"عَنْ عَبْدِ الْعَزِيزِ بْنِ مَرْوَانَ قَالَ: سَمِعْتُ أَبَا هُرَيْرَةَ يَقُولُ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: "شَرُّ مَا فِى رَجُلٍ شُحٌّ هَالِعٌ وَجُبْنٌ خَالِعٌ
Abdülazîz b. Mervân’ın (ra) naklettiğine göre, Ebû Hüreyre (ra), Resûlullah’ı (sas) şöyle buyururken işitmiştir:
"Bir kişide bulunan (huy)ların en kötüsü, aşırı cimrilik ve şiddetli korkaklıktır."
(D2511 Ebû Dâvûd, Cihâd, 21)
***
"عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: كَانَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: "اللَّهُمَّ! إِنِّى أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْهَمِّ وَالْحَزَنِ، وَالْكَسَلِ، وَالْبُخْلِ، وَالْجُبْنِ، وَضَلَعِ الدَّيْنِ، وَغَلَبَةِ الرِّجَالِ
Enes b. Mâlik’in (ra) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle derdi: "Allah’ım! Kederden, üzüntüden, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç yükünden ve halkın galeyana gelerek taşkınlığından sana sığınırım."
(N5478 Nesâî, İstiâze, 25)
***
عَنْ أَبِى النَّضْرِ، عَنْ كِتَابِ رَجُلٍ مِنْ أَسْلَمَ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يُقَالُ لَهُ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِى أَوْفَى، فَكَتَبَ إِلَى عُمَرَ بْنِ عُبَيْدِ اللَّهِ، حِينَ سَارَ إِلَى الْحَرُورِيَّةِ، يُخْبِرُهُ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) ، كَانَ فِى بَعْضِ أَيَّامِهِ الَّتِى لَقِيَ فِيهَا الْعَدُوَّ، يَنْتَظِرُ حَتَّى إِذَا مَالَتِ الشَّمْسُ قَامَ فِيهِمْ فَقَالَ: "يَا أَيُّهَا النَّاسُ! لاَ تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ الْعَدُوِّ وَاسْأَلُوا اللَّهَ الْعَافِيَةَ، فَإِذَا "لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا، وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلاَلِ السُّيُوفِ
Ebu’n-Nadr, Eslem kabilesinden ve Hz. Peygamber’in (sas) ashâbından olan Abdullah b. Ebû Evfâ (ra) isimli bir kişinin, Harûrîler (Hâricîler) üzerine sefere çıktığında Ömer b. Ubeydullah’a yazdığı mektupta şunu naklettiğini anlatıyor: "Resûlullah (sas) düşmanla karşılaştığı bir gün, güneş (batıya) meyledene kadar bekledi ve ashâbının arasında ayağa kalkarak şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan (cc), bela ve musibetlerden uzak kalmayı (afiyet) isteyin. Fakat düşmanla karşılaştığınız zaman da sabredin. Ve bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır."
(M4542 Müslim, Cihâd ve siyer, 20)
***
عَنْ أَنَسٍ قَالَ: كَانَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَحْسَنَ النَّاسِ، وَأَجْوَدَ النَّاسِ، وَأَشْجَعَ النَّاسِ، وَلَقَدْ فَزِعَ أَهْلُ الْمَدِينَةِ ذَاتَ لَيْلَةٍ فَانْطَلَقَ النَّاسُ قِبَلَ الصَّوْتِ، فَاسْتَقْبَلَهُمُ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَدْ سَبَقَ النَّاسَ إِلَى الصَّوْتِ
Enes (b. Mâlik) (ra) anlatıyor: "Hz. Peygamber (sas) insanların en iyisi, en cömerdi ve cesuru idi. Bir gece Medine halkı (yüksek bir ses duyarak) korkmuştu. İnsanlar sesin geldiği yöne doğru gittiler. Herkesten önce sesi araştırmaya giden ve geri dönmekte olan Hz. Peygamber (sas) onları karşıladı…"
(B6033 Buhârî, Edeb, 39)
***
Bedenen oldukça zayıf, çelimsiz biriydi. Arkasında onu himaye edecek bir kabilesi de yoktu. Ancak, cesaret ve iman sahibiydi. Allah Resûlü’nden (sas) sonra, Kâbe’de Kur’an’ı yüksek sesle okuma cesareti gösteren ilk kişi o olmuştu. Bu zât, Hz. Peygamber’in (sas) dostu Abdullah b. Mes’ûd’dan (ra) başkası değildi. İslâm’la müşerref olduğu sıralarda Müslümanlar Hz. Peygamber (sas) ile birlikte açıktan açığa ibadet edemiyor, istedikleri yerde yüksek sesle Kur’an okuyamıyorlardı.
