عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لاَ يَأْخُذُ أَحَدٌ شِبْرًا مِنَ الأَرْضِ بِغَيْرِ حَقِّهِ، إِلاَّ طَوَّقَهُ اللَّهُ إِلَى سَبْعِ أَرَضِينَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kim hakkı olmadığı hâlde bir karış yeri alırsa, Allah kıyamet günü yedi kat yeri onun boynuna dolar.”
(M4136 Müslim, Müsâkât, 141)
***
عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ بْنِ أَبِى بَكْرَةَ، عَنْ أَبِيهِ: ذَكَرَ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَعَدَ عَلَى بَعِيرِهِ وَأَمْسَكَ إِنْسَانٌ بِخِطَامِهِ... قَالَ: “فَإِنَّ دِمَاءَكُمْ وَأَمْوَالَكُمْ وَأَعْرَاضَكُمْ بَيْنَكُمْ حَرَامٌ كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هَذَا، فِى شَهْرِكُمْ هَذَا، فِى بَلَدِكُمْ هَذَا...”
Abdurrahman b. Ebî Bekre'den (ra) nakledildiğine göre, babası (Ebû Bekre) şunları anlatmıştır: Hz. Peygamber (sas) (Veda Haccı'nda) devesinin üstüne oturdu, bir adam da devenin yularını tutuyordu. Sonra insanlara şöyle hitap etti: “(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde bu (arefe) gününüz nasıl mukaddes ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (şeref ve namusunuz) da aynı şekilde mukaddestir.”
(B67 Buhârî, İlim, 9; M4384 Müslim, Kasâme, 30)
***
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عُمَرَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لاَ يَحْلُبَنَّ أَحَدٌ مَاشِيَةَ امْرِئٍ بِغَيْرِ إِذْنِهِ، أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ تُؤْتَى مَشْرُبَتُهُ فَتُكْسَرَ خِزَانَتُهُ، فَيُنْتَقَلَ طَعَامُهُ؟ فَإِنَّمَا تَخْزُنُ لَهُمْ ضُرُوعُ مَوَاشِيهِمْ أَطْعِمَاتِهِمْ، فَلاَ يَحْلُبَنَّ أَحَدٌ مَاشِيَةَ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِهِ.”
Abdullah b. Ömer'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sakın bir kimse izni olmadan bir başkasının davarını sağmasın! Sizden biriniz yiyecek ve içeceklerinin saklandığı mahzenine gelinmesini, dolabının kırılmasını ve oradaki yiyeceklerinin götürülmesini ister mi? Hayvanlar da insanlar için onların yiyeceklerini muhafaza ederler. Onun için hiç kimse diğerinin hayvanının sütünü, onun izni olmaksızın asla sağmasın.”
(B2435 Buhârî, Lukata, 8)
***
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ فَهُوَ شَهِيدٌ.”
Abdullah b. Amr'ın (ra) işittiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Malını savunurken öldürülen kimse şehittir.”
(B2480 Buhârî, Mezâlim, 33; M361 Müslim, Îmân, 226)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِذَا اسْتَأْذَنَ أَحَدُكُمْ أَخَاهُ أَنْ يَغْرِزَ خَشَبَةً فِى جِدَارِهِ فَلاَ يَمْنَعْهُ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Biriniz (din) kardeşinden duvarına ağaç dayamak için izin isterse (duvar sahibi) onu(n bu isteğini) reddetmesin.”
(D3634 Ebû Dâvûd, Kadâ' (Akdiye), 31; T1353 Tirmizî, Ahkâm, 18)
***
Medineliler arasında darbı mesel olmuştu Ervâ b. Üveys. Onlar, birine beddua edecekleri zaman, "Allah (cc), Ervâ’yı âmâ ettiği gibi seni de âmâ etsin!" derlerdi. Ervâ bir gün, evinin arazisinin bir kısmına tecavüz ettiğini iddia ettiği Saîd b. Zeyd'i (ra), Muâviye döneminde Medine valisi olan Mervân b. Hakem’e dava etmişti. Saîd b. Zeyd (ra), onun bu suçlamasına karşı, "Resûlullah’ın (sas) sözünü işittikten sonra ben onun arazisini işgal edeceğim, öyle mi?!" diyerek kendisini savundu. Kendisine, "Peygamber’den (sas) ne duydun?" diye sorulunca, Saîd, "Resûlullah’ın (sas), "Kim hakkı olmadığı hâlde bir karış yeri alırsa, kıyamet günü o arazi yedi kat yer(in dibine kadar) o adamın boynuna dolanır." buyurduğunu işittim." dedi.
