Kerim ALPTEKİN
Ordu Altınordu Hasanbey Camii İmam Hatibi

Ev imgesinin, bilinen anlamının ötesinde metaforik derin çağrışımları vardır. Ev, insan için ilk koruyucu hücredir, dış dünyanın güvensizliğine karşı sığınaktır. Ancak geçmişten günümüze kabul gören özellikleriyle evin bireysel, toplumsal işlevini yitirdiği, çıkar bölgesine dönüştüğü tartışmaları, “Ev geçmişte kalmıştır.” diyen Adorno gibi düşünenler tarafından çoktandır dillendiriliyor. Bu yazının konusu din, düşünce, ideoloji, kültür, inanç gibi kimliğimizle ilgili konularda farklı coğrafyalara, âlemlere, kültürlere özellikle de sanal evrenlere taşınmanın ortaya çıkardığı sıkıntıları ev imgesi merkezinde metaforlaştırarak ele almak, ev kavramını düz anlamı ve mecaz anlamı arasındaki benzetmelerle değişik manaları ifade eden bağlamlarıyla bilhassa da “ontolojik güvenlik” ihtiyacı ile ilişkilendirmektir.   

Mekân ile olan ilişkimiz, insanı bulunduğu ortamdan koparan internet ve yazılıma dayalı dijital dünyanın hayatımıza dâhil olmasıyla hiç olmadığı kadar köklü bir değişim geçirmiştir. Mekândan kasıt sanal âlem, ev, şehir, ülke ve kültürel coğrafyadır. Wadah Khanfar, yeni yurtlar hakkında, “Yeni coğrafi konumla (ulusal, kabilesel, toplumsal ve ailevi) bağlantılı geleneksel ‘yuva’dan, coğrafyanın üzerinde yer alan ve kişinin benlik ve bilincini şekillendirmedeki önemi hızla yükselen diğer ‘yuva’lar lehine giderek artan bir uzaklaşmaya yol açacaktır.” diyor, İlk Bahar kitabında. Tam da sabit yer, sabit düşünce fikrimizi yitirdiğimizin gerçekliğini yaşadığımız dönemdeyiz. Postmodern zamanın, ortamın en temel özelliği insanın bağlanma duygularını kaybederek süreksizliğe teslim olmasıdır. Kalıcılıktan ziyade devamlı yenilenme, yeni yerler keşfetme ve değişim arzusudur. Bu anlayışın vardığı yer, internet, sosyal medya, dijital platformlar derken insanın zorunlu ikametgâh adresi metaverse, Türkçesi sanal evren olacak gibi görünüyor, artık fiziksel olanla dijital olan arasındaki sınırlar kalkacağından gerçek kavramı başlı başına alaşağı ediliyor. Fakat bu durumun sosyolojik bir yurt(lanma) veya düşünsel yurt(lanma) bağlamında dinî, ahlaki ve toplumsal alanlarda nasıl sonuçlar doğuracağı bir tarafa, bu sanal gerçekliğin dünyasında geçirilecek zamanın neliği ve niteliği üzerine düşünmemiz lazım. 

Yirminci yüzyıl insanının önceki hemcinslerinden farklı olarak küresel, sanal mekânı vardır. İnternet ile başlayan kademeli mekân değişikliği yeni evren tasavvuruyla dünya insanının konuşlandığı sanal evreni daha işlek hâle getirdi. Özellikle metaverse, içinde arazi satın alma, kiralama, farklı turlara çıkma gibi seçeneklerle zamanı bölerek başka evrenlere yolculuk yapma, ekonomik alan oluşturma gibi imkânlar sunuyor. Hatta gelecekte sanal çocuk bile büyütülebileceği iddiaları var. Günümüz romanlarında da yeni anlamlara ve dünyalara ulaşma hedefiyle zamandan zamana, mekândan mekâna anlık geçişler kurgulanıyor. Sinema ve TV dünyası ise zaten dijital ortamdaki yersizlik, zamansızlık duygusunu başarılı senaryo ve görsel efektlerle ortaya koyuyor. Örneğin Severance (Ayrılma) isimli dizide bir şirket, çalışanlarının beynine çip taktırıyor. Çalışanın ofisine girdiği andan itibaren zihni tamamen işine odaklanıyor. Özel hayatına dair ne varsa hafızadan siliniyor. Eve döndüğünde ise iş ile alakalı hafızası silinerek normal yaşama dönüyor. Radyoda frekans değiştirir gibi mesai öncesi ve sonrasında hafıza iş ve özel alan arasında sürekli değişiyor. Böylece iş ve yaşam arasında denge kurulduğu mesajı veriliyor dizide. Hâliyle gerçeklik algısının temelden değiştirildiği bu tarz yapımlarla karşılaştığımızda “Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Gittiğimiz yer ne kadar tekin? Neye dönüşüyoruz?” gibi sorular, zihnimizi yormaya başlıyor.  