Böyle zor bir ortamda bir gün Resûlullah’ın (sas) ashâbı toplanmış, "Vallahi! Kureyşliler Kur’an’ın sesli bir şekilde okunduğunu henüz duymadılar. Kur’an’ı onlara kim duyurabilir?" diye konuşuyorlardı. Abdullah (sas), ‘Ben!’ dedi. Sahâbîler, "Senin akıbetinden korkarız. Biz, eğer onlar eziyet ederlerse kendini koruyacak, kabilesi olan birini(n bunu yapmasını) isteriz." dediler. "Müsaade edin, Allah (cc) beni korur." diye ısrar etti Abdullah.
Kuşluk vakti Kâbe’ye gitti. Kureyşliler topluca oturuyorlardı. Ayağa kalktı ve yüksek bir sesle besmele çekerek Rahmân sûresini okumaya başladı. Onu duyan Kureyşliler şaşırdılar ve dikkatle dinlediler. Birbirlerine (Abdullah’ın (ra) künyesini kullanarak), "İbn Ümmü Abd ne diyor?" diye hayretle sordular. Sonra içlerinden biri, "Muhammed’e (sas) gelenden (Kur’an’dan) bir bölüm okuyor." dedi.
Hemen yerlerinden kalkıp ona doğru yürümeye başladılar. O (ra), Kur’an okumaya devam ediyordu. Yanına varınca, her biri bir taraftan vurmaya başladı. Onlar vuruyor, o Kur’an okuyordu. Her tarafı kanayıp yaralar içinde kalıncaya kadar okudu. Ayakta duramayacak hâle gelinceye kadar vurmaya devam eden Kureyşliler, Abdullah b. Mes’ûd (ra) yığılıp kalınca dayak atmayı bırakıp arkadaşlarının yanına gittiler. Biraz sonra kendine gelen Abdullah (ra), yüzü gözü kan içinde arkadaşlarının yanına gitti. Sahâbîler, "İşte biz, başına böyle bir şeyin gelmesinden korkuyorduk." dediler. Abdullah (ra), "Allah (cc) düşmanları, benim gözümde şu andakinden daha zayıf olmadı! İsterseniz yarın yine gelir aynısını yaparım." dedi. Sahâbîler, "Bu kadarı yeter, hoşlanmadıkları şeyi onlara duyurdun." diye cevap verdiler. İmanıyla câhiliyeden kurtulan, cesaret ve şecaat timsali bir sahâbînin cehalete karşı cesurca haykırışıydı bu.