Bunun üzerine Mervân da, "Bundan sonra senden başka bir delil istemiyorum." dedi. Sonra Saîd, "Ey Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa, onun gözünü kör et ve onu o arazisinde öldür!" diye beddua etti.
Rivayetlere göre kadın ölmeden önce kör oldu. Kör hâliyle duvarlara tutunarak dolaşırken, "Bana Saîd b. Zeyd’in (ra) bedduası dokundu." diyordu. Sonra kendi arazisinde dolaşırken bir kuyuya düştü ve bu kuyu onun mezarı oldu.
Buna benzer başka bir olayda da Hz. Âişe (ra), Abdurrahman b. Avf’ın (ra) oğlu Ebû Seleme’ye, Resûlullah’ın (sas) başkasının arazisini haksızlıkla ele geçirmekle ilgili uyarısını hatırlatır. Buna göre, Ebû Seleme ile bazı kişiler arasında bir arazi konusunda husumet vardı. Ebû Seleme durumu Hz. Âişe’ye (ra) gidip anlattığında Hz. Âişe (ra) ona şu tavsiyede bulundu:
"Ey Ebû Seleme! Sen buradan sakın! Çünkü Resûlullah (sas), "Kim bir karış kadar toprak için zulmederse (kıyamet gününde) yedi kat toprak onun boynuna dolanır." buyurmuştu."
Söz konusu şahıslar arasında gerçekleşen dava ile İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, kişilere mülkiyet hakkının tanındığı apaçık ortadadır. Hatta hakkı gasp edilen şahısların hak arama mücadelesi, özel mülkiyetin hukukî olarak koruma altına alındığını da göstermektedir. Allah Resûlü (sas) ashâbına özel mülkiyetin dokunulmaz olduğunu anlatırken herkesin kendisine ait mülkü olabileceğini ilân etmektedir. Sahâbeden Kays b. Âsım’ın (ra), ölmeden önce oğullarına yaptığı vasiyet de Müslümanlara bu konuda yol gösterir niteliktedir: "Siz, iyilik yapmak için mal kazanın. Çünkü mal, iyi kimse için şeref sebebidir ve onun sayesinde namerde muhtaç olunmaz."
Her şeyden evvel mülkiyet, dinimizin izin verdiği, çalışma, miras ve ticaret gibi meşru bir yoldan elde edilmiş olmalıdır. Sonradan emek harcanarak kazanılan şeylerde olduğu üzere miras gibi doğuştan gelen birtakım haklara sahip olmak da Müslümanlar için meşrudur ve dokunulmaz olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’in (sas) Veda Haccı’nda hastalanan Sa’d b. Ebû Vakkâs’ı (sas) ziyareti esnasında yaptığı tavsiye, miras yoluyla kazanılan mülkiyetin meşruluğunu gösterir. Buna göre Sa’d bir tek kızından başka kendisine vâris olacak kimse olmadığını, bu nedenle malının çoğunu sadaka olarak dağıtmak istediğini söyler. Allah Resûlü (sas) ise "Vârislerini zengin bırakman, insanlara el açan fakirler olarak bırakmandan daha iyidir. Allah’ın (cc) rızasını kazanmak için vereceğin her nafaka, hatta hanımının ağzına koyduğun her lokma, sana sevap kazandırır." buyurarak Sa’d’ı bu fikrinden vazgeçirir ve sahip olduğu malın kendinden sonra mirasçılarının tasarrufuna geçeceğini açıklar. Mirasla ilgili, "Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Allah (cc), bırakılanın azından da çoğundan da bunları farz kılınmış birer hisse olarak belirlemişti." gibi âyetler de mirasla elde edilen mülkiyetin meşru kabul edildiğini göstermektedir.
