Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Yemek yiyip Allah'a (cc) şükreden kimse, (sevap yönünden) oruç tutarak sabreden kimse gibidir.”
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “الطَّاعِمُ الشَّاكِرُ بِمَنْزِلَةِ الصَّائِمِ الصَّابِرِ.”
(T2486 Tirmizî, Sıfatü'l-kıyâme, 43)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “أَيُّهَا النَّاسُ! إِنَّ اللَّهَ طَيِّبٌ لاَ يَقْبَلُ إِلاَّ طَيِّبًا، وَإِنَّ اللَّهَ أَمَرَ الْمُؤْمِنِينَ بِمَا أَمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ، فَقَالَ: ﴿يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّى بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ﴾ وَقَالَ: ﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ﴾. ثُمَّ ذَكَرَ، الرَّجُلَ يُطِيلُ السَّفَرَ، أَشْعَثَ أَغْبَرَ، يَمُدُّ يَدَيْهِ إِلَى السَّمَاءِ، يَا رَبِّ! يَا رَبِّ! وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ، وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ، وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ، وَغُذِىَ بِالْحَرَامِ، فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لِذَلِكَ؟.”
Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: Resûlullah (sas), “Ey insanlar! Allah Teâlâ (cc) temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah (cc), peygamberlerine emrettiği şeyleri müminlere de emretti.” buyurdu ve şu âyetleri okudu: “Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.” (Mü'minûn, 23/51) “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin...” (Bakara, 2/172) Sonra Resûlullah (sas) uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, “Yâ Rab, yâ Rab!” diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz etti ve “Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?” buyurdu.
(M2346 Müslim, Zekât, 65; T2989 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 2)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَأْكُلُ الْمُسْلِمُ فِى مِعًى وَاحِدٍ، وَالْكَافِرُ يَأْكُلُ فِى سَبْعَةِ أَمْعَاءٍ.”
Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mümin tek mide (iştah) ile kâfir ise yedi mide (iştah) ile yer.”
(B5396 Buhârî, Et'ıme, 12)
***
عَنْ مِقْدَامِ بْنِ مَعْدِيكَرِبَ قَالَ:سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “مَا مَلَأَ آدَمِىٌّ وِعَاءً شَرًّا مِنْ بَطْنٍ، بِحَسْبِ ابْنِ آدَمَ أُكُلاَتٌ يُقِمْنَ صُلْبَهُ، فَإِنْ كَانَ لاَ مَحَالَةَ فَثُلُثٌ لِطَعَامِهِ وَثُلُثٌ لِشَرَابِهِ وَثُلُثٌ لِنَفَسِهِ.”
Mikdâm b. Ma'dîkerib'in (ra) işittiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“İnsanoğlu, mideden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Halbuki birkaç lokma insanın belini doğrultmasına yeter. Eğer mutlaka dolduracaksa (midesinin) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe ayırsın ve diğer üçte birini de nefes alıp vermek için boş bıraksın.”
(T2380 Tirmizî, Zühd, 47)
***
عَنْ جَابِرٍ قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “طَعَامُ الْوَاحِدِ يَكْفِى الإِثْنَيْنِ، وَطَعَامُ الإِثْنَيْنِ يَكْفِى الأَرْبَعَةَ.”
Câbir (b. Abdullah) tarafından nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği de dört kişiye yeter.”
(M5370 Müslim, Eşribe, 180)
***
Resûlullah (sas) bir seferinde, her zamankinden farklı bir vakitte evinden çıkmıştı. Herhangi bir kimseyle buluşma kastı yoktu. Henüz hanesinden dışarı adım atmıştı ki Hz. Ebû Bekir (ra) çıkageldi. Allah Resûlü (sas) onu görünce şaşırarak, "Buraya niçin geldin Ebû Bekir?" diye sordu. O da, "Resûlullah (sas) ile karşılaşır, yüzünü görür ve ona selâm veririm ümidiyle evden çıkmıştım." diye cevapladı. Bir müddet sonra Hz. Ömer (ra) da yanlarına geldi. Resûlullah (sas) ona da niçin geldiğini sorunca Hz. Ömer (ra), "Açlıktan, ey Allah’ın Resûlü!" diye cevap verdi. Resûlullah (sas), "Ben de biraz açım." buyurdu. Sonra üçü birlikte ensardan koyunlarının ve hurmalarının çokluğuyla tanınan Ebu’l-Heysem’in evine doğru yürüdüler.
