Emin Gürdamur
Şiir, ifade sanatının en yüksek burcudur. Ona emanet edilen duygu ve düşünceleri koruyup kollar, sarıp gözetir; gelecek çağlara ulaştırır. Dünya döndükçe ilgiler, bilgiler değişir ama insan değişmez. Asırlar önce bir gönülden damıtılan mana, mısraları yurt yapınca, gündelik ve genelgeçer ilgilerin aşındırıcı rüzgârından kendini korumuş, sonraki nesillerin kalbine kadar sağ salim erişmiş olur. İslam sanatında şiirin her zaman muteber bir yeri olmuştur. Müslümanlar inançlarını, duygu ve düşüncelerini şiirle ifade etmeyi, şairlerin dilinden okumayı sevmişlerdir.
Peygamber sevgisi, İslam’ın ilk halkası sahabenin, “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Elçisi!” hitabında tecelli etmiş, Kur’an-ı Kerim de bu sevgiye şahit olmuştur: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha önce gelir...” (Ahzab, 33/6.) Sahabenin Peygamber sevgisi, sonraki nesillere de örnek olmuş, çeşitli kültürel form ve tavırlara bürünerek yaşamaya devam etmiştir. Zaten din, geleneklere sirayet ederek, kültürel dokuyla harmanlanarak insanın ve hayatın kalbine dokunur.
Tarihsel olarak mevlit kandillerinin ortaya çıkışı her ne kadar Mısır Fatımilerine dayandırılsa da yapılan araştırmalar, bu merasimlerin erken dönem izlerine miladi dokuzuncu yüzyıl boyunca Bağdat civarındaki tasavvuf çevrelerinde rastlandığını ortaya koymuştur. Bu merasimler birkaç yüzyıl sonra Erbil sultanı Muzafferuddin Gökbörü (ö. 1232) tarafından resmileştirilecek, Arap ve Horasan civarından âlim, mutasavvıf, şair, ediplerin davet edildiği Erbil kutlamalarının parçası olacaktır. (Selami Bakırcı, Mevlid: Doğuşu ve Gelişmesi, İstanbul: Akademik Araştırmalar Yay., 2003, s. 23.) Mevlit kandili, İslam ümmetinin kalbinde dokunulmaz bir yere sahip olan Peygamber sevgisinin en somut, en kolektif tecellisidir. Şiir formunda yazılan mevlitler, kısa zamanda toplumsal zemin bularak büyük bir geleneğe dönüşmüş, Afrika’dan Asya’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a halkın yediden yetmişe iştirak ettiği bir manevi ortamın doğmasına vesile olmuştur.
Mevlitler, Hz. Peygamber’in doğumunun, nübüvvetinin, mucizelerinin ve vefatının anlatıldığı şiir formunda eserlerdir. Araplar arasında okunan en eski mevlit, Ka’b b. Züheyr’in ve Busiri’nin nazire ve kasideleridir. İbnü’l-Cezvi ile Bağdatlı Yakub Sarsari’nin methiyeleri de bu sınıfa girer. Bugün başta Arap dünyasında olmak üzere, Hindistan’dan Güneydoğu Asya ülkelerine kadar geniş bir coğrafyada okunan meşhur mevlit, Medine Müftüsü Cafer b. Hasan el-Berzenci’nin “Mevlidü’n-nebi” adlı eseridir. Doğu Afrika kıyılarında ez-Zebidi’nin “Mevlidü’ş-şerif” eseri, Somali’de ise Ebu’l-Hasan Nureddin’in “Ünvanü’ş-şerif” adlı mevlidi ünlüdür. (İsmail Durmuş, İslam Ansiklopedisi “Mevlid”, Ankara: TDV, 2004, c. 29, s. 481.) Bugün mevlit, Suudi Arabistan haricinde bütün İslam coğrafyasında resmi ve sivil olarak kutlanmaya devam edilmektedir.
