Abdullah b. Amr'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz Allah (cc), İbrâhim'i dost edindiği gibi beni de dost edindi. (Bu sebeple) kıyamet günü cennette benim yerim ile İbrâhim'in yeri karşı karşıyadır…”

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ اللَّهَ اتَّخَذَنِى خَلِيلاً كَمَا اتَّخَذَ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً فَمَنْزِلِى وَمَنْزِلُ إِبْرَاهِيمَ فِى الْجَنَّةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تِجَاهَيْنِ…”

(İM141 İbn Mâce, Sünnet, 11)

***

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: جَاءَ رَجُلٌ إِلَى رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَقَالَ: يَا خَيْرَ الْبَرِيَّةِ! فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “ذَاكَ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ.”

Enes b. Mâlik (ra) anlatıyor: “Bir adam Resûlullah'a (sas), "Ey yeryüzünün en hayırlısı!" şeklinde hitap etmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sas), "Bu (söylediğin) İbrâhim aleyhisselâmdır." buyurdu.”

(M6138 Müslim, Fedâil, 150)

***

عَنْ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ لِكُلِّ نَبِىٍّ وُلاَةً مِنَ النَّبِيِّينَ وَإِنَّ وَلِيِّىَ أَبِى وَخَلِيلُ رَبِّى...”

Abdullah (b. Mes'ûd) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Her peygamberin diğer peygamberlerden bir dostu vardır. Benim dostum ise atam ve Rabbimin dost edindiği (İbrâhim)dir...”

(T2995 Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 3)

***

عَنْ جَابِرٍ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “عُرِضَ عَلَيَّ الْأَنْبِيَاءُ…وَرَأَيْتُ إِبْرَاهِيمَ [صَلَوَاتُ اللَّهِ عَلَيْهِ] فَإِذَا أَقْرَبُ مَنْ رَأَيْتُ بِهِ شَبَهًا صَاحِبُكُمْ يَعْنِى نَفْسَهُ…”

Câbir'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“(Mi'rac gecesi) bütün peygamberler bana gösterildi… İbrâhim'i (as) de gördüm. Gördüklerim arasında ona en çok benzeyen —kendisini kastederek— arkadaşınızdır…”

(M423 Müslim, Îmân, 271)

***

İbrâhim (as), oldukça uzun süreden beri içinde yaşadığı toplumun inanç sistemini ve dinî değerlerini sorgulayıp duruyordu. İnsanlar, bazı gök cisimlerinin ve bunları temsil eden putların kendileri üzerinde etkin olduğuna inanıyor; yaz, kış ve baharın, soğuk ve sıcağın, gece ve gündüzün putların eseri olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre ancak tanrıların hayat üzerinde bu kadar etkisi olabilirdi! Toplumun ilâh kabul ederek taptığı bu varlıklar İbrâhim’i (as) tatmin etmiyordu. Zira İbrâhim (as), her birini teker teker gözlemlemiş ve tanrı olup olamayacağını sorgulamıştı. Gece parlayan bir yıldızın ve ayın bütün ışıltısına rağmen gündüz olunca batıp kaybolduğunu fark etmişti. Aynı şey akşam olunca batan güneş için de geçerli idi. Bir tanrı nasıl batıp yok olabilirdi? O yok olduğu zaman kâinatı kim idare edecekti? O’nun, asla yok olmaması gerekirdi. Evet, gerçek Rab böyle bir varlık olmalıydı. İşte, tabiatı gözlemleyip buradan elde ettiği verilerden aklî sonuçlar çıkararak yavaş yavaş gerçeğe ulaşıyordu. Gün gelecek, "Ben, Hakk’a yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, (Allah’a) ortak koşanlardan değilim." diyecekti.

Her vesileyle tefekküre devam ediyor, kulluk bilincini destekleyip kuvvetlendirecek şeyler üzerinde uzun uzun düşünüyordu. Bu kez karşısında, ölmüş bir hayvan cesedi vardı. Yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış, kemikleri dağılmış bir cesetti bu. Yine düşünmeye başladı. "Şüphesiz Rab, bunu bile yırtıcı hayvanların kursaklarından toparlayıp bir araya getirecek, sonra da yeniden diriltecek kudrete sahip olmalı." diye düşündü. Ama bilmek, görmek gibi değildi. Görmek daha net bilgi verir, insanın daha hızlı yol almasını sağlardı. Düşünceleri diline döküldü:

"Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster."

