Mehmet KURTOĞLU
İslamcılık düşüncesinin iki yüz yıllık macerasına baktığımızda; bu düşüncenin temsilcilerinin Batı’da olduğu gibi filozof yahut teolog olmadıklarını görürüz. Zira Namık Kemal’den Sezai Karakoç’a kadar bu düşünceyi temsil edenlerin şair olmaları tesadüf değildir. Bilindiği üzere şiir bizim yalnızca duygu ve gönül yanımızı değil, düşünce ve felsefemizi de şekillendirir. Peygamberimizin “Şiir hikmettir.” (İbn Mace, Edeb 41.) sözü, şiirin, bizim düşünce ve duygu dünyamızdaki yerini işaret eder. Mevlana ve Yunus’un şiirde söylediklerinin hem halkın gönlünde hem de aydın ve sanatçıların düşünce ve duygularında karşılık bulması bu yüzdendir.
Yaşadığı süre zarfında geniş kesimlerin Sezai Karakoç’un fikirlerinden daha çok kişiliğine, nesirlerinden daha çok bir aşk hikâyesi olan Monna Rosa’ya hayranlık duyması oldukça anlamlıdır. O bütün şiirlerini topladığı “Gün Doğmadan” kitabına karşılık nesirleriyle arkasında bir külliyat bırakmış, bir şairden daha çok fikir adamı, mütefekkir yönüyle öne çıkmak istemiştir. Buna rağmen onun şairliği ve şiirleri ilgi görmüş, hayranlık uyandırmıştır. Onun mütefekkir yönü Monna Rosa ve birkaç duygu yüklü şiirleri hariç birçok şiirlerinde kendini hissettirir. Zira şiirlerini anlayabilmek için Kur’an’ı, İslam tarihini ve Batı düşünce ve edebiyatını çok iyi bilmek gerekir. Özellikle de İslam kültür ve medeniyetini bilmeyenler onun şiirine sirayet edemez, ondan zevk alamazlar.
1933 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğan, ortaokulu Kahramanmaraş’ta, liseyi Gaziantep’te yatılı olarak okuyan Sezai Karakoç’un yatılı geçen öğrencilik yılları kişiliğinde derin izler bırakmıştır. Hayatı boyunca yalnızlığı seçmesinin, evlenmemesinin, insanlarla ilişkilerinde oldukça seçici davranmasının gerisinde yatılı öğrenciliğin büyük bir etkisi vardır. Hatta diyebiliriz ki onun kuşağındaki birçok yazar ve sanatçının yatılı okul hayatları sanatlarını derinden etkilemiştir. Örneğin “parasız yatılı” okuyan Ece Ayhan, Firuzan gibi sanatçıların şiir ve öykülerinde öğrencilik yıllarının derin etkisi vardır. Hatta Firuzan’ın “Parasız Yatılı” adlı bir öykü kitabı olduğunu unutmamak gerekir. Karakoç hayatını ve sanatını etkileyen “parasız yatılı” günlerine hatıralarında genişçe yer vermiştir. Hatıralarında anlattığına göre yatılı okul günlerinde yaşının çok üstünde Doğu ve Batı edebiyatından eserler okumuştur. Örneğin bu yıllarda gizli gizli Arapça ve Farsçayı öğrenmeye çalışmış, Mesnevi başta olmak üzere Safahat’ı, Mithat Cemal’in Mehmet Akif’ini ve Attar’ı okumuştur. Ayrıca Namık Kemal, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya, Peyami Safa vb. yazarlar ile Batı edebiyatının büyük ustaları Shakespeare, Hugo, Balzac, Paul Valery’nin eserlerini okumuştur. Bu sıralarda öğretmeninin kendisine taktığı sıfat: “Koca filozof”tur. Kendi kendine Arapça ve Farsçayı öğrenen Karakoç ayrıca Hugo’dan şiir çevirisi yapmıştır.
Ortaokul yıllarında takip ettiği Büyük Doğu dergisi sayesinde İslam davasına yönelmiştir. Dönemin din karşıtı ve baskıcı ortamında Büyük Doğu’nun muhalif duruşu onu büyülemiştir. Kendine yakın bulduğu bu dergiyi takip etmiş, yazı ve şiirler göndermiştir. Büyük Doğu onun hayatında dönüm noktası olmuş, daha sonra üstat Necip Fazıl ile yolunun kesişmesini sağlamıştır. Dindar bir ailede yetişen, güçlü bir İslam inancına sahip olan Karakoç, Büyük Doğu’da kendini bulmuştur. Hatıralarında; “O güne kadar, İslam içimizde sakladığımız bir inanç idi. Kimselere pek açamıyorduk. Yasak, mazlum ve mağdur bir düşünce gibiydi ruhumuzda. Ama işte, görmüştük, İstanbul’da çıkan bir dergide onu çağdaş bir üslupla savunan bir kalem vardı. İslam’ın yükselen, yeni, canlı sesiydi bu. Bu benim için büyük bir mutluluk olmuştu. Çünkü bir umut doğmuştu. Bütün sıkıntıları göğüsleyebilirdim.” (Turan Karataş, Doğunun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, sh.46, Kaynak Yay. İst. 2013, Diriliş, s. 30 Şubat 1989.) diye yazar. Maraş onun yerli dünyasının şekillendiği şehirdir. Burada okuduğu yıllarda Maraş’ın Fransız işgali sırasında vermiş olduğu destansı mücadelenin anlatılarıyla büyür. Yıllar sonra Maraş Belediyesi tarafından kendisine verilen fahri hemşehrilik unvanı üzerine: “Kahramanmaraş sadece ortaokulu okuduğum yer değildir. Benimle beraber yanımda, içimde, hareketlerimde devam etmektedir. Hemşehrilik bunun bir nevi belgesi olmuştur. Biz Maraşlıyız.” demiştir.