Mevlidin Türk edebiyatında müstakil bir yeri vardır. Türklerin Peygamber sevgisinin bir tezahürü olarak mevlit geleneği, sayı yönünden de nitelik yönünden de dünyada başka hiçbir edebiyatta görülmeyecek kadar zengin bir literatürün doğmasına vesile olmuştur. Öncesinde Ahmed Fakih’in “Çarhname”si ile Erzurumlu Darir’in “Tercüme-i Siyer-i Nebi” eserlerinde kimi unsurlar mevlidi andırsa da yaygın kanaate göre Süleyman Çelebi’nin “Vesiletü’n-necat” adlı mesnevisi, Türklerin ilk mevlididir. Mevlidin halk nazarında geniş ilgi görmesinin bir sebebi de dilindeki sadeliktir. (Hasibe Mazıoğlu, Eski Türk Edebiyatı Makaleleri, Ankara: TDK, 2014, s. 267.) Türkçe mevlitler genel olarak, Hz. Âdem’den başlayan nübüvvet nurunun diğer peygamberleri
dolaştıktan sonra Peygamberimize ulaşması şeklinde bir izlek üzerine kuruludur. Hz. Peygamber’in mucizelerinden, miracından, örnek ahlakından, hayatının bazı safhalarından ve son olarak vefatından bahseden mevlitler muhtelif uzunluklara sahiptir. Başta Süleyman Çelebi’nin kaleme aldığı “Vesiletü’n-necat” olmak üzere mevlitlerin sonuna ileriki yıllarda Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin, Hikâye-i Kesikbaş gibi peygamberle ilgili halk hikâyeleri, menkıbeler eklenmişse de metinlerin orijinalinde bu bölümler yer almamaktadır. (N. Ahmet Özalp, Mevlid Hikâyeleri, İstanbul: Büyüyenay, 2014, s. 8.)
Osmanlı döneminde Süleyman Çelebi’nin, halk arasında “Mevlit” diye bilinen, asıl ismi “Vesiletü’n-necât” olan mesnevisi emsallerinin arasından öne çıkmıştır. Eserin Türkçe, Arapça, Farsça, Arnavutça, Boşnakça ve Rumca nüshaları İstanbul kütüphanelerinde hâlen muhafaza edilmektedir. Halk arasında okunmaya mahsus siyer kitaplarının en güzelini Süleyman Çelebi’nin yazdığına, onun mevlit manzumesinin asırlarca okunup bestekârlar tarafından bestelendiğine dikkat çeken Ord. Prof. Fuad Köprülü, “Her asırda ona birçok nazire yazıldığı hâlde, ifadesindeki sadelik ve selaset, şairin ilhamındaki samimilik ve tabiilik, onu Türk edebiyatının bir şaheseri hâlinde asırlarca yaşattı.” demiştir. (M. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara: Akçağ, 2009, s. 372.) Süleyman Çelebi ve eseri üzerine araştırmalarıyla bilinen Prof. Dr. Bilal Kemikli, “Vesiletü’n-necat” kadar sade, duru ve yetkin eserin bir anda ortaya çıkamayacağını, arkasında Yunus Emre, Mustafa Darir, Gülşehrî ve Âşık Paşa gibi şairlerin dinî, tasavvufi ve edebî geleneğinin birikimi bulunduğunu söyler. (Prof. Dr. Bilal Kemikli, Mevlid Külliyatı I, Ankara: DİB, 2016, s. 23.)
Bursa Ulucami’nin imamı Süleyman Çelebi’nin 1351 ile 1422 yılları arasında yaşadığı bilinmektedir. Rivayete göre Süleyman Çelebi, “Vesiletü’n-necat” eserini, Ulucami’de yaşanan bir tartışma üzerine yazmıştır. Bir vaiz, Bakara suresinin 285. ayetini tefsir ederken, bütün peygamberlerin eşit olduğunu, Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan üstün tutulmaması gerektiğini söyler. Bunun üzerine orada bulunan Arap asıllı bir âlim itiraz eder ve itirazına, aynı surenin 253. ayetinde yer alan ve kimi elçilerin kiminden üstün kılındığını beyan eden ayeti delil gösterir. İş burada kalmaz, mesele büyür. Arabistan, Mısır ve Halep uleması konu hakkında görüş bildirir. Bu olay karşısında üzüntüye kapılan Süleyman Çelebi, “Vesiletü’n-necat”ı yazarak Hz. Peygamber’e saygı, sevgi ve bağlılığını ortaya koyar. (Prof. Dr. Ayşe Necla Pekolcay, Mevlid, Ankara: TDV, 1993, s. 38.)
Araştırmalara göre Türkçe 200 civarında mevlit kaleme alınmış, hemen hepsinde Süleyman Çelebi’nin etkisi tespit edilmiştir. Türkçe mevlitlerin ortak özelliği biçimsel olarak, “fâilâtün fâilâtün fâilün” kalıbıdır. Genelde 600-1400 arası beyitten oluşan mesnevilerde yoğun ehlisünnet tutumu egemendir. Ayet ve hadislerle güçlendirilen şiirde tevhit ve münacat bölümleri de yer alır. Vefat bölümünün ardından önce peygambere ve ashaba, ardından mevlit müellifine, okuyanlara, dinleyenlere dua edilir. Fasıl aralarda, dinleyenlere salavat getirmeleri telkin edilen mısralar sayesinde onların da mevlide iştirak etmeleri sağlanır: “Haşre dek ger denilirse bu kelam. Nice haşrola bu olmaya tamam. Ger dilersiz bulasız oddan necat. Aşk ile derd ile eydin es-salat.” (Hasan Aksoy, İslam Ansiklopedisi “Mevlid”, Ankara: TDV, 2004, c. 29, s. 482.)
