda bir paylaşım olduğunu göremezler. Vermenin getirdiği huzuru hiç tadamayıp her durumda sahiplenmeye (sahip olmaya) odaklandıklarından diğer tüm insanları rakipleri olarak görür ve hiçbir zaman çevrelerindeki dünyayla bütünleşemezler. Hiçbir karşılık beklemeden veren el olabilmeyi başaran insan, insanların muhabbet ve saygılarını kazanmakla ödüllendirilir. İbn Arabî’ye göre bu ismin tecellisi tam da budur.