Maraş’tan sonra 1947 yılında Gaziantep’te liseyi “parasız yatılı” okuyan Karakoç, bu yıllarda Batı düşünce ve edebiyatına yoğunlaşır. Shakespeare’in bütün oyunlarını, Andre Gide’i, Goethe’yi, Duhamel’i vs. okur. Lise birinci sınıfta iken ağabeyi vefat eder. Bu ölüm onun ruh dünyasında derin izler bırakır. Zira ağabeyinin vefatından önce iki dayısını da kaybetmiştir. Bu ölümler onun yüreğinde sürekli hüzünlerin yer almasına neden olur, metafizik dünyaya yönelir. Öğrencilik yıllarındaki bu yaşanmışlıklar daha sonra şiirlerinde güçlü şekilde kendini dışa vurur. Bir aşk şiiri olan Monna Rosa’da dahi metafizik ürperti güçlü bir şekilde hissedilir.
Son yılları hariç, uzun yıllar hiçbir dergi ve gazeteye röportaj vermeyen, fotoğraf çektirmeyen Karakoç, 1954 yılında Kilis’te yayınlanan “Akpınar” dergisine ısrar üzerine bir röportaj verir. Bu günlerde Büyük Doğu yeniden çıkar, Necip Fazıl, onun İstanbul’a gelip dergide kendisine yardımcı olmasını ister. Haziran sınavları yaklaşmasına rağmen Karakoç İstanbul’a gidip üstada yardımcı olur. 1955 yılında müfettiş muavinliği sınavını kazanıp İstanbul’da göreve başlar. Bu sırada Büyük Doğu’nun haftalık sanat-edebiyat sütununu Mehmet Sezai müstearıyla hazırlar. 1957 yılında annesinin vefatı onda derin bir acı yaratır. Memuriyeti dolayısıyla birçok şehri dolaşır. Edip Cansever’in yıl içinde yayımlanan “Yerçekimli Karanfil” şiir kitabı üzerine “Materyalist Bir Şiir” başlıklı bir yazı kaleme alır, bu yazı büyük polemikler doğurur. Bu tartışmalar kendisinde nefret uyandırır ve bundan sonra aleyhinde yazılan hiçbir yazıya cevap vermeyeceğini söyler. Aslında Karakoç’un yazısı etrafında yapılan bu tartışmalar edebiyat dünyası için bir zenginlik, bir canlılıktır. Ancak o evhamlı ve alıngan bir kişiliğe sahip olduğundan dolayı bu eleştiriler kendisini rahatsız eder. Hatıralarında “1958 yılında olan bu büyük tartışmadan sonra, bugüne kadar aleyhimde yazılan hiçbir yazıya cevap vermedim. O tartışma bende nefret uyandırmıştı.” diye yazar. Bu tutumunu yalnızca aleyhindeki yazılara karşı göstermez, daha sonraki yıllarda eserleri üzerine yazılan övücü yazılara, verilen ödüllere karşı da aynı tutumu gösterir. Onun dünyasında davasına hizmet etmekten başka bir gaye yoktur. Makam, mevki, şöhret ve para onun hoşlanmadığı şeylerdir.
