Kâinatta her ne kadar eşref-i mahlûk olarak konumlandırılmış olsak da beşer olmamız hasebiyle hatadan münezzeh olmadığımız muhakkaktır. İnsanoğlunun hata ve noksanlarıyla varlık sahnesinde yer almasının, kendisini beğenme (ucub) tehlikesinden korunma ve kemâle giden yolun arayışında olma gibi bir hikmete mebni oluşundan söz edilebilir.
Hadis-i şerifte; “Şayet hiç günah işlememiş olsaydınız, sizin için ondan daha büyüğünden korkardım. O da ucubtur, ucubtur” (Bezzâr, Müsned, XIII, 326; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, IX, 399-400) buyrulmuştur. Bu sebeple bazı mutasavvıflar, farkına vardıkları hata ve günahlarının onlarda meydana getirdiği pişmanlık, korku, kırılma ve adeta iki büklüm olma halinin kendilerini kulluğa sevk edişini; “İlâhî, sana olan isyan beni itaate çağırmaktadır…” sözüyle ifade etmişlerdir.
Rengârenk tüyleriyle göz kamaştıran tavus kuşunun ayaklarını görmesi, kendisine yönelen hayran bakışlar karşısında mağrurlanmasına mani olur. Göz kamaştıran güzelliği ile gururlanmak istediğinde gözünün ayaklarına takılması ona haddini bildirmeye yeter, hikâyeye göre…
Bilinmek, takdir edilmek, övülmek, insanın ruhunu okşayan ve hemen herkesin vazgeçemediği bir tutkudur. Bu türden iltifatlar her ne kadar alışıldık bazı tevazu cümleleri ile karşılık bulsa da insanın bundan hoşlanmaması ve devamını istememesi nefse oldukça ağır gelir. Modern çağda bu türden beklentiler tabiî akışında kalmamış, özel siparişlerle de desteklenir olmuştur. İyilikten ibadet nitelikli eylemlere kadar, yapılan her aktivitenin çeşitli iletişim araçları yoluyla beğeni toplamasına özel bir önem atfedilmektedir. Bu tür davranışların birey ve toplum açısından olumlu ve olumsuz sonuçları farklı bir konudur kuşkusuz.
Hikmet ehline göre, kendisini insanların zan ve iltifatlarına göre tanımlayanlar aldanmışlığın tam da içine düşmüşlerdir. İbn Atâullah (ö. 709/1309) merhum; “İnsanlar seni, sende olduğunu düşündüklerine göre övüyorlar. Sen ise kendinde olduğunu bildiğin hakikatlerden dolayı onu kına” diyerek, insanların çoğu kez zanna dayalı teveccühlerine kapılıp aldanılmaması gerektiğini öğütler. Zira kim ne derse desin, vicdan kişiye kim olduğunu hatırlatan en nesnel ölçüdür.
Söz buraya gelmişken, Üveys İbn Âmir’i (halk deyişiyle Veysel Karânî) hatırlamamak olmazdı. Hz. Peygamber (s.a.s.), onun duası makbul bir kul olduğunu ve Yemenli destek birlikleri içerisinde Medine’ye geleceğini haber verdiği günden sonra Hz. Ömer’in gözü yollardadır. Yemen’den destek birlikleri geldikçe; “Üveys İbn Âmir içinizde mi?” diye sorar ve nihayet Hz. Peygamber’in (s.a.s.) haber verdiği şey gerçekleşir, Üveys çıkagelir. Hz. Ömer fırsattan istifade ederek ondan, kendisi için istiğfarda bulunmasını ister ve bu talebi de geri çevrilmez. Ardından Hz. Ömer ona özel alaka gösterir ve kendisi için Kûfe valisine bir mektup yazma teklifinde bulunur. Üveys buna sıcak bakmaz, halkın gösterişsiz kesimi (fakirleri) arasında olmak istediğini belirtir ve Kûfe’ye döner. Zamanla halk onun kim olduğunu anlayınca, o Kûfe’yi terk eder. (Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 225)
Tabiûn neslinin en faziletlisi olarak kabul edilen Üveys, muhtemelen insanların kendisine yönelecek teveccühünü anlayınca; çözümü, bulunduğu diyarı terk etmekte bulmuştu. İsteseydi bunu kendisi için büyük bir fırsata dönüştürebilirdi. Ama o öyle yapmadı, onun için daha önemli olan, kopmak istemediği bir arzu vardı ve belli ki hiçbir şeyin onu gölgelemesine de rızası yoktu.
Ruhsal benliğini ilim ve hikmetin inşa ettiği şahsiyetler, toplum içerisindeki yeri ve mevkii ne olursa olsun gerçek benliklerini/şahsiyetlerini sosyal benliğe feda etmezler. Bir başka ifadeyle bu kimseler, maddi ya da sosyal bir kısım beklentileri karşılayabilme adına sahte kimliklere bürünmezler. Bu kimseler aynı zamanda “şahsiyet sahibi adam” şeklinde de tanımlanır (Nurettin Topçu, Ahlak, s. 127). Şöhret ya da benzeri cazip teklifler onları gerçek benliklerinden vazgeçirebilecek çekiciliğe sahip değildir. Herkes için önemli ve vazgeçilmez olan şeyler onlar için sıradandır ya da iltifat edilmeye değer değildir. Onlar için vazgeçilmez olan şeyler de belki başkaları için kayda değer değildir.
Âşık Kuddûsî (ö. 1849) der ya;
“Amel çokluğuna yok itibar hiç; kulundan Hâlık’ı hoşlanmadıkça”
Öyleyse, Hak katında kıymet ifade etmeyen tutkularımız, rıza terazisinde yer bulmayacak çaba ve gayretlerimiz yeniden sorgulanmaya muhtaç değil midir?