Resûlullah’ın (sas) birçok kez bağış yoluyla ashâbını mülk sahibi yaptığı ve ashâbın da bu yolla elde ettikleri mallar üzerinde tam olarak tasarruf sahibi oldukları görülmektedir. Örneğin Peygamberimiz (sas), el-Kabeliyye isimli bir nahiyenin madenlerini deresiyle tepesiyle Bilâl b. Hâris el-Müzenî’ye bağışlamıştır. Ayrıca ona Kuds Dağı’nın ziraate elverişli olan yerlerini de vermiştir. Rivayette Resûlullah’ın (sas), "Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed’in (sas), Bilâl b. Hâris el-Müzenî’ye verdiği yerleri bildiren bir vesikadır. Deresiyle tepesiyle el-Kabeliyye nahiyesini ve Kuds Dağı’nın ziraate elverişli olan yerlerini ona bağışlamıştır. Ona hiçbir Müslümanın hakkını vermemiştir." ifadelerini içeren yazılı bir belgeyi Bilâl’e verdiği de bildirilmektedir. Allah Resûlü (sas) ayrıca, annesine bağışladığı hurma bahçesini, annesi öldükten sonra diğer kardeşlerine paylaştırmadan tekrar kendi üstüne almak isteyen birine, "O bahçe, hayatında da ölümünde de kadına aittir." buyurarak hibenin mülk edinmenin meşru yollarından biri olduğunu ortaya koyar.
Mülkiyet edinmede en güzel yol ise alın teri ile bir emek karşılığında kazanılan maldır. Dinimiz, mülkiyet hakkı konusunda kadın ve erkeği eşit kabul eder. "İnsan için ancak çalıştığı vardır." âyet-i kerimesi, kadın erkek herkesi kapsamaktadır. Bu nedenle kadınların da mülk sahibi olmaları doğal kabul edilmiştir. "...Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır..." âyet-i kerimesi kadının mal mülk sahibi olma hakkını açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla aile içinde de özel mülkiyet, diğer bir ifadeyle karı kocanın kendilerine ait mülkiyet hakları vardır. Kadın ve erkek kendi mallarından istediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptirler ve bunun için herhangi bir kimseden izin almak zorunda değildirler.
Hırsızlık, kumar, rüşvet, ihtikâr ve faiz gibi İslâm dininin helâl saymadığı yolları kullanarak mülk edinmek ise meşru değildir. "Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin." âyet-i kerimesinde de bildirildiği gibi haksız olarak kazanç elde etmek üzere farklı yollara başvurmak yasaklanmıştır. Dinimiz mülkün meşru bir şekilde kazanılmasını istemekle kalmamış, onun meşru olmayan yollarla kullanılmasını ve israfı da yasaklamıştır. Ayrıca kişinin mülkiyetini elinde bulundurduğu malı diğer insanları zorda bırakacak şekilde kullanması ya da saklaması tasvip edilmemiş, dolayısıyla piyasada sıkıntı olduğu bir zamanda malın bir köşede bekletilip piyasaya sürülmemesi (ihtikâr) hoş görülmemiştir.
Aslında mal, İslâm’da zarurî olarak korunması gereken temel unsurlardan biri olarak zikredilmiştir. Veda Haccı esnasında, "(Ey insanlar!) Bu (Zilhicce) ayınızda, bu (Mekke) şehrinizde bu (arefe) gününüz nasıl mukaddes ise, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (kişilik şeref ve namusunuz) da aynı şekilde mukaddestir." buyuran Peygamberimiz (sas), sahip olunan malı da korunması gereken değerler arasında ele almıştır. Menkul ya da gayri menkul, başkasının mülkiyetinde olan her çeşit malın haksız olarak, zorla ya da hileyle ele geçirilmesi gasptır. Hz. Peygamber (sas), mülkiyet hakkının dokunulmazlığına örnek olması kabilinden mal sahibinin izni olmaksızın malda tasarrufta bulunulamayacağını vurgulamış, bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Sakın bir kimse izni olmadan bir başkasının davarını sağmasın! Sizden biriniz yiyecek ve içeceklerinin saklandığı mahzenine gelinmesini, dolabının kırılmasını ve oradaki yiyeceklerinin götürülmesini ister mi? Hayvanlar da insanlar için onların yiyeceklerini muhafaza ederler. Onun için hiç kimse diğerinin hayvanının sütünü, onun izni olmaksızın asla sağmasın." Her bireyin çalışıp meşru yollardan kazandığı malına sahip çıkma ve kazandığı malını tasarruf etme hakkı vardır. Kişi, gayri meşru yollar olmamak kaydıyla kazandığını ister biriktirir, ister tüketir, ister satarak gelirinden fayda elde eder. Dinimiz özel mülkiyeti temel bir insan hakkı olarak ele alır. Bu nedenle meşru mülkiyet korunmuş ve kişiye onu müdafaa hakkı verilmiştir. Helâl yollardan elde edilen mülkiyeti korumak, emeğe saygının bir ifadesi olmuştur. O kadar ki Peygamberimiz (sas), "Malını savunurken öldürülen kimse şehittir." buyurarak şahsa ait mülkiyetin dokunulmazlığını ortaya koymuştur.
Mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte diğer haklar gibi sınırlıdır. Bir başka kişinin bireysel hakları, kamu yararı, sosyal adalet gibi unsurların devreye girmesiyle bu hak gözden geçirilerek kısıtlanır. Aynı şekilde komşulukla ilgili konularda zarurî menfaatleri karşılamak, hak gözetmek ve zarar vermemek prensipleri temelinde mülkiyet hakkı sınırlandırılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sas) de bu yönde bazı uygulamaları olmuştur. Örneğin ashâbdan Semüre b. Cündeb’in, Medineli bir Müslüman’ın bahçesinde yeni dikilmiş bir hurma ağacı vardı. Semüre o hurma ağacının bakımıyla ilgilenmek için bahçeye girip çıkıyordu. Ancak bahçede ailesiyle birlikte yaşayan bahçe sahibi bir zaman sonra Semüre’nin, bahçesine bu şekilde girip çıkmasından rahatsız olmuş ve bu durum zoruna gitmeye başlamıştı. Semüre’den, bu hurmayı kendisine satmasını istediğinde o, bu teklifi kabul etmemiş, bu defa bahçe sahibi ağacı oradan söküp başka bir bahçeye götürmesini teklif etmişti. Semüre bunu da reddetti. Bunun üzerine bahçe sahibi Hz. Peygamber’e (sas) gidip durumu anlattı. Peygamberimiz (sas) de öncelikle Semüre’ye, bu ağacı bahçe sahibine satmasını, daha sonra da ağacı bahçeden başka bir yere taşımasını teklif etti. Semüre her iki teklifi de reddedince Hz. Peygamber (sas), "Onu bu bahçenin sahibine bağışla, karşılığında sana şu kadar sevap var." tavsiyesinde bulundu. Semüre yine kabul etmeyince Allah Resûlü (sas), "Sen zarar göreceksin!" dedi ve bahçe sahibine de Semüre’nin hurmasını sökmesini söyledi. Böylece Hz. Peygamber (sas) şahısların, mülkiyet haklarını diğer insanların haklarını ihlâl edecek ve onların zararına sebep olacak şekilde kullanamayacaklarını göstermiş oluyordu.
Özel mülkiyetin dışında kamu malı olan otlaklar, ot, su ve ateş gibi kamunun yararını sağlayan bazı maddeler de ortak kullanıma açıktır. Bu nedenle bunların özel mülk olarak kullanılması doğru değildir. Diğer taraftan tükenmez nitelikteki madenler, özel mülkiyete dâhil olmayıp kamu mülkiyeti kapsamında değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Hz. Peygamber (sas), bir tuzlayı bizzat istemesi üzerine Ebyad b. Hammâl’e özel mülkiyet olarak vermiş, ancak daha sonra bu bölgenin tükenme ihtimali olmayan bir tuz madeni olduğu kendisine hatırlatılınca, tuzlayı geri alıp kamunun hizmetine tahsis etmiştir.
