".أَنَّ النَّضْرَ بْنَ سُفْيَانَ حَدَّثَهُ أَنَّهُ سَمِعَ أَبَا هُرَيْرَةَ يَقُولُ: كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَقَامَ بِلاَلٌ يُنَادِى فَلَمَّا سَكَتَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنْ قَالَ مِثْلَ هَذَا يَقِينًا دَخَلَ الْجَنَّةَ
Nadr b. Süfyân (ra), Ebû Hüreyre'yi (ra) şöyle derken işitmiştir: “Resûlullah (sas) ile birlikteydik, derken (namaz vakti girdi ve) Bilâl (ra)  kalkıp ezan okudu. Bitirdiğinde Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: "Kim gönülden inanarak bunun söylediklerini söyler (ezanı tekrar eder)se cennete girer.""

(N675 Nesâî, Ezân, 34)

***

"..عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لاَ يُرَدُّ الدُّعَاءُ بَيْنَ الْأَذَانِ وَالْإِقَامَةِ

Enes b. Mâlik'ten (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: Ezan ile kâmet arasında yapılan dua geri çevrilmez.”

(D521 Ebû Dâvûd, Salât, 35)

***

"..عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لَوْ يَعْلَمُ النَّاسُ مَا فِي النِّدَاءِ وَالصَّفِّ الْأَوَّلِ ثُمَّ لَمْ يَجِدُوا إِلَّا أَنْ يَسْتَهِمُوا عَلَيْهِ لَاسْتَهَمُوا

Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ezandaki ve birinci saftaki (sevabı) bilselerdi, ezan okumak ve birinci safta yer almak için aralarında kura çekmekten başka bir yol bulamazlar ve (sonunda) kura çekerlerdi...”

(B615 Buhârî, Ezân, 9; M981 Müslim, Salât, 129)

***

".عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “الْمُؤَذِّنُ يُغْفَرُ لَهُ مَدَى صَوْتِهِ، وَيَشْهَدُ لَهُ كُلُّ رَطْبٍ وَيَابِسٍ، وَشَاهِدُ الصَّلاَةِ يُكْتَبُ لَهُ خَمْسٌ وَعِشْرُونَ صَلاَةً، وَيُكَفَّرُ عَنْهُ مَا بَيْنَهُمَا

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Müezzin, sesini ulaştırmak için ne kadar güç sarf ederse o kadar bağışlanır. Kuru ve yaş (ne varsa hepsi) onun lehine şahitlik eder. (Cemaatle) namaza katılan kimseye de yirmi beş namaz (sevabı) yazılır ve iki namaz arasındaki (günahları) affedilir.”

(D515 Ebû Dâvûd, Salât, 31)

***

".عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ: أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “مَنْ قَالَ حِينَ يَسْمَعُ النِّدَاءَ: اللَّهُمَّ رَبَّ هَذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلاَةِ الْقَائِمَةِ، آتِ مُحَمَّدًا الْوَسِيلَةَ وَالْفَضِيلَةَ، وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا الَّذِى وَعَدْتَهُ، حَلَّتْ لَهُ شَفَاعَتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ

Câbir b. Abdullah'tan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Kim ezanı işitince, "Ey bu mükemmel davetin ve kılınan namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e (sas) sana yaklaştıran her türlü vesileyi ve fazileti ihsan et. O'nu (sas), kendisine vaad etmiş olduğun Makâm-ı Mahmûd'a kavuştur." derse kıyamet günü şefaatim ona helâl olur.”

(B614 Buhârî, Ezân, 8; D529 Ebû Dâvûd, Salât, 37)

***

İslâm tarihinin sayfaları arasında gözyaşları ile saklanmış şöyle bir ezan hikâyesi vardır: Hz. Peygamber (sas), tebliğ vazifesini tamamladıktan sonra, ardında sevgisini bırakarak vefat etmişti. Ashâbı ona doyamamıştı. Bunlardan birisi de Sevgili Nebî'nin (sas), “müezzinlerin efendisi ” diye ezanını ve müezzinliğini tebrik ettiği Habeşli Bilâl'di (ra). Vefatın ardından üzüntüsünden duramamıştı Bilâl (ra) Medine'de. Bastığı, gördüğü her yer O'nu (sas) hatırlatıyor, dokunduğu her şey elemini, özlemini artırıyordu.