"Yoksa inanmıyor musun?"

"Hayır, inanıyorum. Ama kalbimin mutmain olması için görmek istiyorum."

"O hâlde dört tane kuş yakala. Onları yanına al, (sonra kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; koşarak sana geldiklerini göreceksin. Bil ki, Allah Azîz’dir, Hakîm’dir."

"Şu hâlde teslimiyet göster!"

"Âlemlerin Rabbine teslim oluyorum."

Hz. İbrâhim (as) artık hazırdı. Allah Teâlâ (cc) aklıyla ve gönlüyle tam mânâda mutmain olan Hz. İbrâhim’e (as) bazı sahifeler vahyetti. Ve onu, kavmini hidayete çağırmakla görevlendirdi. Tebliğ görevi başlamıştı. Bildiği, inandığı, tecrübe ettiği şeyleri bir an önce, başta babası Âzer olmak üzere bütün toplumla paylaşmak istiyordu. Ancak bunun için tehlikeli bir yol seçmişti.

Hz. İbrâhim (as), bir şenlik günü halkın meşguliyetinden faydalanarak puthaneye girdi ve baltasıyla buradaki bütün putları kırdı. Sadece en büyük putu bıraktı ve elindeki baltayı onun boynuna astı. Halk, kutsal değerlerine yöneltilen bu saldırıyı öğrendiğinde büyük bir şok yaşamıştı. Buna kim cüret etmişti? Ancak zanlı belli idi: Uzun süredir putları diline dolayan İbrâhim! Hz. İbrâhim (as), hemen Kral Nemrud’un huzuruna çıkartıldı, ileri gelenlerle yüzleştirildi:

"Ey İbrâhim, bu işi putlarımıza sen mi yaptın?"

"Şu büyükleri yapmış olabilir. Ona bir sorun bakalım (belki söyler). Tabi eğer putlar konuşuyorsa!"

"Bunların konuşamayacağını sen de biliyorsun."

"Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı (cc) bırakıp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapıyorsunuz? Yazıklar olsun, size de; Allah’ı (cc) bırakıp tapmakta olduklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?"

Ama Nemrud bu vasıflarını hiçe sayan yaklaşımları elbette baş düşman addedecekti. Bu düşmanın yaptığı cezasız kalmamalıydı. Kral Nemrud ve adamları ona verilecek cezayı tartışmaktaydı. Nihayet karar verildi: "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın da ilâhlarınıza yardım edin."

Hz. İbrâhim’i (cc) hemen hapsettiler. Büyük bir ateş yaktılar. İbrâhim’i içine atacaklardı. Ama İbrâhim sakin, İbrâhim vakarlı... Mütevekkil bir şekilde tek olan Rabbine yakararak O’nun kendisine yeteceğini ve en güzel vekil olduğunu söylüyordu.

Bu, son cümlesi oldu. Hz. İbrâhim’i (as) ateşe attılar. Ancak aynı anda, daha İbrâhim ateşe düşmeden ilâhî bir nida yankılandı: "Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve güvenli ol!"

Yanına bile yanaşamadıkları harlı ateşin kendiliğinden sönmesini beklediler. Ateşin içinde bir şeyler seçilir gibi olduğunda hepsi dehşete düşmüştü. İşte İbrâhim hâlâ oradaydı! Hem de sapasağlam. Hakikati görmek isteyenler için bundan daha büyük bir mucize olabilir miydi? Hz. İbrâhim (as), son bir ümitle babasına dönüp yine tevhidi anlattı. Fakat babasının, putlarından vazgeçmeye niyeti yoktu. Üstelik artık oğlunun yanında kalmasını da istemiyordu. Hicretten başka çare yoktu. Babasının dahi kendisinden yüz çevirdiği Hz. İbrâhim (as); eşi Sâre ve bir avuç taraftarıyla doğup büyüdüğü Urfa’yı terk etti ve Allah Teâlâ’nın (cc) kendilerine vaad ettiği bereketli topraklara, Şam’a doğru yola çıktı. Zira İbrâhim (as), Nemrud’un ülkesinde daha fazla kalamayacağını anlamıştı. Her peygamber gibi o da hicret etmek durumundaydı ve şöyle dua eti: "Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek. "Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlât ver."

Hz. İbrâhim (as), mücadele dolu uzun bir ömrün sonunda artık yaşlanmıştı; kendini yalnız hissetmekte ve bu yalnızlığa son verecek bir evlât istemekteydi. Evlât özlemi o kadar büyüktü ki, bir gün adakta bulundu: "Eğer Allah (cc) bana bir erkek evlât verirse, onu kendisine kurban edeceğim."

Ancak eşi Sâre oldukça yaşlıydı. Eşinin evlât özlemini bilen ama anne olma yaşının geçtiğini düşünen bu muhterem kadın, bir fedakârlıkta bulundu. Eşi Hz. İbrâhim’i (as), elinin altında çalışan ve ev işlerinde kendisine yardımcı olan cariyesi Hacer ile evlendirdi. Kısa bir süre sonra Hz. İbrâhim’e (as), yumuşak başlı, iyi ve hayırlı bir evlâdın müjdesi verildi. Peygamber evinde bütün ilgi artık bu küçük çocuğun, İsmâil’in (as) üzerindeydi.

Aile mutluydu. Ancak Sâre, Hacer’i kendi rızasıyla İbrâhim’le evlendirmesine rağmen, İsmâil’in (as) doğumuyla kıskançlığa kapılmıştı ve onlarla bir arada yaşamak istemiyordu. Kısa süren mutluluk çetin bir imtihana dönüşecekti. Zira Allah Teâlâ (cc), Hz. İbrâhim’den (as), eşi Hacer ile çocuğunu Kâbe’nin bulunduğu yere götürüp bırakmasını istedi. Bu ulu peygamber hiçbir tereddüt göstermeden, eşini ve henüz anne sütü emmekte olan biricik oğlunu yanına alıp yola çıktı. Ailesini çölün ortasında, o gün için oldukça ıssız; bir damla suyun, bir tutam otun dahi bulunmadığı bir vadiye bıraktı. Anne ve bebeğin yanında sadece küçük bir su kırbası ve az miktarda azık vardı. Hz. İbrâhim (as) geldiği tarafa dönüp yürüdüğünde eşi Hacer arkasından koşmaya başladı:

"Bizi, kimsenin yaşamadığı bu topraklara terk edip gidecek misin?"

İbrâhim’in (as) gözlerine bakan Hacer, durumu anlar gibi olmuştu:

"Bizi burada bırakmanı sana Rabbin mi emretti?"

"Evet, (bu, Rabbimin emridir!)"

"(Öyleyse hiç korkma! O bizi korur ve) bize zarar gelmesine mani olur."

Hacer, su akmaz ekin bitmez bir yerde bıraktığı küçük yavrusuna dönerken, İbrâhim de yoluna devam etmişti. Aklında ve dualarında eşi ve çocuğu vardı: "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler."

Hacer ve İsmâil artık yalnızdı. Çok geçmeden suları bitti. Çaresizdiler. Anne, karşıdaki Safâ tepesine baktı. "Oraya çıksam birilerini görebilir miyim?" diye düşündü. Hızla tepeye doğru koştu; karşısındaki vadiyi gözleriyle taradı. Hayır, hiç kimse yoktu. Tepeden indi, yavrusunun bulunduğu Merve mevkiine koştu. Yeniden Safâ’ya yöneldi. Sonra yine Merve’ye koştu. Bu, tam yedi kere tekrarlanmıştı. İşte hac ibadeti esnasında Safâ ile Merve arasındaki yedi sa’y, Hacer’in bu koşuşturmasını temsil etmekteydi. Ümitler kırılmak üzereyken birden hafiften bazı sesler işitti. Az ileride topuklarıyla ya da kanatlarıyla kumları kazan bir melek gördü ve su şırıltısını işitti: Berrak ve serin su: Zemzem! Hacer koştu, suyun çıktığı yeri eliyle düzeltip küçük bir havuz hâline getirdi. Asırlar sonra İsmâil’in neslinden gelecek başka bir peygamber, âlemlerin efendisi Muhammed Mustafa (sas), bu sahneyi yorumlayacak ve "Eğer Hacer, havuz yapmayıp suyu kendi hâline bıraksaydı, şimdi Zemzem bir nehir olmuş akıyordu." diyecekti.

Hacer, bu havuzcukta biriken suları hemen kırbasına doldurdu. Oğluna koştu ve kurumuş dudaklarını suyla buluşturdu. Sonra kendisi içti doyasıya. Yeniden birikmeye başlayan sütüyle yavrusunu emzirip doyurdu. Allah’ın elçisi melek, kaybolmadan önce müjdeyi verdi: "Size zarar gelmesinden sakın korkmayın. İşte şurası Allah’ın evi hâline gelecek. O evi, şu çocukla babası inşa edecekler. Allah (cc), sevdiği kimseleri zayi etmez."

Hacer bu müjdeden, Hz. İbrâhim’in (as) tekrar kendilerine döneceğini anlamış, eşini beklemeye başlamıştı. Diğer taraftan da Zemzem’in hayat verdiği bu vadideki değişimi izliyordu. Tatlı ve serin suyu sebebiyle ziyaretçisi artan vadide yavaş yavaş bir şehir oluşmaya başlamıştı. Mekke, adım adım tarih sahnesine çıkıyor, Kutlu ve Son Elçi için, Efendimiz (sas) için gün sayıyordu.

Zaman su gibi akmış, İsmâil koşup oynayacak çağa gelmişti. Babasının ziyaretleri onu çok mutlu ediyordu. Ancak bu son gelişinde babasını oldukça düşünceli görmüştü. Nihayet babası onu karşısına aldı ve kendisi doğmadan önce yaptığı adaktan bahsetti: "Yavrum! Bir süredir rüyamda, "Adağını yerine getir." diye sesleniliyor. Sonra da seni kurban ettiğimi görüyorum. Bu işe sen ne dersin?" O da, "Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi."

İbrâhim’in beklediği, belki de umduğu cevap buydu. Bu öylesine teslimiyet dolu ve olgun bir cevap idi ki ancak geleceğin peygamberi olan bir çocuğun ağzına yakışıyordu. Evet, İbrâhim (as) bir peygamberdi. Ama aynı zamanda yüreği evlât sevgisiyle çarpan merhamet timsali bir babaydı.

Baba, çocuğunun elinden tutup görevini ifa edeceği yere doğru ilerledi. Olayı uzaktan izleyen şeytana gün doğmuştu. Bir babayı, bir çocuğu veya bir anneyi Allah’ın emrine uymaktan vazgeçirmek için bundan daha büyük bir fırsat olabilir miydi? Fakat Hz. İbrâhim (as), peygamber ferasetiyle durumu fark etmişti. Şeytana yedi taş attı. Şeytan vazgeçmedi. Onu caydırmak için konuşuyor, önünü kesiyordu. Biraz sonra yine karşılarına çıktı. Fakat Hz. İbrâhim (as), ona meydan vermedi; yedi taş daha attı. Sonra peşlerini bırakmaya niyeti olmayan şeytana, yedi taş daha... İşte bugün dahi hacıların şeytan taşlaması, cemreler de bu tablonun yeniden canlandırılmasıdır... Ama şeytan şeytanlığına devam etmekteydi. Önce anneye, ardından çocuğun yanına sokuldu. Ama her ikisinde de cevap aynıydı: "Eğer bu Rabbimizin emriyse itaat etmekten daha güzel ne olabilir!"

İstenilen yere geldiğinde İbrâhim durdu. Çocuk vaktin geldiğini anlamıştı. Tereddüt etmeden yere yattı, gül yanağını toprağa koydu. Babasından yüzünü örtmesini ve ellerini bağlamasını, üzerindeki kıyafeti ise çıkartarak ölümünden sonra kefen olarak kullanmasını istedi.

İbrâhim bıçağını çıkardı. İkisinde de, hüzün vardı ama zerre kadar tereddüt yoktu. Dillerde dua. Gözler kapandı. Tam bu sırada hemen yanlarında Allah Teâlâ’nın (cc) elçisi belirdi. Yanında büyük ve gösterişli bir koç. Sonra ufku dolduran bir ses işitildi: "Ey İbrâhim! Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır."

İbrâhim’in (as), İsmâil’in (as) ve Hacer’in imtihanı... Ve başarılmıştı. Bu koç da, İsmâil’e karşılık bir fidye idi. Allah Teâlâ (cc) böyle bir sınavla âdemoğlunun yolunu şaşırıp zaman içerisinde icad ettiği evlât kurban etme mitini külliyen kaldırmış oldu. Şüphesiz bu olaydan elde edilen tek şey, Rabbin rızası değildi. Allah Teâlâ (cc), sonradan gelecek nesiller için İbrâhim’i örnek gösterecek, onu daima selâm ve muhabbetle anacak, imanının bütünlüğüne dikkat çekecekti. Ama İbrâhim’de (as) hep aynı tevazu, hep aynı dua: "Rabbim! Beni dosdoğru ibadet edenlerden eyle. Zürriyetimden de böyle ibadet edenler yarat. Rabbim! Dualarımı kabul et. Rabbim! Hesapların görüleceği kıyamet gününde beni, ana babamı ve tüm inananları bağışla."

Hz. İbrâhim’in (as), babasına olan istiğfarı hâriç, dualarının kabul edilip edilmediğini görmesi için çok beklemesi gerekmeyecekti. Zira hemen yanı başındaki oğlu İsmâil (as) de peygamberlikle görevlendirilip, vahiy ile şereflendirilecekti. O da Allah’ın (cc) hidayete ulaştırıp âlemlere üstün kıldığı zümrenin önde gelen mensuplarından olacaktı.

Ancak Allah Teâlâ (cc), Hz. İbrâhim’e (as) asıl üstünlüğü, tevhid inancının imamlığı ve önderliği vasfı ile bahşedecekti. Bu doğrultuda Hz. İbrâhim (as) ve Hz. İsmâil (as), yeryüzünde Allah’a (cc) adanan ve Tek Yaratıcı inancını simgeleyen ilk mâbet olan Kâbe’nin yeniden inşasıyla görevlendirilecekti. O günden itibaren Tek Allah’a tapan ve tapacak tüm müminler için kıyamete kadar kalıcı olan bu kutsal değerin yeniden inşası bu baba-oğla nasip olacaktı.

Allah Teâlâ (cc), öncelikle Kâbe’nin yerini onlara bildirir. Hz. İbrâhim (as), iki kez Mekke’ye giderek oğlu İsmâil’i (as) ziyaret eder ve ona Rabbinin burada kendisi için Beyt’ini yeniden yapmayı emrettiğini haber verir. İsmâil (as) da babasına destek olarak Rabbine itaat etmesini, kendisinin de ona yardım edeceğini söyler. Hz. İbrâhim (as) ve Hz. İsmâil (as) burada temelleri yavaş yavaş yükseltirler ve "Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." diyerek dua ederler. Böylece, "Mekke’de, insanlar için inşa edilen bu ilk mâbet, âlemlere hidayet kaynağı olacak bu mübarek Beytullah’ yeniden gün yüzüne çıkar. Baba-oğul iki peygamber, görevlerini yerine getirir ve yine nesilleri için dua ederler. Bu duaların kabul senedi, İsmâil soyundan gelen Muhammed Mustafa (sas) olacaktır.

Görevin tamamlanması üzerine Cenâb-ı Allah (cc), Kâbe’nin, İbrâhim tarafından inşa edilen bu makamın, insanlar için ibadet edecekleri ve kendilerini güvende hissedecekleri bir yer olduğunu ilân eder ve hac ibadetinin inananlara duyurulmasını ister.

Hz. İbrâhim (as), Kur’an’ın anlatımına göre, hak dine yönelip Allah’a (cc) boyun eğen, bütün iyi sıfatları kendinde toplayan bir önder; Rabbinin nimetlerine her zaman şükreden iyi bir kuldur. Bu nedenle Allah (cc) tarafından seçilmiş ve hak yola iletilmiştir. Kendisine bu dünyada nice güzellikler ve yüce bir makam verilmiş, âhiret için ise salih kullar sınıfına dâhil edilmiştir.

İbrâhim (as), tevhid mücadelesi ile tüm inananların önderi olmuştur. İnsanlık tarihindeki tevhid mücadelesinin öncü isimlerinden olan Hz. İbrâhim’in (as) bu örnekliği Kur’an’da da şöyle ifade edilmiştir: "Andolsun, onlarda (İbrâhim ve beraberindekilerde) sizin için, Allah’ı (cc) ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır."

Allah Teâlâ’nın (cc) bu çerçevede son peygamber Muhammed Mustafa’ya tavsiye ve emrettiği din de yine Hz. İbrâhim’in (as) tebliğ ettiği tek ilâh öğretisidir. Bu nedenle Allah (cc), muhataplarına İslâm’ı anlatırken Hz. İbrâhim (as) ve onun öğretilerine atıfta bulunur. İslâm’ın müntesiplerine tavsiye edilen de yine İbrâhim’in (as) Hanîf dinidir. Kur’an’ın beyanına göre, böyle bir inanç sistemine sahip olan İbrâhim’in (as) dininden ancak kendini bilmeyen, yaratılış amacına ve fıtratına muhalefet edenler yüz çevirir.

Bu vasıflarıyla Hz. İbrâhim (as), her açıdan örnek bir birey, kendisine uyulacak bir kuldur. Bir ‘insan’ olması vasfıyla o, İbrâhimî din mensuplarının babasıdır. Her şeyden önce son derece ağır başlı, insanlara karşı yumuşak huylu, misafirperver ve dürüsttür. Bütün bu özelliklerinden dolayı Allah Teâlâ (cc) onu kendine ‘dost’ edinmiştir. Cenâb-ı Allah (cc) ile İbrâhim arasındaki bu dostluk ilişkisi, "Allah Teâlâ (cc) İbrâhim’i (as) nasıl dost edindiyse beni de öyle dost edinmiştir." buyuran Allah Resûlü (sas) için de ölçü olmuştur. Bu sebeple, Peygamberimizin (sas) belirttiğine göre, onun makamı kıyamet günü Hz. İbrâhim’in (as) makamı ile karşı karşıya olacaktır. Yine bu sebeple Resûl-i Ekrem (sas), kendisine, "Ey yeryüzünün en hayırlısı!" diye seslenen bir sahâbîye, "Bu (söylediğin) İbrâhim aleyhisselâmdır." buyurmuştur.

Hz. İsmâil (as) da babası gibi sözüne sadık, ibadetlere sımsıkı sarılmalarını ümmetine emreden bir tevhid taraftarıdır. Bu yoldaki çabaları sebebiyle Rabbi katında ‘rızaya’ ulaşmış bir Allah (cc) dostudur.

Bu peygamberler ailesinin ahlâkı, aile bireyleri ve çevresi için de bir ihsan ve bereket vesilesidir. Bu sebeple, Hz. İbrâhim’in (as) gününden beri sunulan ikram ve yedirilen yemeğe karşı misafirin duası hep ‘Halil İbrâhim bereketi’dir. Bu dua, onun neslinden gelen Muhammed’in de dilindedir. Senenin ilk mahsulünü kendisine getiren ashâbına Allah Resûlü’nün (sas) yaptığı duada Hz. İbrâhim’e (as) atıf vardır: "Allah’ım! Meyvelerimizi bereketli kıl. Beldemizi bereketli kıl. Ölçeklerimizi bereketli kıl. Allah’ım! İbrâhim senin kulun, dostun ve peygamberindi. Ben de senin kulun ve peygamberinim."

İşte bu özelliklerinden dolayı Resûl-i Ekrem’in (sas), peygamberler içinden seçtiği dost, Allah dostu İbrâhim’dir: "Her peygamberin diğer peygamberlerden bir dostu vardır. Benim dostum ise atam ve Rabbimin dost edindiği (İbrâhim)dir."

Ahlâk ve karakterdeki bu yakınlık ve benzerlik, bu iki dostun vücutlarına da yansımıştır. Nitekim Mi’rac gecesinde bütün peygamberlerle görüşen Hz. Peygamber (sas), onlar içinde en çok İbrâhim ile benzeştiğini söyler.

Kendi neslinden gelen, hem ahlâken hem bedenen kendisine bu kadar benzeyen Muhammed’in (sas) ümmetine karşı İbrâhim (as) da ilgisiz değildir. Mi’rac gecesi, bu son ve mükemmel dinin hayırlı ümmetine şu tavsiyede bulunur: "Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara bildir ki, cennetin toprağı güzel, suyu tatlıdır. Cennette ovalar vardır. Buraların ağacı ise, "Sübhânallâhi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhü ekber." (Allah’ı (cc) her türlü eksiklikten tenzih ederim, Allah’a (cc) hamdederim, Allah’tan (cc) başka tanrı yoktur ve Allah (cc) en büyüktür.) cümlesidir."

Hz. İbrâhim (as) pek çok güzellikte ilktir. İlk defa sünnet olan odur. Ayrıca bıyıkları kısaltmak, tırnak kesmek, misafir ağırlamak gibi güzel özellikler onun sünnetidir. Saçına ak düşen ilk kişi de yine İbrâhim’dir (as). Evet, insanın saçının beyazlaması da bir olgunluk alâmetidir. Rivayete göre İbrâhim (as), saçının ağardığını görünce sormuştur:

"Yâ Rabbi bu nedir?"

"Olgunluktur yâ İbrâhim!"

"Rabbim, olgunluğumu artır!"

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam