"عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لِيُؤَذِّنْ لَكُمْ خِيَارُكُمْ وَلْيَؤُمَّكُمْ قُرَّاؤُكُمْ."

İbn Abbâs'tan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “En hayırlılarınız, size müezzinlik yapsın, Kur'an'ı en iyi bilenleriniz de size imamlık yapsın.”

(D590 Ebû Dâvûd, Salât, 60)

***

عَنْ أَبِى مَسْعُودٍ الْأَنْصَارِيِّ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “يَؤُمُّ الْقَوْمَ أَقْرَؤُهُمْ لِكِتَابِ اللَّهِ، فَإِنْ كَانُوا فِى الْقِرَاءَةِ سَوَاءً، فَأَعْلَمُهُمْ بِالسُّنَّةِ... وَلاَ يَؤُمَّنَّ الرَّجُلُ الرَّجُلَ فِى سُلْطَانِهِ، وَلاَ يَقْعُدْ فِى بَيْتِهِ عَلَى تَكْرِمَتِهِ إِلاَّ بِإِذْنِهِ.”

Ebû Mes'ûd el-Ensârî'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Bir topluluğa Allah'ın (cc) Kitabını en iyi okuyup bileni imam olsun. Kur'an'ı okuma (ve anlama) konusunda eşit iseler sünneti en iyi bilen imam olsun... Bir kimse, izin vermedikçe bir başkasının yetkili olduğu yerde imamlık yapmasın ve kişinin evindeki özel mekânına oturmasın.”

(M1532 Müslim, Mesâcid, 290)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِذَا صَلَّى أَحَدُكُمْ بِالنَّاسِ فَلْيُخَفِّفْ، فَإِنَّ فِيهِمُ السَّقِيمَ وَالضَّعِيفَ وَالْكَبِير،َ ﴿فَإِذَا﴾ صَلَّى أَحَدُكُمْ لِنَفْسِهِ فَلْيُطَوِّلْ مَا شَاءَ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz insanlara namaz kıldırdığında (namazı) kısa tutsun. Çünkü cemaat içerisinde hasta, zayıf ve yaşlı kimseler olabilir. Ama biriniz tek başına namaz kıldığında, dilediği kadar uzatsın.”

(N824 Nesâî, İmâmet, 35)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “الْإِمَامُ ضَامِنٌ وَالْمُؤَذِّنُ مُؤْتَمَنٌ، اللَّهُمَّ أَرْشِدِ الْأَئِمَّةَ وَاغْفِرْ لِلْمُؤَذِّنِينَ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “İmam (kendisine uyanların namazlarına) kefil, müezzin ise (namaz vakitleri konusunda) kendisine güvenilen kimsedir. Allah'ım! İmamlara (kefil oldukları konuda) muvaffakiyet ver, müezzinleri de (olası taksirlerinden dolayı) bağışla!”

(T207 Tirmizî, Salât, 39)

***

حَدَّثَنِى أَبُو هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) :“وَسِّطُوا الْإِمَامَ وَسُدُّوا الْخَلَلَ.”

Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “İmam safın ortasında kalacak şekilde safa durun ve (saflarınızdaki) boşlukları doldurun.”

(D681 Ebû Dâvûd, Salât, 98)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّهُ قَالَ: “إِنَّمَا جُعِلَ الْإِمَامُ لِيُؤْتَمَّ بِهِ، فَلاَ تَخْتَلِفُوا عَلَيْهِ، فَإِذَا رَكَعَ فَارْكَعُوا، وَإِذَا قَالَ سَمِعَ اللَّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ، فَقُولُوا: رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ، وَإِذَا سَجَدَ فَاسْجُدُوا، وَإِذَا صَلَّى جَالِسًا فَصَلُّوا جُلُوسًا أَجْمَعُونَ، وَأَقِيمُوا الصَّفَّ فِى الصَّلاَةِ، فَإِنَّ إِقَامَةَ الصَّفِّ مِنْ حُسْنِ الصَّلاَةِ.”

Ebû Hüreyre'den (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “İmam ancak kendisine uyulmak için vardır. Öyleyse (namazda) ondan farklı davranmayın. O rükûa varınca siz de rükûa varın. "Semiallâhü limen hamideh." dediği zaman "Rabbenâ leke'l-hamd." deyin. Secdeye gittiği zaman siz de secdeye gidin. Oturarak namaz kıldığı vakit siz de hep birlikte oturarak kılın. Namazda safı düzgün tutun. Çünkü safı düzgün tutmak namazın güzelliğindendir.”

(B722 Buhârî, Ezân, 74)

***

Hazrec ve Evs, ensarın iki büyük kabilesiydi. Evs kabilesinin birçok boyundan birisi olan Amr b. Avfoğulları, Medine'ye yaklaşık üç mil uzaklıktaki Kubâ'da oturuyorlardı. Mekke'den hicret edilirken ilk mescit orada inşa edilmiş ve ilk cuma namazı burada kılınmıştı. Hicreti esnasında Hz. Peygamber (sas) de on dört gün kadar burada ikamet etmiş, Amr b. Avfoğulları'nın aralarında bulunarak onlara imamlık yapmıştı. Derken bir gün bu boyun kendi aralarında kavga ettikleri ve birbirlerini yaraladıkları haberi gelmişti Medine'ye. Hz. Peygamber (sas), durumu araştırdı. İşin ciddi olduğu anlaşılıyordu. Öğle namazını kıldırır kıldırmaz yanına ashâbından bazılarını alarak, kardeş kavgasına son vermek üzere yola koyuldu. Kubâ'daki duruma göre ikindi namazını kıldırmak için geç kalabilirdi. Müezzini Bilâl'i (ra) çağırdı ve “Bilâl (ra), ikindi namazı vakti gelir de ben gelemezsem Ebû Bekir'e (ra) söyle namazı kıldırsın.” dedi. Bilâl (ra) de öyle yaptı. İkindi vakti girdiğinde Hz. Peygamber (sas) henüz dönmemişti. Bilâl (ra), Hz. Ebû Bekir'e (ra) durumu anlattı ve “Namazı kıldırır mısın?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir (ra) kabul etti ve öne geçip imam oldu. Namaz kıldıkları sırada Resûl-i Ekrem (sas) geldi. Cemaatin arasından ön safa doğru ilerledi. Hz. Ebû Bekir'in (ra) arkasında bir yere durdu. Kendini tam anlamıyla namaza veren ve etrafıyla ilgilenmeyen Hz. Ebû Bekir (ra) bunu fark etmedi. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm Resûlullah'ın (sas) geldiğini ona haber vermek için sağ ellerinin içiyle sol ellerinin üzerine vurmaya başladılar. Cemaatin ellerini vurma sesleri artınca, Hz. Ebû Bekir (ra) olağanüstü bir şey olduğunu anladı ve dönüp baktı ve Resûlullah'ı (sas) gördü. Derhâl makamı sahibine teslim etmek üzere geri çekilmeye yeltendi, ancak Resûlullah (sas) namaza devam etmesini işaret etti. Hz. Ebû Bekir (ra) ellerini şükürle semaya kaldırdı, hamdetti ve geri çekildi. Peygamber Efendimiz (sas) de onun yerine ilerledi ve namazın geri kalanını tamamladı. Namazdan sonra Hz. Peygamber (sas) ashâbına dönerek, cemaatin bir uyarıda bulunması gerektiğinde erkeklerin “sübhânallâh” demelerini, kadınların ise el çırparak (tasfîh veya tasfîk) ikazda bulunabileceklerini öğretti. Daha sonra Hz. Ebû Bekir'e (ra) döndü ve “Ey Ebû Bekir! Sana namaza devam et diye işaret ettiğim zaman, neden yerinde kalmadın?” diye sordu.

Hz. Ebû Bekir'in (ra) verdiği cevap, hem onun Allah Resûlü'ne (sas) olan saygısını hem de imamet makamında liyakatin ve ehliyetin önemini vurgular nitelikteydi: “Çünkü Ebû Kuhâfe'nin oğlunun Resûlullah'ın (sas) önünde durup namaz kıldırması uygun olmazdı.”