Ebu’l-Heysem, çok varlıklı olmakla birlikte hizmetçisi bulunmayan bir kişiydi. Eve vardıklarında onu bulamadılar ve hanımına, "Kocan nerede?" diye sordular. O, "Bize, tatlı içme suyu getirmeye gitti." diye cevap verdi. Tam o esnada Ebu’l-Heysem, ağzına kadar dolu bir su tulumuyla geldi. Tulumu yere koyduktan sonra Hz. Peygamber’e (sas) sarılıp, "Anam babam sana feda olsun Ey Allah Resûlü!" diyerek onların gelişinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Sonra misafirlerini bahçesine götürdü ve oturmaları için bir sergi serdi. Hurma ağacından, olgunlaşmış ve henüz tam olgunlaşmamış hurmaların bir arada olduğu bir hurma salkımı koparıp getirdi ve "Buyurun, bunlardan yiyin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Bize hurmanın olgunlarından seçip getirseydin, ne iyi olurdu!" buyurdu. Ebu’l-Heysem, "Ey Allah’ın Resûlü! Olgun olanlarını ve olmayanlarını sizin seçmenizi ve hangisinden arzu ederseniz onu yemenizi istedim." dedi. Daha sonra Efendimiz (sas) için bir koyun kesmek niyetiyle eline bıçağı aldı. Efendimiz (sas), ’Sakın sağmal olanlarına dokunma." buyurdu. Ebu’l-Heysem koyunu kesip Efendimize (sas) ikram etti. Her üçü de ikram edilen hurmayı ve koyunu yiyip tatlı sudan içtikten sonra Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Bu canı bu tende tutan Allah’a (cc) yemin olsun ki bu nimetlerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceksiniz; serin gölge, leziz hurma ve soğuk su..."
Allah Resûlü’nün (sas) en yakın iki arkadaşı olan Hz. Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra), kendilerine verilen nimetlerin hesabını en kolay verebilecek insanlar arasındalardı şüphesiz. Ancak Hz. Peygamber (sas) onların şahsında bütün ümmetini, nimetlerin hesabı konusunda bir kez daha uyarma gereği duymuştu.
Beslenme alışkanlığını şekillendiren önemli unsurlardan birisi ve başta geleni, o bölgenin iklimine uygun olarak ekilip dikilen sebze, meyve, tahıl ve diğer yiyeceklerdir. Hz. Peygamber’in (sas), hurma ağacını bereket açısından Müslüman bireye benzetmesi ve evlerinde kuru hurma bulunmayanların aç kalmış sayılacağını belirtmesi, iklim şartları gereği Medine’de en çok yetişen meyve olan hurmanın, Arap toplumu için taşıdığı hayatî önemi ortaya koymaktadır. Bu bağlamda her ülkede yetişen çok çeşitli meyve, sebze ve tahıl ürünlerinin o ülke insanı için ayrı bir değere sahip olduğu ifade edilebilir. O hâlde her Müslüman, Yüce Allah’ın (cc) ihsan ettiği sayısız nimetlerin muhasebesini yapabilmeli, şükrünü eda edebilmeli ve böylece kıyametteki hesaptan alnı ak olarak çıkabilmelidir. Zira Efendimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: "Yemek yiyip Allah’a (cc) şükreden kimse, (sevap yönünden) oruç tutarak sabreden kimse gibidir."