Kültürel yuvalarından uzaklaşanların tekinsizliği

Herhangi bir sebepten yerliliğin tanıdık, bildik vatanından ayrılarak yeni bir başlangıç için ikame yurt arayışına çıkanlar yabancı toprakların, havzaların, kültürlerin hamuruyla özdeşleştiklerinde geçmişin izlerinden kurtulduklarını düşünebilirler. Ama eskiyen elbisenizi çıkarmakla ondan kurtulmuş olamazsınız. Onunla yaşadıklarınız, hatıralarınız var çünkü. Bugün aile olduğumuz “ev”leri, bizi biz yapan değerleri, özellikle ekranların içinde kurgulanan dünyaların cazibesiyle, sunduklarıyla, dayatmasıyla terk etmeye zorlanıyoruz.  Sahip olduğumuz sosyolojik “yurt”ların, (din, kültür, düşünce, inanç, ideoloji…) gerçeklikleri, içerikleri, pratikleri ile bu kadar yoğun fay hatları üzerindeki sarsıntılara ne kadar dayanabileceğini (bize) zaman gösterecek. Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat kitabında, “Sadece içinde büyüdükleri evlere değil, onlara yuva oluşturmuş bazı hazır düşüncelere de mesafe alabileceklerine inandıkları, yeni bir başlangıca hazırladıkları bir zamandayız.” ifadesiyle yeni sosyolojik mekânların eskilerini yerinden edeceğini ima ediyor. Gürbilek, aynı zamanda kapitalizmin yersizleştirici ve yurtsuzlaştırıcı tekinsizliğine dikkat çekiyor. “Dünya bir yerden diğerine sürüklenenlerin, ne kaldıkları ne gittikleri yere yerleşebilenlerin dünyası olduğu için, bu yerinden edilmeler dünyanın yerleşik düzeniyle birlikte ülke, yurt, memleket kavramlarını yerinden etmiştir.” Hâliyle bu durumdakilerin, inançlarına ve vatanlarına bakış açıları eskisi gibi olmayacak. 

Başka toplumların, kültürlerin, ideolojilerin, dinlerin yaşandığı topraklara ayak basıldığı andan itibaren bir etkileşimin olmaması imkânsız. O ana kadar var olan düşünsel ve kültürel birikimlerimizi gittiğimiz yere taşıma ve içinde bulunulan yeni kültürün hâkimiyetine girme gibi etkileşimler üzerine çok şeyler konuşulacak sosyolojik görüntüleri ortaya çıkarıyor. Eğer mekân değişimi iki farklı kültür arasında ise çatışmanın, gerilimin, ikiliğin, arafta olmanın her hâline maruz kalırsınız. En kötüsü ise ben idraki yitirildiğinde ortaya çıkıyor. Kendi olmayı başaramayanların sonu kaçınılmaz olarak başkalaşmadır. Tanpınar’ın tarifiyle “kültürel inkâr” anlamında köklerinden utanan, köklerini reddeden insanların varlığı söz konusu. İşte bugün dünya böyle bir paradoksu yaşıyor. Geleneksel toplumun ferdi olarak dünyaya gelen fakat modern teknolojinin imkânlarıyla tanıştıktan sonra değişen insan, hayatı sürekli gerçek olanla yapay olanın arasında pozisyon alarak yaşamak zorunda. Tam anlamıyla insan, artık ne ait olduğu coğrafyanın çocuğu ne de modern dünyanın ferdi. Ne ayrıldığı ne de yerleştiği yerde yerli olamama hâli bu. Bu arada “yerliliğe” ontolojik bir değer yüklediğimi belirteyim.   Bulunduğu coğrafyanın yetersizlikleri, çaresizlikleri karşısında çözüm olur diye düşündüğü mekânlarda, platformlarda muhacir konumuna düşüyor çoğu insan. Tanıl Bora’nın deyimiyle “memleketin beşerî coğrafyasını” merak etmeli, araştırmalı, bilmeli insan. Böylece hem kendi toplumunu hem de gideceği toplumun, kültürün kimliğini yakından tanımanın avantajıyla nerenin uçurum, kimin tekin olduğunun bilinciyle hareket etme imkânını elde eder.   

Muhacirlik; bazen savaştan, baskıdan, açlıktan dolayı mülteciliğin, bazen umut arayışından göçün, bazen mutluluğun hayalini uzaklarda kovalamanın, bazen var olan imkânları yeterli görmediğinden yeni fırsatların peşinden koşma isteğinin,  bazen farklı kültürün daha özgür daha rahat ortamının çekim alanına dâhil olma arzusunun, bazen de imkânsızın peşinden koşma serüveninin adı oldu. Kiminde can güvenliği içinde yaşayabilmek için zorunlu terk (hicret) kiminde gönüllü ayrılış. Hepsi sonuçta var olduğumuz evimizden, yurdumuzdan, fikirlerimizden başka diyarlara yelken açmaktır. Tecrübeler genellikle gidilen yerin, geleni kendine benzettiğini gösteriyor. Tabii kendi de değişiyor. Kendi sözünü, davasını, kültürünü gittiği yere taşıyanlar, karşılıklı etkileşime giriyorlar. Çoğu zaman muhacir konumunda olan kişi garip olmaya, garip yaşamaya mahkûm oluyor. Yeni evine taşınan insanın hissettiği duygu, eski evinde yitirdiklerinin farkına vardırmıyor olabilir. Sonrasında modern malzemelerle örülen duvarların arasında sıkışmışlığın, yalnızlığın psikolojisiyle çoğunlukla hep geriye doğru özlem, evine hasret duygusu açığa çıkıyor. Çocukluğumuzun o saf, bozulmamış hâline duyduğumuz özlem gibi. Fakat geriye dönüş kolay olmuyor. 

Kimliği genişletmek 

Lübnan’da doğan, yirmi yedi yaşına kadar orada kaldıktan sonra Fransa’da yaşayan Amin Maaloof, Ölümcül Kimlikler’inde, “Beni ben yapan şey bu şekilde iki ülkenin, iki üç dilin pek çok kültür ve geleneğin sınırında bulunuşumdur.” çıkışıyla kimliğin çok anlamlılığına vurgu yapıyor. Kimliğin sabit statik bir yapı olmadığını tam aksine kimliğin; genişleyen, değişen, etkilenen aktif canlı varlık gibi geliştiğini ima ediyor. Avrupa’da yaşayan, farklı coğrafyadan değişik diller konuşan, inancı farklı olan insanların aidiyet duyguları için ise şu yorumu yapıyor: “Hepsi de içlerinde bugün şiddetli bir çatışma hâlinde aidiyetler taşıyorlar; bir bakıma, içlerinden etnik, dinsel ya da daha başka kırılma hatlarının geçtiği, sınırda insanlar. Bu insanlar çok yönlü aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek zorunda bırakılıyorlarsa, dünyanın gidişatı hakkında endişelenmeliyiz… Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız.” Maaloof’un bu sahici tahlilinin ardından şu soru akla geliyor: Hiçbir yerin yabancısı olmadan yaşamak mümkün mü?
Tarihçi Marc Bloch, “İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır.” dese de bazıları zamanının dışında yaşamayı tercih ediyor. Bugün postmodern zamanın ürettikleriyle kuşatılmış durumdayız. Fiziki olarak evimizde fakat ruhumuzla, gözümüzle, duygularımızla başka mekânlardayız elimizdeki akıllı teknolojiler aracılığıyla. Tam anlamıyla her iki tarafta olamama hâlini sonuna kadar yaşıyoruz. Sanal dünyaya adımımızı attığımız andan itibaren sanki kimliksizleşiyor, biz olmaktan çıkıyoruz. O evrenin içinde bize sunulan imkânların, görüntülerin, üretilen enformasyonun taarruzuna maruz kalan sürünün parçası oluyoruz. Sürüden kopmanın imkânsızlığıyla yüzleştiğimizde meseleyi toptan ret veya kabul olarak ele almak yerine kendi kimliğimizin karakterini kaybetmeden, onu yadsımadan sanal âlemde nasıl bulunacağımızın cevabını verebilmeliyiz. 

Evimize, yurdumuza, özümüze dönmek mümkün mü? 

Hepimiz bir kültürel “evde” doğuyor, ev sakinlerinin telkinlerini dinliyor, davranışlarından olumlu ya da olumsuz etkileniyoruz. İçinde doğduğu kültürün dışındaki dünyaya taşınanlar hakkında muhafazakâr camianın önde gelen düşünürleri, Batı’nın evine kaçma metaforu üzerinden bu tartışmaya dâhil oluyorlar. Sezai Karakoç, Batı’ya giden yedi oğlun ayrı hikâyelerini anlattığı masal şiiriyle karşımıza çıkıyor. Evini terk eden yedi oğuldan altısı kendi “ev”ine, kültürüne yabancılaşarak Batı’ya teslim olurken sadece biri kendi kalarak orada ölüyor. Beşir Ayvazoğlu ise Yahya Kemal’i anlattığı Eve Dönen Adam kitabında Batılılaşma tarihini evden kaçışın tarihi olarak görüyor. 

Antik dünyanın kapısında “kendini bil” yazılıyken bu ontolojik söylem bugün “kendin ol”a dönüştü. “O hâlde olması gereken nedir?” sorusunu soracağınızdan eminim. Bugün bizi yerimizden yurdumuzdan eden teknolojik alana anlık giriş çıkışlarımız olacaktır. Genelde toplumlar yeni karşılaştıkları meselelerde yabancı eli görüyorsa ona mesafeli yaklaşıyor veya savunma eğilimli oluyor, bilhassa dijital dünyaya karşı. Elbette etrafımıza kalın duvarlar örerek bulunduğumuz yeri hücreye dönüştürmeyeceğiz. Sebebi ne olursa olsun göçebeliklerin sonunda aile ocağını hatırlayıp geri dönen hayırlı evlatlar gibi yuvalarımıza dönmesini bilmeliyiz. Değişik coğrafyaların, yabancı kültürlerin içine girdiğimizde öz kültürümüzü koruyarak karşılıklılık ilkesiyle iletişime açık olacağız. Fakat bu temaslar gittiğimiz yerde yıkıcı değil yapıcı, ölçülü ve besleyici etki oluşturmalı. Tıpkı İslam’ın ilk asırlarında başka coğrafyalarla vahyin süzgecinden geçirdikten sonra kurulan diyalojik ilişki gibi bir iletişim modeli geliştirebilirsek kendimizi açarak ve aşarak daha geniş yurt anlayışına ulaşabilir, gittiğimiz yeri etkileyebiliriz. Yaşadığımız yer olsun ara sıra uğradığımız sanal muhitler olsun, sahip olduğumuz güzellikleri duruşumuzla, tavırlarımızla sergileyebildiğimiz ölçüde yurtsuzluğun ortaya çıkardığı kozmopolit karakterden kurtulabiliriz. 

O hâlde yaşadığımız göçebeliklerin sonunda eve dönüş olabilir mi? Cevabı zor. Yine de mümkün olduğunu düşünüyorum. Yeter ki eve dönülmesini isteyenler; her taraftan dökülmüş, zihnî hudutları daraltılmış, “ev”leri birlikte yaşanabilecek geniş odalı yuvalara dönüştürsünler, her yere sinmiş tahammülsüzlüğü temizlesinler.  Zaten âdemoğlu cennetten yeryüzüne dünyayı imar ve ihya için indirilmedi mi? Bütün mücadelesini, arayışını, özüne yönelerek asıl mekânı olan cennetine dönme üzerine yapmıyor mu?