Türkler mevlidi sadece Peygamberimizin doğum gününe mahsus kılmamış, bayramlarda, diğer mübarek gün ve gecelerde, sünnet düğünlerinde, evlerde ve camilerde yaygın olarak okutmuşlardır. Mevlidin Osmanlı döneminde halk arasında yaygınlaşmasının bir diğer sebebi, onun devlet erkânı tarafından da önemsenerek sahiplenilmesidir. Osmanlılarda bir devlet töreni olarak mevlit, kimi kaynaklara göre Osman Gazi’ye dayandırılsa da üzerinde ittifak edilen görüş, bu uygulamanın Kanuni Sultan Süleyman devrinde saray protokolünde yer aldığına yöneliktir. Daha sonra III. Murat döneminde mevlitler tam anlamıyla resmileşecek, Hz. Peygamber’in doğum günü olan 12 Rebiülevvel’de padişahın da katıldığı bir törene dönüşecektir. Mevlit, önceden belirlenen camide hazırlıkların yapıldığı, devlet erkânına davetiyelerin gönderildiği, davetlilerin tören kıyafetleriyle o camide hazır bulunduğu, padişahın da muhafızlar eşliğinde “mevlit alayı” ile gelerek katıldığı bir devlet bayramıydı.
Osmanlı toplumunda pek çok dinî gelenek, saraydan halka yansımıştır. Bugün Osmanlı’nın izlerini taşıyan coğrafyalarda mevlit uygulamaları, biraz da payitahtın oralara bıraktığı mirastır. Bulgaristan, Makedonya, Kosova ve Bosna’da dinî kimliğin taşıyıcı sütunlarından biri hâlen mevlittir. Efendimize hasretin, onun muhteşem mesajına tazimin bir emaresidir mevlitler. O gece kalpler aynı anda peygamber sevgisiyle çarpar. Anadolu’nun ücrasındaki köy mescidinin sarımtırak ışığıyla Bağdat’ın minberi yarı belinden yıkılmış gazi camilerinin lambaları karşılıklı işmarlaşır. Üsküp’teki Alaca camiinin hasret yüklü avizeleriyle Kaşgar şehrinin Iydgâh camiinin kandilleri birlikte nefes alır. Peygamber soluğuyla yoğrulmuş topraklar, kandiller vesilesiyle âdeta birbiriyle musafaha eder.
İslam toplumunda mevlitler Peygambere karşı derin bir saygının ve özlemin tezahürü olarak yayılmıştır. Taşkınlıklara, dövünmelere veya herhangi bir aşırılığa fırsat vermeyen, manasının vakarına gölge düşürecek tavır ve davranışlardan uzak duran mevlit geleneğinin kodları, ne oryantalistlerin bulanık analizlerinde ne de nüfuz edemediği inceliklere hurafe yaftası vuranların sathi söylemlerinde aranmalıdır. Müslümanların, peygamberlerine duyduğu bitimsiz aşkın tezahürü olarak neşvünema bulan mevlidin arka planında “(Ey Muhammed) seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.) ayet-i kerimesinin husule getirdiği inanç ve teslimiyet vardır. Yakup Kadri, İkdam gazetesinin 8 Nisan 1921 tarihli sayısında, şehitler için okutulan mevlitlerden bahsederken şu ifadeleri kullanır: “Beş on senedir, Garba uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler bir hocanın okuduğu menkıbenin ve bu cemaatin sukutu önünde bana ne kadar yavan ve boş göründüler. Meğer biz, içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yanında kitaplardan öğrenilmiş yeni bir âlem icat etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selameti aramışız.”
Kandil gecelerinde Müslümanlar yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine büyük bir huşuyla camileri doldurur, evvela Allah adını zikreder, Allah diyenin her murada eriştiğine dair beyte kulak misafiri olurlar. Muhammed ânesi Amine Hatun’un hikayesi, kadınları; Kabe’nin damına dikilen meleklerse çocukları tutup sade, alegorik bir anlatımın içine çeker. Dünyanın katı gerçekliğini yumuşatan gerçeküstü anlatı, mümin muhayyilelerin ufkunda kat kat pencereler açar, teslimiyet kokulu şiirsel rüzgârlar estirir. Ümmet-i Muhammed, mahcup kalpleriyle birbirine yaslanır, özlemle efendiler efendisini yâd eder: “Ger dilersiz bulasız oddan necat / Aşk ile dert ile edin essalat”