Kur’an’da belirtildiği üzere, yenilebilecek gıdalarda aranan temel özellik, ’helâl ve temiz’ olmasıdır. ’Sofra’ anlamına gelen ‘Mâide’ sûresinin giriş kısmında yiyeceklerle ilgili temel konular ele alınmış, haram ve helâl olanlar açıklanmıştır. İlgili âyetlerde ölmüş hayvan eti, kan, domuz eti ve Allah’tan (cc) başkası adına kesilen hayvanların eti gibi haram kılınan çeşitli yiyeceklerden bahsedilmekte, geri kalanların ise helâl olduğu ifade edilmektedir. Kaldı ki insanların çaresiz kalıp açlıktan ölme tehlikesi gibi bir durumla karşılaştıklarında haram olan yiyeceklerden bile az miktarda yiyebilmelerinde bir sakınca görülmemektedir.
Hz. Peygamber (sas) de yiyeceklerin temiz ve helâl olmasına vurgu yapmıştır. Nitekim ashâbına şöyle seslenmiştir: "Ey insanlar! Allah Teâlâ (cc) temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah (cc), peygamberlerine emrettiği şeyleri müminlere de emretti." buyurmuş ve ardından şu âyetleri okumuştur: "Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin, güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim." "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin..." Sonra Resûlullah (sas) uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, "Yâ Rab, yâ Rab!" diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz etmiş ve "Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?" buyurmuştur.
Efendimizin (sas) bu sözleri, yediği, içtiği ve giydiği haram olan, haram gıdalarla beslenen bir kimsenin, Allah (cc) rızası için yola çıksa ve bu uğurda çeşitli sıkıntılar çekse bile dualarının biraz zor kabul edileceğini bildirmektedir. Burada duaların ve diğer ibadetlerin kabulü için helâl rızıkla beslenmenin ne denli önemli olduğu vurgulanmaktadır. Bu bağlamda eğer işe haram karışıyorsa hac, umre ve benzeri yolculuklarda birçok sıkıntı ile karşılaşmak; namaz ve oruç gibi bedenî ibadetleri yaparken yorulmak; yığın yığın zekât ve sadaka vermek Allah (cc) katında bir anlam ifade etmeyecektir.
Yiyeceklerin helâl kazanç ile elde edilmiş olması, temiz olması kadar önemlidir. Helâl yoldan elde edilmeyen malın yenilmesi caiz değildir. Nitekim Allah Resûlü (sas) ile Hayber Seferi’ne çıkan Sa’lebe b. Hakem bu sefer esnasında başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor: "Biz düşmanın koyun sürülerinden birine rastlayıp yağmaladık. (Koyunları kesip ateşte pişirmek üzere) tencereleri hazırladığımız esnada Peygamber (sas) yanımıza gelerek tencereleri devirmemizi emretti ve ardından şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki yağmalanan mal helâl değildir." Allah Resûlü (sas) bu tavrı ile düşman dahi olsa başkasına ait olan malın, sahibinin haberi ve rızası olmaksızın yenilmesinin helâl olmadığını anlatıyordu.
Temiz ve helâl olan bir yiyeceğin insan sağlığına zarar vermeyecek tarzda tüketilmesi ayrı bir önem taşımaktadır. Resûlullah (sas), ilk dönemde Mescid-i Aksâ’ya, kıble değiştikten sonra da Mescid-i Harâm’a yönelerek namaz kılma şerefine nail olan halası Ümmü’l-Münzir Selmâ bnt. Kays’a misafir olmuştu. Yakalandığı hastalıktan henüz kurtulmak üzere olan Hz. Ali (ra) da beraberindeydi. Hz. Peygamber (sas), olgunlaşması için evin bir köşesine asılmış olan hurma salkımlarından yemeye başladı. Hz. Ali (ra) da yemek için ayağa kalktı. Bunun üzerine Resûlullah (sas) ona, "Sakın ha! Sen hastalıktan yeni kurtuluyorsun." buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ali (ra) yarı ham olan hurmayı yemekten vazgeçti. Halası onlara arpa ve şalgam yaprağından yapılan bir yemek getirdi. Resûlullah (sas) bu yemeği göstererek, "Ey Ali! İşte bundan ye. Bu senin için daha faydalıdır." buyurdu. Hz. Peygamber (sas), tecrübesine dayanarak koruk hurmanın Hz. Ali’ye (ra) iyi gelmeyeceğini belirtti. Bu da yiyeceklerin tüketilmesinde beden sağlığına dikkat edilmesinin gereğini ortaya koymaktadır.