Aslında korku ve cesaret insandaki fıtrî duygulardandır. Bazı insanların fıtratında cesaret duygusu daha ağır basarken, bazılarının fıtratında da korku duygusu daha baskın olabilir. Yaratılıştan gelen bu duyguları kontrol etmek ya da etmemek insanın elinde olan bir durumdur. Bununla birlikte insanın yaşadığı ortam, hayat şartları, eğitim, kültür vs. gibi etkenler de bu duyguların insan kişiliğini şekillendirmeleri noktasında belirleyici etkenlerdir. İnsanın kendisi için tehlike arz eden durumlardan korkması ve tepki vermesi çok doğal bir durumdur. Nitekim Kur’an’da beşer olmaları hasebiyle peygamberlerin de korktuğu bazı durumlardan bahsedilmektedir. Örneğin Hz. İbrâhim (as) kendisine gelen misafirlerin yemek yememelerini yadırgamış ve korkmuştu. Hz. Lut (as) da kavminin sapkın erkeklerinin onlara yaklaşmak istemeleri sebebiyle kendisine gelen elçiler hakkında korkmuş ve kaygılanmıştı. Hz. Musa (as) ve kardeşi Harun, Firavun’a gitmekle emrolunduklarında, Firavun’un kendilerine karşı aşırı derecede kötü davranmasından veya iyice azmasından korktuklarını dile getirmişlerdi. Allah (cc), Hz. Musa’ya (as) asâsını yere atmasını emrettiği zaman asâ yılana dönüştüğünde korktuğu için arkasına bakmadan kaçmaya kalkışmıştı. Yine Hz. Musa’nın (as) rahat konuşamadığı için meramını anlatamama gibi bir korkusu vardı. İlk vahiy tecrübesini yaşadığında Hz. Peygamber (sas) de korkmuş ve evine gidip hanımından kendisini örtmesini istemişti. Biraz rahatlayıp sakinleşmiş ve korkusunu üzerinden atınca başından geçenleri anlatabilmişti. Buradan anlaşılmaktadır ki peygamberler de dâhil olmak üzere bütün insanların fıtratında korku duygusunun var olduğu bir gerçektir. Ancak peygamberler açısından bakıldığında onlardan beklenen peygamber olmaları hasebiyle bu korkulara yenik düşmemeleridir. Nitekim Allah (cc) Hz. Musa’ya (as), "...Ey Musa, korkma! Benim katımda peygamberler korkmazlar." buyurmuştur.
İnsanların korku duygusundan tamamıyla sıyrılmaları mümkün olmadığı gibi bu istenen bir durum da değildir. Önemli olan bu duyguyu kontrol altında tutabilmek ve korkulara yenik düşmemektir. Korku duygusunu eğitmeyip bu duygusuna yenik düşen insanın kişiliğinde korku hâkim olur ve insan hayata karşı korkak bir tutum içerisine girer. Korkaklık kendisi için kaçınılmaz olur. İnsan için normal bir duygu olan korku, ruhî bir zaaf hâline gelir. Bu itibarla korkaklık, gayretsizlik, hamiyetsizlik, kişilik zafiyeti gibi insan onuruna yakışmayan ve onun alçaklıkla damgalanmasına yol açan sonuçlar doğurabilir. Bu ise Müslüman’a yakışan bir durum değildir. Zira Müslüman güçlü bir kişiliğe sahip olmalıdır ki inandığı değerleri koruyabilsin, hiç kimseden ya da hiçbir şeyden korkmaksızın bu değerlerin arkasında durabilsin. Müslümanlara haklarını, inanç ve değerlerini koruyup savunma, düşmana karşı koyma konularında cesareti teşvik edip erdem olarak sunan Allah Resûlü (sas), korkarak savaş meydanından kaçmayı insanı dünya ve âhirette hüsrana uğratan şeyler arasında saymıştır. Korkaklığın insanlar hakkında en kötü ve alçaltıcı huylardan olduğunu ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Bir kişide bulunan (huy)ların en kötüsü, aşırı cimrilik ve şiddetli korkaklıktır." Allah Resûlü (sas) yaptığı dualarında Allah’a (cc) sığındığı sıkıntılı durumlar ve kötülükler arasına korkaklığı da katmıştır. Onun dualarından biri şöyledir: "Allah’ım! Kederden, üzüntüden, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç yükünden ve halkın galeyana gelerek taşkınlığından sana sığınırım."