Sezai Karakoç sade yaşantısı, idealistliğiyle Türk edebiyatında en çok Mehmet Akif’e benzer. Bu iki şairin kişilikleri birçok yönden örtüşür. Karakoç, Âkif gibi doğrucu, tavizsiz ve kalabalıklar içinde yalnızdır. Her ikisi de birer karakter abidesidir. Mehmet Âkif gibi doğrucu, kolay dostluklar kuramayan, paraya pula kıymet vermeyen, hayatını davasına adayan, idealist ve örnek bir şahsiyettir. Bana göre geçen yüzyılın kahramanı/şairi Mehmet Âkif, bu yüzyılın ise Sezai Karakoç’tur. Bu iki şair kılıçla değil kalemleriyle kahramandırlar. Onlar kalemleriyle halkın gönlünde yer bulmuş, silinmez izler bırakmışlardır. Karakoç’u yaşadığı dönemde önemli ve özel kılan yalnızca yazmış olduğu eserleri değil, örnek şahsiyetidir. Hayatı boyunca paradan, makamdan, mevkiden ve şöhretten uzak durmuş, münzevi yaşamıyla içinin derinliğini zenginleştirmiştir. Mehmet Âkif gibi bir karakter abidesi olarak yaşarken de ölürken de gönüllere girmiştir. Karakoç, “Ben her taşı beş yüz yıl önce konmuş bir camiye tutunarak buluyordum kendimi. Bir yağmadan böyle kurtarıyordum kendimi.” diyerek inanç ve gelenekle olan bağını dile getirip dirilişi İslam ve Kur’an’da aramıştır. Akif ise Süleymaniye Kürsüsü’nden, Fatih Kürsüsü’nden daha doğrusu caminin içinden seslenerek insanları aydınlatmıştır. Her ikisi de Kur’an ve İslam’dan ilham alarak şiirlerini yazmışlardır. Her ikisinin şiirinin açılımı Kur’an’dır. Sezai Karakoç, Mehmet Akif’in idealize ettiği “Âsım” neslini “Diriliş” nesli ile bütünleştirmiş, eserleriyle bu neslin “Amentü”sünü yazmıştır. Her iki şair de şahsiyetleriyle birer abide olduklarını örnek yaşamlarıyla göstermişlerdir. Karakoç geçen yüzyılda yaşamış olsaydı öyle sanıyorum ki en iyi anlaşacağı kişi Mehmet Âkif olurdu…
1967 yılında Diriliş kapanınca Karakoç yazılarını kitaplaştırır. Birkaç yıllık Diriliş dergisi macerasından sonra on bin liralık borçla işsiz, gelirsiz hatta umutsuz kalır. Her sıkıntılı döneminde metafizik sorunlar yaşayan Karakoç, bu defa kırk gün boyunca Yenikapı’da deniz kenarında oturup “Hızırla Kırk Saat” adlı uzun şiirini yazar. Borçla bastırdığı kitabın baskı masrafını satıldıkça öder. Yoğun bir ilham dönemine giren Karakoç, ardından “Taha’nın Kitabı”nı yazar, kitap bir yıl sonra 1968 yılında yayımlanır. Bu dönemde “Marmara Kahvesi”, Kapalı Çarşı’daki “Şark Kahvesi”ne takılır. 1967’de “İslam’ın Dirilişi” kitabı toplatılır. Hakkında dava açılır. Ardından “Yazılar” kitabı da davaya eklenir. Bu davalardan 1974 affıyla kurtulur. Aslında Karakoç her metafizik ürpertiden sonra bir çağlayan gibi şiirler, kitaplar kaleme alır. Eserleri sanki bir ruhsal ve zihinsel boşalmadır. Zira en sıkıntılı yılları en çok şiir yazdığı ve kitap yayımladığı dönemdir. Tıpkı Dostoyevski’nin borç içinde yüzdüğü sıralarda evin çatı katına kapanıp sahifeler dolusu roman tefrika etmesi ve bir ay gibi kısa bir sürede “Kumarbaz” adlı romanını yazması gibi Karakoç da 1966 ve 68’de üst üste kitaplar yayımlar. 1982’de “Hikâyeler”i, 1986’da yazılarını “Çağ ve İlham”, “Düşünceler”, “Gün Saati” adıyla kitaplaştırır. 1996’da kendisiyle yapılan iki uzun söyleşiyi “Tarihin Yol Ağzı” adıyla yayımlar. 1998’de “Monna Rosa” kitap olarak yayımlanır. Kitap büyük bir yankı uyandırır. Hakkında anlatılan efsaneler yeniden gündeme gelir. Ardından 1998’de bütün şiirlerini “Gün Doğmadan” adıyla tek bir kitapta toplar. Son yirmi yılda ise siyasetle yakından ilgilenir, kurmuş olduğu ve başkanlığını yaptığı “Yüce Diriliş Partisi”nde sohbetler yapar. Aslında parti kurması, parti ile birlikte meydana çıkması şiiriyle, düşünceleriyle edebiyat alanında yaptığı mücadeleyi siyasi ve sosyal hayatta devam ettirmektir.
Her çağın bir şairi vardır. Çağımızın şairi de Karakoç’tur. Karakoç eserleriyle bir annenin çocuğunu emzirişi gibi çağının çocuklarını emzirmiştir. Yazılarıyla zihinleri, şiirleriyle ölü yürekleri diriltmiştir. Yaşamı ve sanatıyla çağının vicdanı olmuştur: “Onlar sanıyorlar ki biz sussak mesele kalmayacak. Hâlbuki biz sussak, tarih susmayacak. Tarih sussa, hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Hâlbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.” diye seslenerek insanlığın dirilişini müjdeleyen hoş bir seda bırakmıştır. 16 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’da vefat ettiğinde cenazesine büyük bir kalabalığın katılması, yaşarken gözden uzak olan bu şairin bir anda yüz binlerin omuzunda ebediyete yürümesi oldukça anlamlıdır. Zira sürdüğü münzeviliği gerçekte bir yeraltı çağlayanı gibi yeryüzündekileri beslemektedir. Şiirlerine, nesirlerine ve cenazesine gösterilen ilgi bunu göstermiyor mu?