Sağlıklı yaşamak, insanın yedikleri ve içtikleri ile doğrudan alâkalıdır. Beslenmede, yenilen gıdalar kadar bu gıdaların niçin ve nasıl yendiği de önemlidir. Müslüman, yemek yemeyi bir tür ibadet gibi görüp kendisine bu nimeti veren Rabbine karşı daima şükretmeli, yediği yemeğin ibadetine, çalışmasına ve düşünmesine yardımcı olacağını bilerek yemelidir. Sadece doymak için yemek, midesini doldurmaktan başka gaye gütmemek ve iştahının kölesi olmak, olgun bir Müslüman’a yaraşmaz. Nitekim Peygamber (sas), "Mümin tek mide (iştah) ile kâfir ise yedi mide (iştah) ile yer." buyurmuştur.
Her konuda olduğu gibi beslenmede de ifrat ve tefritten kaçınmak, dengeli ve ölçülü olmak esastır. Hz. Peygamber’in (sas) yaşadığı memlekette daha çok sabah ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yenmekteydi. Allah Resûlü (sas), vücudun dirençsiz kalmaması için özellikle akşam yemeğinin ihmal edilmemesini isterken dinç ve dayanıklı olmak için gereken gıdaların alınmasına işaret ediyordu. Nitekim Rahmet Elçisi (sas), yolculukta oruç tutmayı iyi görmemiş, takatsiz kalanları fark edince oruçlarını bozdurmuştu.
Bununla birlikte Peygamberimiz (sas), aşırı yemekten de sakındırmış ve beslenme konusunda bir denge oluşturmaya gayret etmiştir. Doğru yeme alışkanlığının yerleşmesinde onun önerdiği şudur: "İnsanoğlu, mideden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Halbuki birkaç lokma insanın belini doğrultmasına yeter. Eğer mutlaka dolduracaksa (midesinin) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe ayırsın ve diğer üçte birini de nefes alıp vermek için boş bıraksın." Allah Resûlü (sas) bu ifadeleriyle çok yemenin insana güç vermediğini hatta kişiyi hantallaştırdığını belirtmektedir. İnsan tecrübesi de zaman içerisinde aşırı yemek yemenin kişinin zihnini, beden ve ruh sağlığını hatta hareket kabiliyetini olumsuz etkilediğini göstermiştir. Mideyi tıka basa doyurmanın tıbbî pek çok zararının olduğunun söylenmesi ve çok sayıda hastalığın kaynağı olarak dengesiz beslenmenin gösterilmesi, Hz. Peygamber’in (sas) bu konudaki tavsiyelerini daha da anlamlı kılmaktadır. Tembellik, uyuşukluk, rehavet ve aşırı şişmanlık gibi olumsuz hâllerin en çok görüldüğü kimseler, yediklerine ve içtiklerine dikkat etmeyen, canlarının çektiği her şeyi yiyenlerdir.
Kur’an’da da yeme içme konusunda aşırılığa kaçıp israf etmek yasaklanmış, Allah’ın bu şekilde hareket edenleri sevmediği bildirilmiştir. İslâm, aşırı yemeyi israf olarak değerlendirdiği gibi Allah’ın verdiği nimetlerin hor görülüp uygun şekilde korunmamasından dolayı heder edilmesini de hoş karşılamamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sas) temizlenip yenme imkânı olduğu sürece, bir ekmek parçasının bile atılmasını istememesi bu bağlamda ele alınabilir. Hatta Hz. Peygamber (sas), içine yabancı madde düşen yiyeceklerin tamamını imha etmek yerine kirlenen kısmın atılmasını istemiş, temiz olan kısımlarının ise kullanılmasında bir sakınca görmemiştir.