Özel mülkiyet, satıma konu olan bir şey ise bazen satışı da yasaklanabilir. Şayet bir tarla veya bahçe üzerinde kamu menfaatini gerçekleştirmek üzere yapılacak bir işlem söz konusu ise orada mülk sahibinin bazı tasarrufları engellenebilir. Bu bağlamda özel mülkiyetin, diğer bir ifadeyle mülk sahibinin tasarruflarının ne zaman, hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiştir. Örneğin tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak veya boru döşeyerek su geçirme hakkı vardır. Bu kanal bazen komşu arazi sahiplerince ortaklaşa veya devlet tarafından yaptırılabilir. Bir arazi sahibi, komşu arazi sahiplerinin su geçirmesini engelleyemez. Bu konu ile ilgili olarak Hz. Ömer’in (ra) bir uygulaması örnek olarak gösterilir. Hz. Ömer’in (ra) hilâfetinin sonuna kadar yaşayan sahâbe Dahhâk b. Halîfe Ureyz mevkiinden bir su kaynağı bulur ve bu suyu Resûlullah’ın (sas) çıktığı bazı gazvelerinde Medine’de yerine vekil olarak bıraktığı Muhammed b. Mesleme’nin arazisinden geçirmek ister. Dahhâk, bu işlemin ona pek zararı olmayacağını, üstelik aynı kanaldan, sulama için onun da yararlanabileceğini söylese de Muhammed b. Mesleme’yi razı edemez. Halife Ömer (ra) tarafları dinledikten sonra, Muhammed b. Mesleme’ye kendisi için de yararlı olacak bu suyoluna niçin izin vermediğini sorar. Muhammed, yeminle izin vermeyeceğini söyleyince, Hz. Ömer (ra), "Yemin ederim ki karnının üzerinden de olsa o suyu oradan geçiririm." der ve kanalın açılmasını emreder. Hz. Ömer’in (ra) bu uygulaması, idarenin, gerektiğinde toplum içinde yaşanan sorunları çözmek amacıyla özel mülke müdahale edebileceğini gösterir.
Her ne kadar yönetici özel mülkiyete gerekli durumlarda müdahale edebilirse de ortaya çıkan anlaşmazlıkların karşılıklı rıza ile çözülmesi daha güzeldir. Sağduyunun hâkim olduğu, karşılıklı yardımlaşma ve fedakârlığın ön plana çıkarıldığı bir ortamda problemler daha kolay çözülür. Bu nedenle Müslümanlardan, insanların ihtiyaçlarına daha duyarlı yaklaşmaları beklenir. Ebû Hüreyre’den (ra) nakledilen bir hadise göre Resûlullah (sas), "Biriniz (din) kardeşinden duvarına ağaç dayamak için izin isterse (duvar sahibi) onu(n bu isteğini) reddetmesin." buyurur. Burada Peygamberimizin (sas) bu ifadesi bir zorunluluk değil, tavsiye niteliğindedir. O (sas), tamamen kişinin şahsî tasarrufuna bırakılan mülkün, diğer insanların işlerini kolaylaştıracak şekilde kullanılmasını teşvik etmiştir. Özel mülkün bu şekilde istifadeye sunulması, Müslümanlar arasında komşuluk ilişkilerini, yardımlaşma ve dayanışmayı güçlendirmesi açısından önemli görülmüştür.
İslâm dinine göre, birtakım sosyal sorumlulukları da beraberinde getiren bir hak olarak kabul edilen mülkiyet, aslında insana emanet olarak verilmiştir. Zira Allah’a (ra) inananlar, her şeyi O’nun yarattığını, dolayısıyla her şeyin O’nun mülkü olduğunu kabul ederler: "Göklerin, yerin ve içindekilerin hükümranlığı Allah’a (cc) aittir." Kul, sahip olduğu mülkü kendi ihtiraslarını tatmin etmek için değil, Allah’ın (cc) rızasını elde etmek maksadıyla değerlendirmeli, imtihan vesilesi olan bu dünyada kendisinin ancak bir emanetçi olduğunun bilinciyle hareket etmelidir. "De ki: "Şu göklerdekiler ve yerdekiler kimindir?" "Allah’ındır" de..." gibi birçok âyette mülkün asıl sahibinin Allah (cc) olduğu vurgulanırken, yeryüzüne halife olarak gönderilen insanın Allah’ın (cc) mülkünde ancak bir emanetçi olarak tasarrufta bulunabileceği kabul edilmiştir. Bu nedenle ellerindeki malları açık veya gizli şekilde muhtaçlara yardım yolunda sarf edenler övülmüş, böyle kimselere Allah (cc) katında büyük mükâfat olduğu belirtilmiştir. Akrabanın ve ihtiyaç sahiplerinin sadaka yoluyla gözetilmesinin yanında zekâtın farz kılınmasıyla mülkiyetin belli ellerde birikmesine ve hazine olarak bir köşede bekletilmesine bir bakıma dolaylı biçimde sınır getirilmiştir. Zekât, sadaka gibi malî sorumlulukları yerine getirmemesi insanın Yaratıcısı’na karşı nankörlük etmesi olarak kabul edilmiştir. Zira müminler sahip oldukları şeylere karşı sevgilerini Allah (cc) ve Resûlü’ne (sas) olan sevgilerinden öteye geçirmemekle sorumlu tutulmuşlardır. "Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, hısımınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah (ra) ve Resûlü’nden (sas) ve onun yolunda cihaddan daha sevgili ise artık Allah’ın (ra) emri gelinceye kadar bekleyin, Allah (ra) öyle fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez." âyeti kerimesi ile müminlerden sahip oldukları şeylere bu bakış açısıyla yaklaşmaları istenir.
Servet sahibi Kârûn’un söz konusu sorumlulukları yerine getirmeyip Allah’a (ra) nankörlük etmesi nedeniyle Kur’an’da eleştirilen tutumu, aslında eşyaya karşı duruşu aynı olan bütün insanlara yöneliktir. Yüce Yaratıcı (ra), kendisine bahşedilen nimetler için, "Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir." sözleriyle, elindekileri kendisine mâl ederek küstahlaşan Kârûn’a verdiği dersle, bütün insanlığa gerçek mülk sahibinin kendisi olduğunu hatırlatır. İnsanın sahip olduklarını kendisine mâl ederek bencilleşmesi, cimrileşmesi, hırslanması ve başkalarını unutup sadece kendi çıkarlarını düşünmesi, onu ancak hüsrana götürür. Zira kendisine emanet olarak verilen şeyler, insan için kimi zaman bir imtihan aracı olur. Allah’ın (cc), "Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz." buyruğu, insanın eşya karşısında konumunu doğru belirlemesini gerektirir. Kavmi, Kârûn’a eşya karşısındaki duruşunun yanlış olduğunu şu ifadelerle hatırlatır: "Böbürlenme! Çünkü Allah (cc), böbürlenip şımaranları sevmez. Allah’ın (cc) sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın (cc) sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma. Çünkü Allah (cc), bozguncuları sevmez."
Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bir başka kıssa, bu sorumluluğu yerine getirmeyip Rabbine nankörlük eden insan tipinden bahsetmektedir. Kur’an’ın, "bahçe sahipleri" dediği bu kişiler, Allah’ın (cc) iradesini hiçe sayarak sabah erkenden kimse görmeden bahçelerinin ürünlerini devşirmeye yemin etmişlerdi. Ancak onlar uykuya daldıklarında, kudret sahibi Allah bir afetle onların bahçelerini, devşirilmiş bir tarlaya döndürüverdi. Sabah olduğunda bahçe sahipleri, "Haydi, eğer ürününüzü devşirecekseniz, erkenden gidin!" diyerek birbirlerine sesleniyorlardı. Derken, "Sakın, bugün orada hiçbir yoksul yanınıza sokulmasın." diye fısıldaşarak yola koyuldular. Yoksullara yardıma güçleri yettiği hâlde, onları yardımdan mahrum etmek için sabah erkenden yola çıkmışlardı. Bahçeyi o hâlde görünce, "Biz mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız." dediler. Bahçe sahipleri yaptıkları yanlışı anlamışlar ve pişman olmuşlardı. Bundan sonra Yüce Yaratıcı’ya (cc) yöneleceklerdi. Zira mülkün tek ve gerçek sahibi olan Allah (cc), dilerse onlara daha iyilerini bahşedebilirdi.
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu hatırlatmalar, kendisine emanet olarak verilen mal ve mülk ile insanın nasıl dengeli bir ilişki kurması gerektiğini gösterir. Kur’an’da ve sünnette açık olarak insana özel mülkiyet hakkı verildiği ortadadır. Ancak temel bir anlayış olarak sahip olunan mülkiyet, bireyin tutkularına, mutlak keyfîliğine bırakılmadığı gibi devletin ya da idarenin tekeline de sokulmamıştır. Birey ve toplum arasında bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Birey toplum karşısında ezilmediği gibi toplum da bireyin arzularına terk edilmemiştir. Bireyin ancak toplum içinde bir varlık kazanabileceği şuuru ile hareket edilmiştir. Buna göre insan, kendisine verilen bu emaneti, sadece kendi çıkarlarını düşünerek kullanmak yerine diğer insanları da düşünmeli, sahip oldukları ile ilgili sorumluluklarını yerine getirmelidir. Elde ettiği mülkü, âhireti için kendisine kazanç getirecek şekilde dönüştürmeyi başarmalı ama aynı zamanda bunlardan bu dünyadaki nasibini almayı de ihmal etmemelidir.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam