Sadi Şirazi insanı “birkaç damla kan, bin bir endişe” diye tarif eder. İnsanı endişe girdaplarına yuvarlayan, yarının belirsizliği karşısında duyduğu derin kaygıdır. Gelecek insan için gaybdır ve hiç kimse yarının ne getireceğini bilemez. Bu bilinmezlik ve belirsizlik karşısında insan ya tevekkül ipine sarılır, ilmiyle tüm varlığı kuşatan Rabbine sığınır. Ya da içini kemiren gelecek endişesi ve korkusuyla hayatın kıyılarına savrulur gider.
Korku ve endişenin zıddı güven ve emniyettir. Korkudan güvende olma, huzur ve emniyet içerisinde bulunma duygusunu insana hissettiren de Rabbine duyduğu sarsılmaz imandır. Böyle bir imana sahip olan kişi tam bir teslimiyet ile Yaratana bağlanır. İmanın ve teslimiyetin kendisinde vücut bulduğu kişi Müslümandır. O, ne gelecek endişesi taşır ne de geçmiş pişmanlıklara saplanır kalır. Zira özünü halis olarak Rabbine döndüren ve teslim edenler için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir buyurmuyor mu Rabbimiz? (Bakara, 2/112.)
İmanı ve teslimiyeti hayatının merkezine koyan kişi aslında tüm mahlûkatın ve kâinatın yegâne sahibi ve hâkimi olan Hak Teâlâ’ya güvenmiş ve dayanmış olur. Yüce Allah, kendisine dayanıp güvenenlerin yardımcısıdır. O’nun gücü karşısında duracak hiçbir şey yoktur: “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i İmran, 3/160.) İşte böyle bir güce dayanan insan için tüm korku ve endişeler izale olur ve kalbi itminana kavuşur.
Ancak hayat gailesi, insanı nasıl bir Yaratıcıya iman ettiğini ve Yaratanın insanoğluna verdiği değer ve şerefi idrak etmekten uzaklaştırabilir. O, insanı hem en güzel kıvamda yaratmış hem de yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan her şeyi onun emrine musahhar kılmıştır. İnsan Rabbini layıkıyla tanımadığı gibi kendisini de tanımaktan acziyet içerisinde olabiliyor çoğu zaman. Bu durumda hayatın bütün yükünü tek başına sırtlanır, geçim sıkıntısını ve endişesini tüm ağırlığıyla omuzlarında hisseder. Oysa yeryüzünde bulunan her canlının rızkını Cenab-ı Allah vereceğini vaat ediyor. Sabah yuvalarından aç çıkan kuşları, akşam doymuş bir şekilde yuvalarına döndüren (Tirmizi, Zühd, 33.) elbette insanoğluna da rızkını verecektir.
İnsana düşen rızkı için çalışmak ve emek vermektir, sonrası ise Rabbin takdiridir. Helal ve meşru yollardan rızkını kazanma gayretinde olanın yardımcısı Yüce Mevla’dır. O, kullarının emeklerini zayi etmeyen ve gayretinin karşılığını verendir. Ancak insan bu dünyada hep bir sınanma hâlindedir. Helal yoldan kazanmak ve helale harcamak sınanma konusu olduğu gibi Yüce Allah’ın insana takdir buyurduğu rızka kanaat göstermesi de bir sınanma konusudur. Zira Yüce Allah rızkı dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar. (Zümer, 39/52.) Burada üzerinde düşünülüp ibret alınması gereken önemli bir husus söz konusudur: Rızkı bol verilene ne yapmak düşer, rızkı az verilene ne yapmak düşer?
Allah Teâlâ’nın her işi hikmet iledir ve o hikmete muttali olmak insan için büyük nimet ve mükâfattır. Ne mal mülk, ne evlad-ı iyal ne de makam mevki… İnsan ancak dünyalığı gaye olmaktan çıkarıp tüm bunları dünyanın gelip geçici nimetleri olarak görüp verilene kanaat ettiğinde büyük zenginliğe kavuşur. O zaman ne az verdiğinde şikâyet eder ne de çok verdiğinde kendini müstağni görüp şımarır. Çünkü o kimse şunun farkındadır; Allah mal ve mülkü insan için insanı da kendisine kulluk etmesi için yaratmıştır. İnsanın asıl yanılgısı kulluk etmek için yaratıldığı Yaratana değil, insan için yaratılan eşyaya değer vermesidir. Bu yanılgıyı aşıp Rabbinin rızasını gaye edinirse kalp sefasına erişir. Yunus’un diliyle: “Ne varlığa sevinirim/Ne yokluğa yerinirim/Aşkın ile avunurum/Bana seni gerek seni.”
Mal ve mülk peşinde ömrünü tüketenler içinse bu sevdanın bir sonu yoktur. İnsan Allah’ın kendisine verdiğine kanaat etmediğinde hep daha fazlasını ister. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ifade buyurdukları üzere insanın bir vadi dolusu altını olsa bir vadi daha olsun ister. Açgözlü insanı ancak toprak doyurur. (Buhari, Rikâk 10.) İnsanın dünya hırsı ve mala tamah etmesi, susuzluğunu tuzlu su ile gidermeye çalışan kimsenin durumuna benzer. İçtikçe susar, susadıkça içer… Çare ise hırs ve tamahın zıddı olan kanaat ve tevekküldür: “Allah’ın taksimine razı ol ki insanların en zengini olasın.” (Tirmizi, Zühd 37.) Kanaat edilen mal az da olsa bereketlenir ve kişi geçimini kolaylıkla sağlar. Çünkü tükenmeyen bir hazineye maliktir o. Çalışır, çabalar nasibine ne düşerse, bu Rabbimdendir deyip rıza gösterir. Şükür ve afiyet içerisinde yaşar gider.
Bu hakikatin farkında olan kâmil insanlar dünya gailesine kendilerini kaptırmaz ve rızık da dâhil dünyalık meseleler hususunda endişeye düşmekten imtina ederler. Allah’ın az veya çok verdiğine kanaat ederler. Mal ve mülke sahip olsalar da gönüllerinde ona yer vermezler. Hem büyük bir âlim hem de ticaret erbabı bir zata, bir gün kendi mallarının da bulunduğu geminin battığı haberi gelir. Bu haber üzerine “Elhamdülillah” der. Bir süre sonra haberin yanlış olduğu ve batan geminin onun gemisi olmadığı söylenir. Bu sefer yine “Elhamdülillah” sözü dudaklarından dökülür. Bu olaya şahit olanlar şaşırır ve sorarlar: “Senin mallarının bulunduğu geminin battığını duyduğunda da elhamdülillah dedin, batan geminin başka gemi olduğu söylendiğinde de elhamdülillah dedin. Bunun sebebi nedir?” Büyük âlim şöyle cevap verir suale: “Mallarımın bulunduğu geminin battığı söylendiğinde kalbimi yokladım ve malın gitmesinden dolayı bir üzüntü duymadım. Sonra başka geminin battığı haberi geldiğinde yine kalbimi yokladım ve mala kavuşmaktan dolayı bir sevinç hissetmedim. Bu hâlimden dolayı da Allah’a hamdettim.” İbn Hibban bu hâli şöyle ifade eder: “Kanaat kalptedir; kalbi zengin olanın eli de zengin olur, kalbi yoksul olanın mal zenginliği kendisine fayda sağlamaz.” Kalbimizle kanaat edip her hâlimize şükredenlerden olmak duasıyla…