İşte imamlık böyle bir şeydi. Namazda cemaatin önünde, dışarıda toplumun önderi olmaktı. Onların dertleriyle ilgilenmek, sevinçlerini paylaşmaktı. Ve imamlık, Peygamber Efendimizin (sas) Hz. Ebû Bekir'e (ra) vekâlet verdiği son hastalığındaki günden itibaren ümmetinin bazı fertlerine yüklenmiş bir nebevî vazife ve bir peygamber emaneti olmuştu.

İslâm toplumunda önceleri imamet veya imamlık denilince, toplumun idarî, askerî, hukukî, dinî işleri başta olmak üzere bütün sorumluluğunu üstlenen makam; imam denilince de bu sorumlulukları üstlenen kimse anlaşılırdı. Bu anlayış, imamın namazda Müslümanların önünde bulunmasına, her hususta ona tâbi olunmasına ve itaat edilmesine dayanmaktadır. Zira İslâm'da namaz kıldırmak, esasında idarecilerin vazifelerinden olduğundan, “imam” ismi, hem namaz kıldıran hem de idareci kimse mânâsına ortak kullanılmaktadır. Bütün bu vasıflar, gücünü ve ilk örneğini Hz. Peygamber'in (sas) imamet sıfatından almıştır. Ancak zamanla Müslüman toplumun büyümesi, coğrafyanın ve idarî yapının genişleyip farklı şekil alması gibi hususlar, bu işlerin de farklı kurum ve kişilerce yürütülmesini zorunlu kılmıştır. Artık bugün toplumumuzda imamet veya imamlık denilince, namazda cemaate namaz kıldıran ve topluma dinî konularda hizmet veren kişi akla gelmektedir.

İslâm'da ilk imam, Hz. Peygamber'dir (sas). O da bu görevi Cebrail'den (as) öğrenmiştir. Kaynaklarımızda Mi'rac'a çıkarken Hz. Peygamber'in (sas), bütün peygamberlere imamlık yaptığı da zikredilmektedir. Hayatta kaldığı müddetçe imamlık yapmaya devam eden Sevgili Peygamberimiz (sas), zaman zaman çevre kabilelere bazı sahâbîlerini imam olarak görevlendirmiş ve Medine'de olmadığı zamanlarda yerine imamlık edecek kimseleri vekil tayin etmiştir. Resûl-i Ekrem (sas), istisnaî olsa da bazı sahâbîlerin imamlığında namaz da kılmıştır. Vefatından hemen önceki hastalık evresinde namazda imamet görevini Hz. Ebû Bekir'e (ra) vermiş, sağlığı elverdiğince ona uyarak namaz kılmıştır.

Resûlullah'tan (sas) sonraki süreçte dört halife de namaz kıldırma işini bizzat kendileri devam ettirmişler, bu nebevî emaneti zorunlu olmadıkça başka birine devretmemişlerdir. Nitekim Hz. Ömer (ra) ve Hz. Ali'nin (ra) imamlık yaparken şehit edildikleri mâlûmdur. Ancak ilk devirlerde bir yerin en yetkili mülkî amirinin görevlerinden birisinin namaz kıldırmak olduğu görülse de, yine bu dönemlerde valilerle birlikte namaz kıldıracak imamların da tayin edildiği görülmektedir.

İmamlık, nebevî bir hizmettir. İmamlığın mukaddes bir görev olması da Peygamber Efendimizin vazifesini ve emanetini devam ettirmek ve bir nevi onu temsil etmekten kaynaklanmaktadır. Bu sebeple bütün din hizmetlerinde olduğu gibi imamlıkta da asıl olan, herhangi bir maddî menfaat ve gelir elde etmek için değil, sırf Allah rızası için bu görevi yapmaktır. Bunun en güzel misalini Hz. Peygamber (sas) ve daha sonra bu emaneti üstlenmiş olanlar bize göstermiştir. Ancak, zamanla sosyal hayatın karmaşık bir hâle gelmesi ve toplumsal iş bölümüne gerek duyulması gibi sosyolojik ve tarihî gerçekler, diğer dinî görevler yanında imamlığın da bir meslek hâline gelmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. İslâm âlimleri de imamların namaz kıldıkları için değil, camilerle ilgili işleri yürüttükleri ve toplumun dinî hizmetlerini gördükleri için ücret aldıklarına hükmetmişlerdir. Her Müslüman, dininin adamı ve görevlisidir aslında. Ancak pratikte dinî hizmetlerin görülebilmesi için gereken bilgi, tecrübe ve imkân, herkes için mümkün olamayabilmektedir. Bu bakımdan imamlık, dinî hususlardaki rehberlik ve yardımın karşılığında kurumsallaşmıştır. Sonuçta imamlık, dini öğrenmek ve usulünce öğretmenin, toplumun dinî ihtiyaçlarını ve uygulamalarını gereğince ifa etmesine yardımcı olmanın dışında, kişiye dinî bakımdan herhangi bir ayrıcalık kazandırmamaktadır.