“Resûlullah'tan (sas) sonra kimse için ezan okumayacağım/okuyamayacağım.” demişti Bilâl (ra). Uzaklaşmak istedi Medine'den. Hiç kıramayacağı Hz. Ebû Bekir'i (ra) bile buna ikna etti; Şam'a gitti. Ancak ruhuna işleyen peygamber sevgisini ve aşkını geride bırakmak ne mümkündü! Gönlünden hiç çıkmayan Resûlullah (sas), bir gece rüyasında görünüverdi, “Yâ Bilâl! Bu cefa nedir? Beni ziyaret edeceğin vakit gelmedi mi?” diyordu. Daha fazla dayanamadı Bilâl (ra). Hemen yollara düştü; onun elinin değdiği, ayağının dokunduğu yerleri yine göreyim diyerek döndü Medine'ye. Geldiğinde sabah namazı vakti girmek üzereydi. Doğrudan Ravza'ya, Resûlullah'ın (sas) kabr-i şerîfine gitti. Mübarek kabrine yüzünü sürdü, ağladı ve yüreğindeki hasreti gözyaşlarıyla söndürmeye çalıştı. Derken Peygamberimizin (sas) torunları Hasan (ra) ve Hüseyin (ra) çıkageldiler. Bilâl (ra) onlara sarıldı, kokladı. Onlar da dedelerinin günlerini hatırladılar; özlemişlerdi Bilâl'in (ra) sesinden ezan dinlemeyi. Hatırayı yâd etmek üzere ezan okumasını istediler Bilâl'den (ra). Medineliler de hasretti Bilâl'in (ra) sesine. Bu peygamber müezzininin okuduğu ezanın gönüllerindeki ve kulaklarındaki hatırası ve hatırlattıkları bir başkaydı. Kabul etti Bilâl (ra) ve Peygamber (sas) zamanında olduğu gibi mescidin damına çıkıp, “Allâhü ekber” dediğinde, Medine dikkat kesildi. “Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh.” dediğinde Medine çalkalandı. “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullâh.” deyince Bilâl (ra), sanki Peygamber (sas) dirilmiş diye sokaklara döküldü halk. Bir şehir halkı ağlıyordu; hıçkırıklara boğulan Medineliler, o gün Allah Resûlü'nün (sas) vefatından sonra en hüzünlü günlerini yaşamıştı.

Bu olay, ezanın içeriğini, mesajını ve anlamını, yaşanmış bir vakıa olarak bütün tazeliğiyle bize anlatması bakımından önemlidir. Ezan her okunduğunda ve her okunduğu yerde; ilk gün okunduğu gibi, o gün Bilâl'in (ra) okuduğu gibi, büyük mânâlar, coşkular ve hatıralar yaşatır gönülden dinleyenlere ve anlayanlara.

Aslında ezan, namaz vaktinin girdiğinin belli ifade kalıplarıyla ilânı, bildirimi demektir. Namaza başlanırken de haber vermek için tekrar edilir sözleri. O zaman “kâmet” olur adı. Ezan, vaktin girdiğini; kâmet ise namazın başladığını bildirir. Bu iki mübarek çağrı arasında edilen dualar ise geri çevrilmez. Bu bakımdan ezan, namaz gibi kulluğun zirvesini ifade eden bir ibadetle birlikte anılmalı ve düşünülmelidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde doğrudan “ezan” yerine “namaza çağrı” ibaresi zikredilmekte;“ezan” ve “müezzin” kelimeleri ise farklı bağlamlarda “bildirmek” anlamında kullanılmaktadır.

Aynı şekilde neredeyse ilgili bütün hadislerde de ezan, namaz ile birlikte dile getirilmektedir. Zaten ezanın ortaya çıkışı da, Hz. Peygamber'in (sas), müminlere namaz vaktinin girdiğini bildirecek ve onların namaz için cemaat oluşturmak üzere mescitte toplanmalarını sağlayacak bir çağrı vasıtası arayışının sonucunda olmamış mıydı?

Ezan, kelime anlamına uygun bir şekilde, dünya üzerindeki saat farkı sebebiyle her an ve günde beş defa Allah'ın (cc) büyüklüğünün ve İslâm inanç esaslarının ilânıdır. Kulluğun, yüksek bir mekândan, yüksek bir sesle en büyük varlığa arzıdır aynı zamanda. Nasıl ki Rabbimiz Allah (cc), yüce kitabı Kur'ân-ı Kerîm'de, “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”  buyurmaktadır, işte Hz. Bilâl'in (ra) ilk okuduğu andan itibaren yeryüzünün her yerinde her an okunmakta olan ezan da âdeta bu ilâhî fermana bütün varlıklar adına bir cevap, bir icabettir.

Bir mânâda ezan, günde beş defa, “Evet, Yâ Rabbi! Sadece seni yüceltiyoruz ve senden başka ilâh olmadığına, Muhammed'in (sas) senin elçin olduğuna, kurtuluş ve mutluluğun bunda olduğuna inanıyor ve şahitlik ediyoruz.” demektir. Allah Teâlâ'nın (cc) “kendisine iman eden kullarından sadece O'na (cc) ibadet etmelerini istemesine”, sanki kulları tarafından verilmiş bir cevaptır. Nitekim Hz. Peygamber'in (sas), “Müezzini işiten hiçbir cin, insan, ağaç, taş yoktur ki, (kıyamet günü) onun lehine şahitlik etmesin.”  ya da bir başka hadisinde, “Müezzin, sesini ulaştırmak için ne kadar güç sarf ederse, o kadar bağışlanır. Kuru ve yaş (ne varsa hepsi) onun lehine şahitlik eder. (Cemaatle) namaza katılan kimseye de yirmi beş namaz (sevabı) yazılır ve iki namaz arasındaki (günahları) affedilir.”  buyurması, bir yönüyle bütün âlemin, kulluğunu ve teslimiyetini âlemlerin Rabbine arz etmesine vesile olan müezzine minnetini ifade etmektedir.

Bu bağlamda, ezanın ilk ortaya çıkışındaki sır da biraz aydınlanmaktadır. Ezan, doğrudan bir vahiy ya da peygamber buyruğu olarak değil de, sahâbenin istişaresi, düşünmesi, ıstırabını çekmesi neticesinde Abdullah b. Zeyd (ra) ve Ömer b. Hattâb (ra) gibi sahâbîlerin rüyasında öğretilmişti. Böylece, dinî uygulamaların tespitinde ender görülen bir tarzda ezan, başlangıcından itibaren kullarının katkısıyla Yüce Yaratıcı'ya (cc) ve O'nun (cc) Kutlu Elçisine (sas) övgü ve bağlılık nişanesi olarak ortaya çıkmıştı. Bu nedenledir ki ezan, Hz. Ebû Bekir'in (ra) de ifade ettiği gibi, “İmanın bir şiarıdır.” İşte o günden beridir ezan, Muhammed ümmetinin simgesi ve ortak değeri olmaya devam etmektedir.

Bir Müslüman, daha yavrusu dünyaya ilk gözlerini açtığında kulağına ezan okuyarak, âdeta ona kimliğini ve şiarını fısıldamaktadır. Bu, Resûlullah'ın (sas) torunu Hasan (ra) doğduğunda onun kulağına ezan okumasıyla sünnet olmuş bir uygulamadır. Böylece, âdeta insanı bütün erdemlere götürecek, özgürleştirecek ve bütün sapkınlıklardan koruyacak temel öğretileri içeren ezanın, gözlerini açtığı anda kulağına fısıldanmasıyla, çocuğun ilk mânevî aşısı yapılmış olmaktadır. Bütün mânevî kirlerin, kötülüklerin, sapkınlıkların ve şeytanca işlerin, hayatı boyunca o çocuktan uzak durması için yapılan bir duadır bu anlamda ezan. Çünkü ezanın bir gücü de budur. Ezanın bulunduğu ve duyulduğu yerde, kötülükler ve şeytan barınamaz. Muhammedî seda, yerden göklere doğru, “sözlerin en temiz ve güzel olanının O'na (cc) yükselmesi”  gibi yükselirken, rahmet kapılarını da açar ve bütün bir âlemi kirlerinden arındırır. Zamanı, vakti, kulluğu ve en büyüğü unutturanlar, kutsal çağrı boyunca ortadan kaybolur. Ortalık huzur, sükûn ve kurtuluş muştusuyla dolar. Nitekim Resûl-i Ekrem (sas) namaz için ezan okunduğu zaman şeytanın dönüp onu duymayacağı yere kadar uzaklaştığını, ezan bitince geri gelse de kâmet edilmeye başlanınca tekrar dönüp kaçtığını anlatmaktadır.

Usulünce ve samimiyetle okunan ezanın, Müslümanın içine işleyerek durup kulak vermesini sağlaması ve içinde namaza koşma coşkusu uyandırması, bu Peygamber buyruğundaki hakikati bizim idrakimize sunan bir tecrübedir. Bir yandan şeytanı uzaklaştıran ilâhî çağrı, öte yandan insanı Rabbine yaklaştırıyor. Bu nebevî haber, ezan okunmasıyla birlikte uzaklaşan şeytandan kurtulan temiz fıtratın sesine uyan, ezan ile ruhunda oluşan uyanışın bıraktığı mânevî lezzet ve hazzı tadan nicelerinin hidayete ermesindeki hikmeti de açıklar gibidir. Fıtrat nuruyla vahiy nurunun birleştiği bir an, bir neşe dalgası oluverir ezan.

Ezan, Allah'ın (cc) büyüklüğünü, yegâne ilâh olduğunu ve Hz. Muhammed'in (sas) O'nun (cc) elçisi olduğunu bütün âleme ilân ettikten sonra, bütün ibadetlerin özünü ve mânâsını ihtiva eden namaz için huzura çağrı yapmakta ve akabinde kurtuluş yolunun bu olduğunu insanlara hatırlatmaktadır. Dünyaya dalmış, varlığın gayesini, insan olmayı, yönünü ve yörüngesini unutmuşlara bir hatırlatma... Bu bakımdan ezan bir uyarıdır aynı zamanda. Hayatın akışına kapılmış olan insana, yaptığı her ne ise büyük bir işmiş gibi görse de ondan daha büyük ve önemli olanı bir ilândır ezan. Allah (cc) bütün azametiyle ve hâkimiyetiyle hissedilir ezanın okunmasıyla. Allah'tan (cc) başka büyük, O'ndan (cc) daha önemli, bilgili, kudretli bir varlığın olmadığının ifadesidir “Allâhü ekber'ler. Şehâdetler, Allah'tan (cc) başkasına kulluktan kurtarır, özgürleşmenin reçetesini verir Allah'ın (cc) kullarına. “Hayye ale's-salâh” ile namaza davet edilir insan, özgürlüğü perçinlensin, secdeden mi'raca yükselsin diye. Kurtuluşa çağrıdır, “Hayye ale'l-felâh”, hem de bir müjdedir. Sabah ezanındaki, “es-Salâtü hayrun mine'n-nevm” tatlı uyku özelinde dünyevî zevklerden daha hayırlı şeylerin olduğunu hatırlatır insana. Ve nihayet, “Allâhü ekber, lâ ilâhe illâllâh” bir kez daha vurgular ki Allah (cc) en büyüktür, yalnız Allah (cc) en büyüktür. Ezanın akabinde kılınan namazla, bu ulvî mânâ ve mesaj bütünleşir, tamam olur. Peygamber Efendimizin (sas), “gözümün nuru”  dediği namazla birlikte daha bir anlam kazanır ezan. “Allâhü ekber'lere en güzel cevap olarak bu büyüklük karşısındaki boyun eğişi simgeler rükûlar ve secdeler. Böylece, ezanın sözlerindeki iman ve amel birlikteliğine vurgu, fiiliyat olur; bir kulluk bilinci ve eylemi olarak Rabbe yükselir.

Bu şekliyle ezan, tam bir iman kelimesi, kuldan Rabbine doğru yükselen inanç ve bağlılık ifadesi değil midir? Dolayısıyla ezan, bir çağrı olmaktan da öte bir mânâ taşıyan, kulluk şuurunu yeşerten ve dalga dalga ulaştığı bütün mahlûkata bunu ulaştıran bir davettir. Bu sebeple ezanı duyan her müminin onu büyük bir huşû içinde dinlemesi, müezzinin sözlerine candan icabet ederek şehâdet kelimelerini yinelemesi, namaza ve kurtuluşa çağrı ifadelerinin akabinde, güç ve kudretin ancak Allah'ın (cc) bahşetmesiyle olduğunu hatırlaması, böyle yaptığında cennetle muştulanması ve sonunda yapılan duanın kabul edileceğinin bildirilmesi, hep ezanın bu mânâ ve önemine işaret eden nebevî haberler cümlesindendir.

Ezana kayıtsız kalmamalıdır insan. Önem verdiği bir kimse çağırdığında bunu nasıl erteleyemezse, ezan okunduğunda da, kutsal bir görev için Allah'ın (cc) huzuruna çağrıldığını düşünmelidir. Rabbi karşısında kendi aczini, zaaflarını ve kulluğunu hatırlamalıdır. Bu sebeple olsa gerek Hz. Peygamber (sas), ezanın sadece müezzinin yüksek sesle ifade ettiği bir çağrı olarak dinlenmesini değil, aynı zamanda ona yürekten icabet edilerek, aynı sözlerin tekrar edilmesi suretiyle özümsenmesini de emir buyurmuş ve böyle yapanın büyük sevaba nail olacağını müjdelemiştir. Nitekim bildirildiğine göre, bir keresinde peygamber müezzini Hz. Bilâl (ra), yine bütün ruhuyla ve içten okuyuşuyla ezanı tamamlamıştı. Ashâbıyla birlikte büyük bir huşû içinde ve gözlerini kırpmadan bu ulu çağrıyı dinleyen Kutlu Nebî (sas), bu rahmet ikliminden dinleyenlerin nasıl hissedar olacaklarına dair şu müjdeyi vermişti: “Kim gönülden inanarak bunun söylediklerini söyler (ezanı tekrar eder)se cennete girer.”

Allah Elçisi'nin (sas) şu hadisinde de bildirdiğine göre, ezanın mânevî kazanımları çok büyüktür: “İnsanlar ezandaki ve birinci saftaki sevabı bilselerdi, ezan okumak ve birinci safta yer almak için aralarında kura çekmekten başka bir yol bulamazlar ve (sonunda) kura çekerlerdi...” 

Ezan büyük bir mânâ ve şuur ikliminin müjdecisidir. Bu sebeple onun, abdestli olarak, güzel ve gür bir sesle, her yere duyurmaya çalışarak, sağa ve sola dönerek okunması ayrıca toplumun en hayırlılarının bu işi üstlenmesi sünnettir.

Hz. Peygamber'e (sas) göre, “İmam (kendisine uyanların namazlarına) kefil, müezzin ise (namaz vakitleri konusunda) kendisine güvenilen kimsedir...” Allah Resûlü (sas), “her gün insanları namaza çağıran müezzinlerin, kıyamet gününde misk kokuları yayan tepelerde bulunacak kişilerden olacakları” müjdesini vermiş, onların bağışlanmaları için de şöyle özel duada bulunmuştur: “Allah'ım! İmamlara (kefil oldukları konuda) muvaffakiyet ver, müezzinleri de (olası taksirlerinden dolayı) bağışla!”

Ezanı dinleyen Müslümanların da büyük kazanımlara nail olduğuna dair Peygamber müjdeleri bulunmaktadır. Nitekim ezanın mânâ ve öneminden dolayı müezzinlerin büyük sevap kazandıkları, seslerini duyurdukları canlı cansız bütün varlıkların kıyamette lehlerine şahitlik edeceği ve onların, “kıyamet gününde en uzun boylular (seçkin kimseler) olacağı”  yani makamlarının yüksek olacağı gibi nebevî müjdelerden mahrum kaldıklarını dile getiren kimi sahâbe, Peygamberimize (sas) “Ey Allah'ın Resûlü! Müezzinler (ezan okuyarak kazandıkları sevapla) fazilet olarak bize üstün geliyorlar.” diye serzenişte bulunmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (sas), “Sen de, onlar söylediklerini söyleyip bitirince, dilediğini iste; sana da (aynı sevap) verilsin.” buyurarak, bu rahmet ikliminden hissedar olmanın yolunu göstermişti.

Ezan bir şiardır. Nasıl ki her dinin alâmetleri, işaretleri ve sembolleri varsa, İslâm'ın da vardır. Bunlara “şeâir” denilmektedir. Çoğul bir isim olan şeâir, “İslâm'a özgü olan, onu çağrıştıran ve İslâm"ın korunmasını gerekli kıldığı hususlar, alâmetler ve semboller” demektir. Bu alâmetler, dinimizi sembolize ederler ve bulundukları yerde Müslüman varlığının birer göstergesi olurlar. Yüce Allah (cc), Kutsal Kitabımızda dinin şeâirine saygı gösterilmesini istemiş ve bunu takvanın bir gereği olarak nitelemiştir. İlâhî hikmet, taşıdığı derin anlamı ve öneminden dolayı ezanın, dinin şeâirinden biri hâline gelmesini, okunmasıyla dini hatırlatan bir özellik içermesini ve okunduğu yerde Müslüman varlığının işaretlerinden birisi olmasını gerektirmiştir. Zaten bilindiği gibi ezan-ı Muhammedî'yi ortaya çıkaran çağrı arayışında, Hz. Peygamber (sas) ve sahâbesinin üzerinde durdukları en önemli husus, diğer din mensuplarını çağrıştıracak vasıtalardan özenle kaçınmak ve bu ümmete has bir çağrı şekli bulmak olmuştu. Ezan, her şeyiyle İslâm'a ve Müslümanlara özgü bir şiar olduğu içindir ki Medine'de ilk okunduğunda ezanı dinleyen Yahudiler, “Ey Muhammed! Daha önce hiç bilinmeyen bir çağrı ortaya koydun!” demişlerdi.

Nitekim Enes b. Mâlik (ra) şöyle anlatır: “Peygamberimizle (sas) bir sefere gittiğimizde bizi hemen savaşa sokmaz, sabah olmasını beklerdi. Sabah olduğunda bekler, ezan okunduğunu duyarsa onlarla savaşmazdı.” Çünkü ezan, okunduğu yerin bir İslâm toplumunu barındırdığının ve o bölgenin Allah'ın (cc) büyüklüğünü, Hz. Muhammed'in (sas) peygamberliğini kabul ettiğinin en açık ilânıdır. Bu nedenledir ki Allah Resûlü (sas), en az üç hane halkının bulunduğu yerleşim merkezlerinde ezanın mutlaka okunmasını, aksi takdirde orada şeytanın ve kötülüğün hâkim olduğu mânâsı çıkacağını ifade eder. Böylece O (sas), ezanın bir güvenlik sembolü olduğu kadar, mânevî bir güvence olduğunu belirtmiştir.

Ezanın İslâm'ın ve Müslümanlığın bir simgesi olması, farz namazların vakitlerinin girdiğini haber vermenin dışında, fetih ve zaferlerin akabinde ezan okunması geleneğinde de kendini göstermektedir. Bu, Hz. Peygamber (sas) Mekke'yi fethettiğinde, Bilâl'in (ra) Kâbe'nin damına çıkarak ezan okumasından beri ele geçirilen her beldede yapılan ilk uygulamalardan biri olmuştur.

Ümmet-i Muhammed, ezan-ı Muhammedî'sine sahip çıkmış, Bilâl'in okuduğu ilk ezanı asırlar boyunca aynı sözcük ve ifadelerle devam ettirmek suretiyle onu en vazgeçilmez değerleri arasında tuttuğunu göstermiştir. İslâm âlimleri ezanı olduğu ifade kalıplarından farklı bir şekle dönüştürmenin veya telaffuz etmenin caiz olmadığını vurgulamışlardır. Zaten aksi bir davranış, en basit anlamıyla ezanı anlamsızlaştırmak olur. Bu, Peygamber Efendimizin (sas) öğrettiği ve İslâm'ın evrenselliğinin simgesi olan “ezan-ı Muhammedî” olmaz. Ezanın dili evrenseldir. Hangi millet ve ırktan olursa olsun, hangi coğrafya ya da ülkeden olursa olsun, ezanı duyan her Müslüman, duyduğu an onu anlar ve mesajını alır. Bu sebeple ezan-ı Muhammedî, bütün asırlarda Medine'de okunduğu ilk şekliyle yankılanarak gelmiş ve bütün Müslüman toplumlar tarafından o aslî hâliyle okunmaya devam edilmiştir.

Ezan, mimari, edebiyat ve musiki gibi kültürel değerlerimizin gelişiminde önemli bir yapı taşı olagelmiştir. Bir kalem gibi zarif, bir şehâdet parmağı gibi anlamlı ve bir tevhid sembolü gibi göklere yükselen minarelerin ortaya çıkmasında doğrudan etkilidir meselâ. Böylece, medeniyetimizin damgası durumundaki cami mimarisinin en önemli unsurlarından birisi olan minare yapısı ve estetiği, varoluşunu ezanın yüksek bir yerden ve yüksek sesle okunması sünnetine borçludur. Minare, ezan okunmak için vardır; ezan, orada İslâm olduğu için vardır. Aynı şekilde ezanın söz ve anlamındaki derinlik ve taşıdığı tarihî değerler, nice yazarlara duyuş, nice şairlere ilham kaynağı hatta nice şarkı ve türkülere konu olmuştur. Önce şairin gönlüne, sonra kalemine ilham verir ezanlar. Edebiyat tarihimizde “ezan” başlıklı o kadar çok yazı ve şiir vardır ki! Nitekim İstiklal Marşımızda da, diğer maddî ve mânevî kıymetlerimizle birlikte Müslümanlığımızın simgesi olarak ezana atıfta bulunulmakta ve onun en önemli din ve bağımsızlık sembollerimizden birisi olduğuna vurgu yapılmaktadır:

“Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli,

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”

Öte yandan ezanın okunuşunda da güzelliğe ve estetiğe riayet çağrısı vardır. Bu sebeple güftesindeki anlam ile musikişinaslara çeşit çeşit makamlarda besteler yaptırmış; Allah (sas) aşkının gönüllerden dile, notalardan sese uzanan tercümanı olmuştur ezan.

Yine saatlerin yaygınlaşmasından öncesine kadar ezanlar, Müslümanların kullandıkları saatleri mesabesindeydi. İşler, buluşmalar, öğünler hep okunacak ezana göre ayarlanırdı. Herhangi bir şeyin zamanı sorulduğunda kullandığımız, “eli kulağında” ifadesi, müezzinin şerefeye çıktığını, elini kulağına attığını ve hemen ezana başlayacağını ifade etmekteydi. Bu özellikleriyle de ezan, medeniyetimizin en önemli inşa araçlarından birisi olagelmiştir. Zaten medeniyetimiz bu ulu ve nurlu sesin şehâdetlerinin ekseninde şekillenmemiş midir? Öyleyse, ezan bir medeniyet simgesidir diyemez miyiz?

Ortak bir dildir ezan; Ümmet-i Muhammed için bir şiar ve şuurdur.

Bir kimlik bilincidir ezan; vakitle birlikte insana ne olduğunu, nerede olduğunu bildirir.

Bir davettir o; huzura, şuura, kurtuluşa, sevgiye, sevgiliye ve kullukta özgürlüğe.

Bir dinginliktir o; duyan gönüllere, fıtratını arayanlara.

Ve bir işaret feneridir ezan, yolunu yitirenlere; bir ışıktır, karanlıkta kalmışlara; bir ulu sestir, yalnızlara, çaresizlere; bir müjdeli ışıktır, vakti gözetenlere ya da sabahı bekleyenlere.

Dahası çocuklar, Allah (sas) demeyi ilk ondan öğrenir, büyüklerinin bu ses karşısındaki saygısını görür, kımıldayan dudakları okur ve böylece ilk dinî terbiyeyi ezanla alır. Bu sebeple, çocukların millî ve dinî terbiyesi üzerindeki etkisi de önemi de bir başkadır ezanın. İnsan yıllar sonra ve hele ülkesinden uzaksa, özlemle yâd eder coşkulu ezanları, kandilleri, iftarları. Ve duyunca ezanı, Müslümanlığını, vatanını hisseder. Şair bu duygularla evlâtlarımızın, memleketimizin ezandan mahrum kalmaması için ne güzel yakarmıştır:

“Biz, kısık sesleriz... Minareleri

Sen, ezansız bırakma Allah'ım!

Ya çağır şurda bal yapanlarını,

Ya kovansız bırakma Allah'ım!

Mahyasızdır minareler... Göğü de

Kehkeşansız bırakma Allah'ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,

Müslümansız bırakma Allah'ım!”

Her ne kadar, “Namazda gözü olmayanın, ezanda kulağı olmaz!” denilmişse de, Müslüman, namaz kılsın ya da kılmasın, şehâdet ve tevhid kelimelerinin haykırıldığı ezanları edeple dinler. Bu rahmetten, bereketten nasibdar olmak, şehâdetini yani şahitliğini yenilemek için, ezanı saygı ve huzur ile dinleyip tekrarladıktan sonra Allah Resûlü'nün (sas) şu duasını okur:

“Allâhümme Rabbe hâzihi'd-da'veti't-tâmme, ve's-salâti'l-kâime, âti Muhammedeni'l-vesîlete ve'l-fazîlete, ve'b'ashü makâmen mahmûdeni'llezî veadteh.” (Ey bu mükemmel davetin ve kılınan namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e (sas) sana yaklaştıran her türlü vesileyi ve fazileti ihsan et. O'nu (sas), kendisine vaad etmiş olduğun Makâm-ı Mahmûd'a kavuştur.)” Âmîn!