İnsan sağlığını tehdit edebilecek ve tiksindirecek yiyeceklerin atılması israf kapsamında düşünülmemelidir. Çünkü özellikle gıda ürünlerinin üretildikleri ortamların, içinde saklandıkları kap ve ambalajların temiz olması gerekir. Peygamberimiz (sas) de kendisine ikram edilen hurmanın içinde kurt olup olmadığına bakmış, böylece alınacak gıdanın bir nevi kontrolünü yapmıştır. Efendimiz (sas), su ve süt gibi içecek kaplarının temizliğine dikkat edilmesini ve ağızlarının kapatılmasını, böylece içeceklerin korunmasını istemiştir. Ayrıca ağaçtan oyularak yapılmış şarap kaplarını ve içki içmede kullanılan çeşitli kapları kullanmayı yasaklamıştır.
Görünüşte bireysel kabul edilebilecek yeme ve içme eyleminin, bir o kadar da toplumsal boyutu bulunmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas), "Bir kişilik yemek iki kişiye, iki kişilik yemek dört kişiye, dört kişilik yemek de sekiz kişiye yeter." başka bir rivayete göre ise, "Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği de dört kişiye yeter." buyurmaktadır. Buna göre, muhtaç durumda olanları unutarak bencillik yapıp yemeği tek başına yemek doğru bir davranış değildir. Nitekim davete icabet etmeyi Müslümanların birbirlerine karşı görevleri arasında sayan Hz. Peygamber (sas), ihtiyaç sahiplerinin davet edilmeyip sadece zengin kimselerin çağrıldığı yemeği, ‘yemeklerin en kötüsü’ olarak niteler. İyilik yapmanın çeşitli yolları olduğuna dikkat çeken Hz. Peygamber (sas), yapılan yemeğin suyunu fazla koyarak komşulara ikram etmenin de bunlardan biri olduğunu ifade eder. Ayrıca, evine gidilerek yemeği yenilen ve suyu içilen kişilerin gönlünün alınmasını, yaptıklarını teşvik gayesiyle onlar için dua edilmesini ister; bunu bir nevi onları mükâfatlandırmak olarak görür. Evinde misafir ağırlayan kimselere meleklerin dua edeceği müjdesini verir.
Sevgili Peygamberimiz (sas), yediklerini ama doymadıklarını söyleyenlere, toplu hâlde ve besmele çekerek yemek yemelerini tavsiye eder ve bunu yemeğin bereketi olarak adlandırır. Gerek ailede gerekse toplumda birlik, beraberlik, dostluk gibi hasletler ortak değerlerin paylaşılmasıyla gelişir. Özellikle, bireyleri akşamdan akşama bir araya gelebilen günümüz aile yapılarında, en azından akşam yemeklerinin birlikte yenmesi bu yönden çok önemlidir
Hz. Peygamber (sas), kokusunun başkalarını rahatsız etme ihtimalinden dolayı soğan, sarımsak ve pırasa gibi bazı yiyeceklerin, yenilmesini hoş karşılamadığı gibi kendisinin de aynı sebeple bu tür yiyecekleri tercih etmediği olmuştur. Allah’ın Resûlü (sas) Medine’ye hicret ettiğinde, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (ra) evinde bir süre kalmış ve Ebû Eyyûb (ra) ona evinde pişen yemeklerden ikram etmiştir. Ebû Eyyûb (ra) bir gün yaptıkları sarımsaklı bir yemeği Peygamberimizin (sas) yemediğini anlayınca, sarımsağın haram olup olmadığını sormuş, Hz. Peygamber (sas) de, "Hayır, ancak ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmıyorum." diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Ebû Eyyûb (ra), "O hâlde senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmıyorum." demiştir. Bu tür yiyeceklerin kokusunu giderici bazı önlemler almak ya da bunları başkasının rahatsız olmayacağı ortamlarda yemek daha uygundur.
Yine hicretin yedinci senesinde yaşanan şu hadise Peygamberimizin (sas) sarımsağa karşı tavrını açık bir şekilde göstermektedir: Hayber Kuşatması Müslümanların zaferiyle son bulmuştu. Ashâb, bu kuşatma sırasında çoğu zaman karınlarını doyuracak bir şeyler bulmakta güçlük çekmişlerdi. Sahâbîler, Medine’ye dönüşte sarımsak ekili bir tarlaya uğramış, çok aç olduklarından karınlarını doyuruncaya kadar tarlanın ürününden yemişlerdi. Şehre girince doğrudan mescide gelmişler, hemen arkalarından mescide giren Hz. Peygamber (sas) hoş olmayan ağır bir sarımsak kokusu ile karşılaşmıştı. Bunun üzerine, Allah Resûlü (sas), "Bu kötü kokulu bitkiyi yiyen kimse mescide gelmesin!" buyurdu. Ashâbın kendi aralarında "Bu bitki haram kılındı." diye konuştuklarını duyunca Hz. Peygamber (sas) şöyle dedi: "Ey İnsanlar! Allah’ın (cc) helâl kıldığı bir şeyi ben haram kılmış değilim. Fakat ben bu bitkinin kokusunu sevmiyorum."
İnsanların iştahlarının ve damak zevklerinin değişiklik arz etmesine rağmen bazı sahâbîlerin sırf Hz. Peygamber (sas) bir yemeği sevdi diye sevmeleri veya bir yemeği yemedi diye odan uzak durmaları, kişisel bir durumdur. Nitekim Hz. Peygamber’in (sas) bazen sevmediği bir yemek için, "Bu yemek bizim yöremizde bulunmaz, onun için yemiyorum." demesi, helâl yiyeceklerle ilgili insanların kendisine uyup uymama konusunda serbest olduklarını göstermektedir. Hatta Peygamber Efendimizin (sas) yemediği yiyecekleri onun huzurunda yiyen sahâbîler olduğu gibi yemeyenler de olmuştur.
Her insanın tabiatı gereği hoşlandığı yiyecekler olduğu gibi, hoşlanmadığı yiyecekler de olabilir. Bu kapsamda Hz. Peygamber’in (sas) ve ashâbının yedikleri gıdalarla ilgili rivayetlere baktığımızda arpa ekmeği, hurma, et, etli yemekler ve çorbalar, kabak yemeği, tavuk eti, zeytinyağı, çökelek, bal, sirke, kavun, helva gibi yiyeceklerin o dönemde sevilen gıdalar olarak ön plana çıktığı görülür. Hz. Peygamber’in (sas) bu yiyecek türlerinin bazısı için övücü ifadelerde bulunmuş olması ise onun kişisel zevk ve mizacı yanında içinde bulunduğu toplum ve coğrafyanın âdet ve alışkanlıklarıyla da yakından alâkalıdır.
Her toplum, kendi toplumsal şartlarına, iklimlerine ve imkânlarına göre ortak bir yemek alışkanlığı oluşturur. Bu, aynı zamanda toplumun ortak kimliğinin önemli göstergelerindendir. Gerek Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen emir ve yasaklarla gerekse Hz. Peygamber’in (sas) tavsiyeleriyle, Müslümanlarda ilk dönemlerden itibaren yeni bir yemek alışkanlığı ve ahlâkı şekillenmiştir. Buna göre, her bir yiyeceğin Allah’ın (cc) ihsan ettiği bir nimet olmasından hareketle daima şükür ve minnet duygusuyla hareket edilmelidir. Ayrıca yiyeceklerin helâl ve temiz olması, helâl yoldan kazanılması, insan sağlığına zarar vermeden dengeli ve ölçülü tüketilmesi ve başkalarıyla paylaşılması gibi hususlar, yemek kültürümüzü şekillendiren en önemli kriterler olarak karşımızda durmaktadır.