Hz. Peygamber (sas), imamlık yapacak kişilerde aradığı en önemli özellikleri zaman zaman ashâbına anlatıyordu. Sıklıkla vurguladığı husus imamın, “Kur'an'ı en iyi okuyan ve bilen bir kimse” olmasıydı. İlk dönemlerde, Müslümanların sayısı az olduğu için namazları Kur'an'ı en çok ezberleyenler kıldırıyordu. Bu özelliğinden dolayı Ebû Huzeyfe'nin (ra) azatlı kölesi Sâlim (ra), içlerinde Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Ebû Seleme (ra), Zeyd ve Âmir b. Rabîa'nın (ra) da bulunduğu ilk muhacirlere Kubâ'da imamlık yapmıştır. Ancak sonraki dönemlerde Kur'ân-ı Kerîm ezberinin yanında dinî meseleleri en iyi anlayıp değerlendirebilen, dinî hükümlerle en çok amel eden, vakar ve saygınlık bakımından toplum içinde kabul görenlerin öncelikle imam olarak seçildikleri görülmektedir. Birçok hafızın bulunduğu ortamda Peygamber Efendimizin (sas) Hz. Ebû Bekir'i (ra) imam olarak tercih etmesinin nedeni de bu olsa gerektir.

Çevre kabilelere imam olarak gönderilenlerde de Kur'an bilgisi ile birlikte ilmî düzeyi, üstleneceği bu önemli göreve liyakatli olup olmadığı, imamlık yapacağı yerde kabul görüp görmeyeceği hususlarının dikkate alındığı görülmektedir. “En hayırlılarınız, size müezzinlik yapsın, Kur'an'ı en iyi bilenleriniz de size imamlık yapsın.” hadisinde geçen “kurrâ” ifadesiyle topluluk içinde bulunan “en âlim” kişi kastedilmektedir. Nitekim daha sonraki dönemlerde imamlık yapacak kişinin en önemli özelliğinin, düzgün Kur'an kıraati yanında, dinî ilimleri en iyi şekilde bilen olması gerektiği söylenmiştir.

Âlimler/imamlar peygamberlerin vârisleri olduklarına göre, bilgi/ilim yönünden, namaz kıldıracakları topluluğun en yetkini olmaya gayret edecekleri gibi amel bakımından da güzel bir örneklik sergilemeye çalışacaklardır. Çünkü imam namazda önder olduğu gibi ilim ve vakarıyla da topluma öncülük etmelidir. Lâyık olmadığı hâlde bu makamı işgal edenler, insanlar tarafından kabul görmeyecekleri için istenilen şekilde verimli de olamayacaklardır. Kutlu Nebî'nin (sas) zaman zaman Allah (cc) katında mükâfatlandırılacaklar arasında “kendisinden razı olunan imamları” da zikretmesi, insanlar nezdinde makbul olanların imam olarak seçilmelerinin daha isabetli olacağına işaret etmektedir.

Allah Resûlü (sas), ashâbına şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Bir topluluğa Allah'ın (cc) Kitabı'nı en iyi okuyup bileni imam olsun. Kur'an'ı okuma (ve anlama) konusunda eşit iseler sünneti en iyi bilen imam olsun... Bir kimse, izin vermedikçe bir başkasının yetkili olduğu yerde imamlık yapmasın ve kişinin evindeki özel mekânına oturmasın.” Bütün bu hususların, imamın, bulunduğu toplulukta en yetkin ve etkin kişilerden olmasını işaret ettiğinde kuşku yoktur. Yetkin olması, ilim ve bilgi bakımından yetişmiş olmasına bağlıdır. Hz. Peygamber'in (sas) imamlıkta öncelik taşıyan özelliklerden Kur'an ve sünnet bilgisine vurgu yapması, imamın dinî bilgileri özümsemiş ve bu konuda yeterli konuma gelmiş olmasına işaret etmektedir. İmamın etkin olması ise onun kişilik, fazilet, saygınlık ve toplumsal kabulüyle ilgili vasıfların hepsini kapsamaktadır. Bu bakımdan Allah Resûlü (sas), ilimde denk olunduğu takdirde yaşlı ve saygın kimselerin imam olmasını veya imamın arkasında durmasını istemiştir. Öte yandan onun, toplum tarafından sevilmeyen bir kimsenin imamlık yapmasını hoş görmemesi ile “günahkâr da olsa her Müslümanın arkasında namaz kılınmasını” söylemesi arasında bir çelişki yoktur. Birincisi ideal olanı gösterirken, ikincisi şartlar gerektirdiğinde fâcir/günahkâr da olsa neticede namaz kıldırmak üzere öne geçmiş birinin arkasında namaz kılınabileceğini ifade etmektedir ki bu da İslâm kardeşliğine en uygun olanıdır.

Hadis şârihleri, Hz. Ömer'in (ra) bazen Übey b. Kâ'b (ra) bazen de Temîm ed-Dârî'yi (ra) imam yaptıktan sonra bu şekilde değişikliğin güzel olduğunu söylemesinden hareketle, imamlık yapacak kişilerde aranacak özelliklerin şartlara bağlı olarak düzenlenebileceğini belirtmişlerdir.

Günümüzde görevlendirmelerin tayin usulüyle belirlendiği göz önüne alındığında imamların kendilerini iyi yetiştirerek, gerek ilmî birikim gerekse kişilik bakımından toplumda söz sahibi ve saygıdeğer bir konumda olmaları gerekmektedir. Görevlisi bulunmayan camilerde veya cami dışında cemaate imam olacaklarda yukarıda Hz. Peygamber'den (sas) nakledilen hususların dikkate alınması, sünnete ittiba açısından önemlidir.

Bu noktada işaret edilmesi gereken temel husus ise imamın akıllı, erkek ve ergenlik çağına gelmiş olmasıdır. Bazı kaynaklarda geçtiği üzere, Ümmü Varaka (ra) isimli yaşlı hanım sahâbîye, Resûlullah'ın (sas) yaşlı bir erkek köle ile cariyesinden müteşekkil ev halkına imamlık yapması için izin vermesi, istisnaî ve ev halkıyla sınırlı bir durumdur. Kaldı ki bir şekilde kaynaklarda yer almış olan bu rivayetin sıhhati de tartışmalıdır. Dolayısıyla kendisiyle amel edilmeye uygun değildir. Nitekim bu hususta yine zayıf olmakla birlikte bazı rivayetlerde kadınların erkeklere namaz kıldıramayacağı ifade edilmiştir. Ayrıca, gerek Hz. Peygamber (sav) zamanında gerekse sonraki dönemlerde karşılaştığımız uygulama imamlık görevini erkeğin yerine getirmesi şeklinde olmuştur. İslâm âlimleri de bu hususta görüş birliği içerisindedir. Diğer yandan Hz. Peygamber'in (sas) eşlerinden Hz. Âişe (ra) ve Ümmü Seleme'nin (ra) kadınlara imamlık yaptıkları esas alınarak kadının kadınlara imamlık yapabileceği söylenmiştir. Çocukların imamlığı hususunda örnek olarak zikredilen, henüz sekiz yaşında olmasına rağmen Amr b. Selime'nin (ra) Cermoğulları kabilesine imam yapılması da ilk dönemlerde kendi kabilesi içinde Kur'an bilgisi yeterli kimse bulunmadığı içindir.

Resûlullah (sas) namaza durmadan önce cemaatin saflarını omuzlarına dokunarak bizzat düzeltirdi. Daha sonra imamlık yapmak üzere cemaatin en önüne geçer ve arkasında, derecelerine göre ilim ve hikmet sahibi ve yaşça büyük kimselerin durmasını isterdi. Namazda vaki olacak unutma ya da yanılmaların da kendisine hatırlatılmasını söylerdi.

Hz. Peygamber (sas) namaz kıldırırken ne kadar uzun okuyacağına da dikkat ederdi. Bu konuda bilgi veren sahâbîler, onun öğle namazının farzının ilk iki rekâtını uzattığını, son iki rekâtını kısa kıldırdığını; ikindi namazını da kısa kıldırıp akşam namazının ilk iki rekâtında kısa mufassal (Leyl sûresinden Nâs sûresine kadar olan) sûrelerden okuduğunu; yatsının ilk iki rekâtında orta mufassal (Bürûc sûresinden Leyl sûresine kadar olan) sûrelerden ve sabah namazında da uzun mufassal (Hucurât sûresinden Bürûc sûresine kadar olan) sûrelerden okuduğunu nakletmişlerdir. Bazen de geç kalanlar yetişebilsin diye, “ayak sesi kesilinceye kadar namazının ilk rekâtını uzattığı” rivayet edilmiştir.

Hz. Peygamber (sas) imamlık yapan sahâbîlerine, cemaati nefret ettirecek şekilde uzun namaz kıldırmamaları hususunda şiddetli uyarılarda bulunarak, imamlardan cemaatteki yaşlı, hasta, zayıf ve iş güç sahibi insanları düşünmelerini istemiştir. Peygamber Efendimiz (sas), bu husustaki ölçüyü, genç yaşında Tâif'ten Medine'ye gelen, zeka ve dine ilgisinden dolayı kendisinin dikkatini çeken Osman b. Ebu'l-Âs'ı (ra) Tâif'e vali olarak gönderirken yaptığı nasihatinde, şu şekilde koymuştu: “Yâ Osman! Namazı kısa kıldır ve halkın hepsini, içlerindeki en zayıf adama göre hesapla. Çünkü onların içinde büyük, küçük, hasta, evi uzak ve iş, güç sahibi olanlar vardır.”

Kendisi de bu konuya önem veren Allah Resûlü (sas), meselâ, bir keresinde ağlayan bir çocuk sesi duyunca, kıldırdığı namazını kısa tutmuş ve daha sonra onun annesini rahatsız etmesinden endişe ettiği için böyle yaptığını açıklamıştı. O (sas), birisinin imamın uzatması sebebiyle sabah namazına gelmediğini şikâyet etmesi üzerine oldukça öfkelenmiş ve imamları, buna sebebiyet vermemeleri için şu şekilde uyarmıştı:“Sizden biriniz insanlara namaz kıldırdığında (namazı) kısa tutsun. Çünkü cemaat içerisinde hasta, zayıf ve yaşlı kimseler olabilir. Ama biriniz tek başına namaz kıldığında, dilediği kadar uzatsın.” Bu şekilde uyarılanlardan birisi de Muâz b. Cebel'di (ra). Muâz (ra), oturduğu mahallede Müslümanlara namaz kıldırırdı. Bir gece yine mahalle mescidine gelerek cemaate imam oldu. Bakara veya Nisâ sûrelerinden birini okumaya başladı. Namazın uzayacağını gören biri selâm vererek namazdan ayrıldı ve tek başına namaz kıldıktan sonra çekip gitti. Daha sonra ona, “Sen münafık mı oldun?” denilince adam hiddetle, “Hayır, vallahi ben münafık değilim. Sabah olsun da durumu Allah Resûlü'ne (sas) bildireceğim.” dedi. Ertesi gün Hz. Peygamber'e (sas) gelerek “Yâ Resûlallah, biz develerle su taşıyan insanlarız, gündüzleri çalışırız. Muâz (ra) bize imamlık yapmak üzere geldi, Bakara veya Nisâ sûrelerinden birini okudu. Ben de namazdan ayrılıp tek başıma namaz kıldığımdan dolayı beni münafıklıkla itham ettiler.” şeklinde şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hz. Nebî (sas), Muâz'a (ra) döndü ve “Sen insanların sabrını mı deniyorsun? Ve'ş-şemsi ve duhâhâ, sebbihi'sme Rabbike'l-a'lâ ve benzeri sûreleri oku!” diyerek onu cemaati dikkate alması konusunda uyardı.

Cemaatin namazı, imamın namazına bağlıdır. Eğer onun namazı tam ise cemaatinki de tam olur. Nitekim Resûlullah (sas), “İmam (kendisine uyanların namazlarına) kefil, müezzin ise (namaz vakitleri konusunda) kendisine güvenilen kimsedir. Allah'ım! İmamlara (kefil oldukları konuda) muvaffakiyet ver, müezzinleri de (olası taksirlerinden dolayı) bağışla!” buyurmuştur. Bu sebeple, namazda önden geçenleri engellemek üzere kullanılan sütre, sadece imamın önünde bile olsa bütün cemaat için yeterli olur. Ancak imam namazda bir eksiklik yaparsa veya bir kusur ederse, cemaatin namazı tam olur ve vebali ise ona ait olur.

Namazı kıldırdıktan sonra Resûl-i Ekrem (sas), çoğunlukla sağ tarafından cemaate doğru yüzünü döner ve bazen onlarla konuşurdu. Binâenaleyh, imam cemaatiyle her bakımdan azami derecede ilgilenmek durumundadır. Ayrıca Resûlullah (sas), “sadece kendisine dua edip, cemaatini duasına katmayan bir kimsenin başkalarına imamlık yapmamasını” istemiş ve böyle yapanın da “cemaatine ihanet etmiş olacağını” bildirmiştir.

Cemaatin de imamla ilgili birtakım yükümlülükleri vardır. Meselâ, cemaatin, imam görünüp kâmet getirildiğinde ayağa kalkması ve ona uyarak namaza başlaması, namazda Kur'an okuduğunda onu dinlemesi, herhangi bir yanlışlık ânında erkeklerin “sübhânallâh” diyerek ve kadınların da el çırparak onu uyarması, o Fâtiha'yı bitirince cemaatin de âmîn demesi, o tekbir alınca tekbir alması ve ondan önce rükû veya secde etmemesi ya da başını ondan önce secdeden kaldırmaması gibi hususlar, bu yükümlülüğün başlıcalarıdır. Nitekim Resûlullah (sas) bir defasında cemaatini şöyle uyarmıştır: “İmam ancak kendisine uyulmak için vardır. Öyleyse (namazda) ondan farklı davranmayın. O rükûa varınca siz de rükûa varın. "Semiallâhü limen hamideh." dediği zaman "Rabbenâ leke'l-hamd." deyin. Secdeye gittiği zaman siz de secdeye gidin. Oturarak namaz kıldığı vakit siz de hep birlikte oturarak kılın. Namazda safı düzgün tutun. Çünkü safı düzgün tutmak namazın güzelliğindendir.”

Sonuç olarak, mihrap Peygamber Efendimizin (sas) makamıdır. O'nun (sas) burayı Hz. Ebû Bekir'e (sas) devretmesiyle de artık imamlık yapan kişi onun bir vekili ve temsilcisi olmuş gibidir. Bu bakımdan imamlık, gerek bilgi ve tecrübeyle, gerekse kişilik ve ciddiyetle yapılacak bir hizmettir. İmamlık, kelime olarak önderlik demektir. Dolayısıyla imam, namazda önde olduğu gibi, toplumsal hayatta da önder olmalıdır. Zira o, sadece camiye namaza gelenlerin değil, camiye gelmeyenlerin de öncüsü, hayırda örneği ve huzur kaynağı olmak durumundadır. Kendisini bu sorumluluk şuurunda gören ve bunun için gerekli yetkinliğe ve etkinliğe sahip olan kimselerin imamete de en ehil kimseler olacağından kuşku yoktur.

Nitekim imamlar, insanların dinini öğrenmesinde, namazında, doğumunda, ölümünde, mevlidinde, evliliğinde, kısacası bütün önemli, sevinçli ve hüzünlü günlerinde onlarla birliktedir. Topluma iyiliği öğretmede, çocuğumuza güzel ahlâkı aşılamada, komşuluk hukukumuzu hatırlamada, birbirimizi sevmede, toplumsal dayanışmada imamların o kadar büyük katkısı vardır ki... Vatanımızın düşman işgalinden kurtulup bugünkü istiklâlimizi kazanmamızda, “Hürriyetin olmadığı yerde cuma namazı kılınmaz.” diyerek dedelerimizdeki özgürlük ateşini tutuşturanlar da yine imamlar olmamış mıydı?