Hayatta pek çok şey insan için korku sebebi olabilir. İnsanın en çok korktuğu şeylerin başında sahip olduklarını kaybetme duygusu gelir. Kaybetme korkusu özellikle can kaybının yanı sıra mal ve makam gibi kişiye dünyada itibar sağlayan maddî şeylerde kendini daha çok gösterir. Özellikle mal ve zenginliğini kaybetme, geçim sıkıntısına düşme ve fakirlik korkusunun kontrol edilememesi, tehlikeli sonuçlar doğurabilmektedir. Öyle ki câhiliye insanı bu korkuyla çocuğunun canına bile kıyabilecek noktaya gelmişti. Bu nedenle Cenâb-ı Allah (cc), açlık (fakirlik) korkusuyla yahut açlıktan (fakirlikten) çocuklarını öldürmemeleri için insanları uyarmıştır. Kimi zaman ise bir imtihan vesilesi olan çocuklar insanın âhireti için başka bir korku sebebi olabilmektedir. Bu nedenledir ki bir gün sevgili torunu Hasan (ra) yahut Hüseyin’i (ra) bağrına basarak seven Resûl-i Ekrem (sas), ona şöyle seslenir: "Siz (çocuklar, insanı) cimri, korkak, bilgisiz (bırakacak kadar meşgul) edersiniz..."
Korku bazen de insan için bir imtihan vesilesidir. Allah (cc), kullarını korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek denediğini bildirmiş ve bunlara karşı sabredenlere de mükâfat vaad etmiştir. Bazı korkular ise aslında şeytanın tuzaklarıdır. Örneğin şeytan insanı bazen fakirlikle bazen de kendi dostlarıyla korkutur. Allah (cc) ise bu korkularını yenenlere karşılık olarak kendi katından mağfiret ve bol nimet vaad etmiş, mümin olanın sadece Allah’tan (cc) korkması gerektiğini bildirmiştir.
İnsanın vesveseleri de bazen kendisi için korku kaynağı olabilir. Bu durumlarda kişi korktuğu her neyse bunların hepsini Allah’ın (cc) yarattığının bilinciyle hareket ederek bunlardan kurtulmak için bir taraftan Yaratıcı’ya (cc) sığınmalı diğer taraftan da bu korkuları yenebilmek için gerekli eğitim ya da moral desteği almalıdır.
Düşman korkusu da insanın önemli korkularındandır. Bu korku Müslüman’ı düşmanla savaşmaktan alıkoyan bir korku hâline geldiğinde tehlikelidir. Müslüman’ın düşman korkusu ancak onu düşmana karşı tedbir almaya yönlendiren bir kaygı olabilir. Nitekim Kur’an’da müminlerin düşmana karşı nasıl tavır takındıkları şöyle anlatılır: "Onlar öyle kimselerdir ki insanlar onlara, "(Düşmanınız olan) insanlar size karşı ordu topladılar. Onlardan korkun!" dedikleri zaman bu onların imanını artırdı ve "Allah (cc) bize yeter, O ne güzel vekildir!" dediler." Yine başka bir âyette de müminlerin bu tavrı şöyle anlatılmıştır: "Müminler, düşman birliklerini gördüklerinde: "İşte Allah (cc) ve Resûlü’nün (sas) bize vaad ettiği! Allah (cc) ve Resûlü (sas) doğru söylemiştir," dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a (cc) bağlılıklarını arttırdı." Zira Müslüman için savaşmanın neticesi iki güzellik (zafer yahut şehitlik)ten biridir. Nitekim bu inanç bizim kültürümüzde de, "Ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum." şeklinde dillendirilmiştir. Kur’an’da savaştan ve düşmandan, Allah’tan (cc) korkar gibi hatta daha fazla bir korkuyla korkmak eleştirilmiş ve dünya menfaatinin önemsizliği, Allah’tan (cc) korkanlar için âhiretin daha hayırlı olduğu, kimseye kıl payı kadar haksızlık yapılmayacağı hatırlatılmıştır. Hz. Peygamber (sas) de düşmanla karşılaşıldığında sabretmeyi tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan (cc), bela ve musibetlerden uzak kalmayı (afiyet) isteyin. Fakat düşmanla karşılaştığınız zaman da sabredin. Ve bilin ki cennet kılıçların gölgeleri altındadır."
Deprem, sel, yangın, patlama gibi tehlike arz eden konulardaki korkular ise, insan için bir zayıflık değildir. Aksine bu tür tehlikeleri ciddiye alarak çeşitli önlemler alması, onun ruh hâlinin sağlıklı oluşuna delâlet eder. Bu korkular bir yere kadar olayların sonucunu görebilme, kestirebilme, tartabilme yeteneğiyle de ilişkilidir. Akıllı insan korkar. Çünkü tehlikeli bir durum olduğunun farkına varır. Bu tür riskler ve tehlikeler karşısında gerekli tedbirleri alır. İşte tam bu noktada cesaret duygusu devreye girer.
Cesaret, şecaat ve yüreklilik! Korku anında kalp kuvveti ile metanetini sürdürmek, dinî ve dünyevî hukukunu korumak için canını dahi verecek derecede gösterilen yiğitliktir. Dehşet veren bir hadise anında ve olağanüstü hâller karşısında sabır ve sebat göstererek soğukkanlılığı koruyup endişeye kapılmadan sakin bir şekilde hareket etmektir. Müslüman’da bulunması gereken ve en çok da ona yakışan vasıflardır bunlar. Müslüman’a yakışır, zira Müslüman metanetini, azmini ve kararlılığını imanından alır; gevşemez, üzüntüye kapılmaz. İmanının onu üstün kılacağını, zafere eriştireceğini bilir.
Cesaret ve şecaati ifade etmek üzere ‘şehamet’ kelimesi de kullanılmaktadır ki yüreklilik, gözü peklik anlamlarının yanında, keskin zekâlılık ve anlayışlılık mânâlarını da ihtiva etmektedir. Dolayısıyla cesaret ve şecaatin temelinde akıl ve zekâ olmalıdır. Cesaretle duygusuzluk ya da akılsızlık karıştırılmamalıdır. Dolayısıyla sonuçları hesaba katılmaksızın girişilen cesaret faaliyetleri bile bile tehlikeye atılmak anlamına gelir ki bu, dinen hoş karşılanmaz. Dış tehlikelere karşı aşırı korkak olup pasif bir tavır takınmak ne kadar yanlışsa, tehlike karşısında haddinden fazla öfkelenip saldırgan davranmak da o kadar yanlıştır. Kontrolsüz öfke ve kızgınlık faydadan ziyade zarara yol açar. Ancak insanın öfke duygusunu aklın kontrolünde yaşatması ve yiğitlik erdemini geliştirmesi gereklidir. Zira hem kendi haklarını hem de zayıfların ve mazlumların hakkını korumak, ancak bu sayede mümkün olmaktadır.
Bunun yanında cesaret ve şecaat, büyüklük, şahsî üstünlük elde etme ve gösteriş gayesine de mâtuf olmamalı, ancak hak ve adaletin tesisi için izhar edilmelidir. Aksi takdirde önemsiz şeylere hizmet maksadıyla sergilenen cesaret değerini kaybeder. Bir adam Resûl-i Ekrem’e (sas) gelerek, "Bir kimse tarafgirlik duygusuyla savaşıyor, diğeri cesaret gösterisi için savaşıyor veya riya ve ikiyüzlülükten dolayı savaşıyor. Bunların hangisi Allah (cc) yolundadır?" diye sorunca, Efendimiz (sas), "Kim Allah’ın (cc) sözü (tevhid inancı) yücelip hâkim olsun diye savaşırsa o, Allah (cc) yolundadır." şeklinde cevap vermişti.
Cesaret ve şecaatin kaynağı insandaki ‘gazap/öfke’ duygusudur. Bu duygu, infiale kapılma, öfke, hışım, aşırı hiddet, hoşa gitmeyen bir hadise karşısında intikam arzusuyla heyecanlanma ve saldırganlık hâlinin ifadesidir. Aslında bu duygu, kötüye kullanılmadığı takdirde, hâriçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Zira insanın hayatını sürdürebilmesi ve dış tehlikelerden korunabilmesi için etkili bir güce ihtiyacı vardır. İşte bu güç, Allah (cc) tarafından kendisine verilen gazap kuvvetidir. Gazap, kalbin çarpmasını hızlandırır, kanın yüze ve beyne hücum etmesini temin eder. Böylece hâsıl olan bu kuvvet, önce gelecek tehlikeyi önlemeye çalışır. Şayet tehlike vaki olmuşsa onun tedavisine veya intikam almaya gayret eder. İnsanın mücadele ve mücahede etmesi gereken yerlerde güç ve kuvvetin hakkını vermesi, yiğit ve yürekli olması icap eden durumlarda cesaretli davranması ve ırzını, namusunu, vatanını, canını, malını, nefsini ve neslini koruması ancak bu duygu sayesinde mümkün olmaktadır.
Cesaret ve şecaatte kendilerine örnek aldıkları Hz. Peygamber’i (sas) ashâbı, "İnsanların en iyisi, en cömerdi ve en cesuru" olarak nitelendirmiştir. Enes b. Mâlik’in (ra) anlattığına göre bir gece Medine halkı yüksek bir ses duyarak korkmuş ve sesin geldiği tarafa doğru gitmişlerdi. Bir atın üstüne atlayarak hepsinden önce sesin geldiği yöne atını süren Hz. Peygamber (sas) ise dönerken onlara rastlamış ve boynunda kılıcı onları "Korkmayın, korkmayın!" diye teskin etmişti. Peygamberimizin (sas) cesaretinin derecesini anlayabilmek için, onun tek başına insanları hak dine davet edişi esnasındaki hâlini ve gayretini hatırlamamız yeterlidir. Allah Resûlü (sas) onları öyle bir dine davet ediyordu ki bu dine uymaları hâlinde bütün sosyal, siyasal, ekonomik ve ailevî hayat tarzlarını değiştirmeleri gerekiyordu. Asırlardan beri atalarından görüp yaşayageldikleri esasları bırakıp inkâr etmeleri, kanlarına işlemiş bulunan birçok âdet ve alışkanlıklardan vazgeçmeleri kaçınılmazdı.
Peygamberimiz (sas) onları sadece Allah’ın (cc) varlık ve birliğine davetle kalmıyor, âhiret gibi ebedî bir âlemin geleceğinden, tekrar dirileceklerinden, hesaba çekilip amellerinin mizanda tartılacağından bahsediyor, cehennem gibi bir zindandan haber veriyordu ki bu, müşrik Arapların hiç hoşuna gitmiyordu. Kavmi ve en yakın akrabaları Peygamberimizin (sas) ve dininin getirdiklerini kabule yanaşmıyor, alay ve hakaret ediyor, hatta vazgeçirmek için önüne cazip teklifler sürüyorlardı. Öz amcası Ebû Leheb, "Bizi bunun için mi çağırdın?" diyerek, onun kurtuluşa davet mesajıyla alay ediyordu. Übey b. Halef, eline aldığı çürümüş bir kemiği ufalayıp toz hâline getirdikten sonra Resûl-i Ekrem’in (sas) yüzüne üflüyor, "Ey Muhammed, Allah (cc) buna mı hayat verecek?" diye küstahça mukabelede bulunuyor; diğerleri onu davasından caydırmak için mal, mülk, şeref ve makam gibi tekliflerde bulunuyordu. Allah Resûlü (sas) davetiyle alay edenlere vahiyle cevap verirken Ebû Tâlib’e de, "Amca, bu işi bırakmam için sağ elime güneşi, sol elime ayı koysalar da Allah (cc) onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!" diyerek cesaretle üzerlerine gidiyordu.
Allah Resûlü (sas), yüzlerce felâket, tehlike ve birçok savaşla yüz yüze geldi. Fakat hiçbir zaman azim ve sebatını kaybetmedi. Aslında son derece yumuşak huylu, sakin bir tabiata sahip olan Rehberimiz Efendimiz (sas), yeri geldiğinde hak ve hakikat uğrunda bir o kadar cesur ve bir o kadar da yürekliydi. Bedir Savaşı’nın en şiddetli anlarında, bin kişilik mücehhez müşrik ordusu karşısında üç yüz kişilik Müslüman ordusu telaşa kapıldıklarında ona sığınıyor, onu siper yapıyorlardı kendilerine. Huneyn Savaşı’nda ilk hücumda düşmanı bozguna uğratan ancak ganimetlerin peşine düşünce Hevâzin kabilesi tarafından amansız bir ok yağmuruna tutulan Müslümanlar savaş alanından çekildikleri esnada Peygamber Efendimiz (sas), katırının gemini tutan Ebû Süfyan b. Hâris’le birlikte her zaman olduğu gibi savaş alanında dimdik duruyordu. Ona tâbi olan ashâbının cesareti de takdire şayandır. Söz gelimi ‘Allah’ın Kılıcı’ lakabı verilen Hâlid b. Velîd (ra) düşmanla karşılaştığında onları ilk önce İslâm’a sonra da cizye vererek anlaşmaya davet ediyordu. Onlara, "Bu daveti reddettiğiniz takdirde size öyle bir toplulukla geldim ki onlar için ölüm, sizin için yaşamın taşıdığı anlamdan daha değerlidir." diyordu.
Korkuyu olduğu gibi cesareti de besleyen yahut zayıflatan faktörler söz konusudur. Sahâbenin cesaretlerini zirve noktasına taşıyan faktör de onların sarsılmaz imanlarıdır. Korku ve cesaret sadece savaştan kaçmak ya da savaşta yüreklilik göstererek savaşmaktan ibaret değildir. Önemli olan insanın hataya karşı korkak yahut cesur olup olmaması ve bu duygularını doğru yönlendirmelerle doğru yerlerde kullanabilmesidir. Örneğin Hz. Ebû Bekir’in (ra) açlıktan korkarak evlâtlarını öldüren bir toplum içerisinde tüm malını infak etmesi ileri derecede bir cesaret örneğidir. Her ne olursa olsun yanlışlar karşısında cesurca, yüreklilikle hareket edip hakkı savunmaktan kaçınmamak cesaret değil de nedir?
Korku aslında kişinin korktuğu nesneye yahut içinde bulunduğu duruma verdiği bir tepki değildir. Kendi düşüncelerine verdiği bir tepkidir. Dolayısıyla korkuyu yenmek için kişinin kendi dışındaki bir etkenin durumu düzeltmesi ya da korkularından kaçması yerine korkuya sebep olan düşünceyi tespit edip bunun üzerine gitmek, korkularla mücadele etmek korkuyu yenme noktasında atılan ilk ve önemli adımlar olacaktır. Bunun yanı sıra korkuları fobi derecesine gelen kişilerin profesyonel destek almaları, cesaret duygularını geliştirmek için verilen eğitim ve inanç da korkularını yenmeleri noktasında en etkili faktörlerdendir.
İnsanın korktuğu, korku sebebi olarak gördüğü herşeyi Cenâb-ı Allah (cc) yaratmıştır. Allah (cc) istemedikçe ve izin vermedikçe insanın korktuğu hiçbir şey insana zarar vermez. Müslüman bunun bilincinde olarak hareket etmeli ve korkularına yenik düşmemelidir. Elbette insanın hayatında bazı konularda kaygılanması normaldir. Kendisi ve çocuklarına dair gelecek kaygısı, geçim kaygısı vs. Ancak Müslüman’ın hayatında bu tür kaygıların ileri derecede tezahür etmesi ve korkuya dönüşmesi dinimizce onaylanmayan ve Müslüman’ın inancına ters düşen bir durumdur. Zira rızkı veren Allah’tır. Müslüman’ın bu kaygıları onu bu konularda tedbir alarak Allah’a (cc) tevekküle yönlendirmelidir. Eğer bu kaygılara kapılıp korkakça davranırsa hayatını bazı şeyleri kaybetme korkusu yönlendirecek sahip olduğu değerlerini korkularından dolayı terk etmekten kendini alamayacaktır. Mümin korktuğu her şeyden Allah’a (cc) sığınmalı ve ondan yardım dilemelidir. Hayatta korku anlarında korkuyu zapt edip iradeli davranarak cesaretini korumalı bütün sonuçlarını bilerek ve göze alarak korktuğu her şeye karşı cesaretini ortaya koymalıdır. Mümin, Allah (cc) korkusunu ve âhirette kaybetme korkusunu bilincinde diri tuttuğu ölçüde dünyada kaybettiklerinin anlamsızlığını ve değersizliğini takdir edebilecektir.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam