Güçlü ve üstün olmak, galip gelmek, saygın olmak anlamında kullanılan “izzet” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere nispetle kullanıldığında hakiki ve daimi bir güce bağlı gerçek saygınlığı ifade eder. İnkârcılara ait bir vasıf olarak kullanımı ise daha çok bilinçsizce içerisinde bulunulan gurur ve kibir halini yansıtır. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfedât, s. 433)
Eşsiz izzet ve şeref yalnız Yüce Allah’ın zatına mahsustur. Dolayısıyla, kullarından dilediğine bu üstün vasfı bahşedecek yegâne varlık da O’dur. Kullar açısından izzet, öncelikle Allah’ın azameti karşısında kişinin kendi konumunu tespit edebilmiş olmasının adıdır. Diğer bir ifadeyle, insanın kendisini başkalarına karşı üstün gösterme arayışından öte, inandığı mukaddes dinin değerlerini özümseyerek temsil edebilmesinin ona kazandırdığı erdemlilik halidir izzet.
Kur’an-ı Kerim’de izzet ve itibarı Cenâb-ı Hakk’ın dışında arayanlar için izzetin bütünüyle Allah’a ait olduğu vurgulanır (Nisâ, 4/139). Aynı şekilde müminlerin Allah’a güvenip dayanarak, izzet ve saygınlığı O’na gerçek bir kul olmakta aradıkları sürece maddi-manevi her yönden gerçek üstünlüğü elde edecekleri gerçeğine işaret edilir (Münâfikûn, 63/8). Kulları Allah katında yüceltecek bir başka önemli meziyetin ise tevazu ve mahviyet olduğu da bizzat Allah Resulü (s.a.s.) tarafından bildirilmiştir. (Müslim, Birr, 69)
Vahyin mektebinde yetişen ve her biri hidayet yıldızı olan sahabe de gerek hak gerekse halk katında kendilerini yüceltecek bu değerleri çok iyi özümsemişlerdi. İşte bu sebeple Hz. Ömer (r.a.); “Biz, Allah Teâlâ’nın kendilerini İslâm’la izzetli kıldığı bir topluluğuz. Bunun için de O’nun bizi kendisiyle izzetli kıldığı şeyden başkasında izzet aramayız” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 130) demişti.
İslam’ın ikinci halifesi, Şam’a doğru yola çıkıp İslâm askerleri ve Şam’ın ileri gelenleri kendisini karşılamaya çıktığı sırada o, sırtında her zaman giymekte olduğu basit bir aba, başında sarığı ve ayağındaki nalınları çıkarmış bir halde devesinin yularından tutarak nehri geçmekteydi. Yanında bulunan Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh (r.a.), Hz. Ömer’in o topraklardaki insanlar tarafından bu halde görülmesini hoş görmemiş olacak ki, biraz da hayret içeren ifadelerle; “Ey müminlerin emiri, İslâm askerleri ve Şam’ın ileri gelenleri seni karşılamaya çıkmışken sen bu şekilde hareket ediyorsun!” deme ihtiyacı duymuştu. Her ne kadar İslam tarihinin şanlı fatihi olarak hafızalarda yer bulmuş bir kumandan olsa da o gün itibariyle sahip olduğu konum ve ihtişamı kendisine kazandıran membaı unutmamış olan İslam halifesi, iyi niyetle de olsa yapılmış bu uyarıyı hoş karşılamamıştı. Dahası, İslam nimeti ile buluşmadan önce millet olarak içerisinde bulundukları ahlaki zafiyetlerle dolu geçmişi hatırlatarak, kendilerine bu izzeti kazandıran değerlerin kaynağına dikkat çekmiş, unutulup sırt çevrildiği takdirde tekrar eski hale dönüşün kaçınılmaz olduğu gerçeğini de ilave etme ihtiyacı duymuştu.
İslam’la şereflenip kâinatın yegâne maliki olan Allah’a kul olmayı en büyük izzet ve iftihar vesilesi sayan bir müminin kendisine takdim edilecek suni iltifatlara ihtiyacı yoktur. Zira imanın kazandırdığı şerefle en yüce olanın halifesi olarak tayin edilmiş olmak paha biçilmez en değerli mertebedir. Gönül dünyasında imarı başaramamış, nefsine mağlup olup kemale giden yolu keşfedememiş olanlar ise şekilsel ve yapay yollarla üstünlük arayışı içerisinde olurlar ki, bu da anlık haz ve tatminden öteye geçmez.
İnsanları çoğunlukla dış görünüşleri ile değerlendirmek, giyim-kuşam, varlık ve ziyneti değer ölçüsü olarak tayin etmek, öz itibariyle sahip olunan kıymeti fark edebilmenin önündeki en büyük engel olmuştur. Gönül ehlinin dilinden dökülen; “Harabat ehlini hor görme zâkir, defineye mâlik viraneler var” dizeleri tam da bu gerçeğe işaret etmektedir. Öz ve mana açısından değerlendirildiğinde, basit ve mütevazı kıyafetlerin sarmaladığı fakat insanların göz ucuyla bakmaya değer bulmadıkları nice cevherler vardır. Peygamber Efendimizin de ifadesiyle onlar; “Şu şöyle olacak” diye yemin etseler, Allah’ın dileklerini geri çevirmeyeceği kimselerdir (Müslim, Birr, 138). Belki yeryüzünde pek tanıyanı olmayan fakat sema ehlinin (meleklerin) çok iyi tanıyıp bildiği kimselerdir bahse konu şahsiyetler. İstikamet üzere kendilerinden meydana gelecek tasarruflarda ilahi irade onların izzetini korumaya adeta kefildir. Buna mukabil varlık, ziynet ve şöhretiyle göz kamaştıran, insanlar katında yüce diye bilinen niceleri de ilahi değerler terazisinde kıymet ifade eden bir sermayeye sahip değillerdir. (Buhari, Tefsir, 6; Müslim, Münâfikûn, 18)
Kur’an-ı Kerim’de, insanlarla olan beşeri münasebetlerde makam, mevki, şöhret ve zenginliğin ötesinde göz önünde bulundurulması gereken değerlerin olduğu hatırlatılırken, Hz. Peygamber’in şahsında tüm insanlığa; “Rızasını dileyerek sabah akşam rablerine dua edenlerle olmak için elinden gelen çabayı göster. Dünya hayatının çekiciliğine meylederek gözlerini onlardan çevirme! Bizi anmaktan kalbini gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme!” (Kehf, 18/28) mesajı verilir. Benzer bir ayette, kendilerini soylu, güçlü ve varlıklı olarak takdim eden inkârcıların, kendileriyle aynı meclisi paylaşmayı istemedikleri yoksul ve kimsesiz müslümanlara bir an dahi sırt dönmenin zulüm olacağının haber verilmesi de (En’âm, 5/52) son derece dikkat çekicidir.
Sözün özü, gerçek ve daimi izzet ancak Bâkî olanın katında kabul görecek değerleri elde etme ve yaşama mücadelesi içerisinde olmakla mümkündür. Bu ise büyük ölçüde, sonsuzluğun güzelliklerine doğru uzanan yolda insanın üzerine bir sis bulutu gibi çöküp ufku görmesini engelleyen bayağı duygular ve nefsani arzulara karşı kendini kontrol edebilme gücünü her daim diri tutmaya bağlıdır. Bu sebeple, ebediyet yurdunda fayda vermeyecek amaç ve tutkuların esiri olmuş gönüller, ebediliğin hazzını elde edebilmek için kendilerini tekrar sorgulamaya, yeniden tanımlamaya ve kendileri için fıtrî gayeye uygun yeni hedefler belirlemeye muhtaçtır. İlahi mesajın da teşvik ettiği şekliyle, ebediyet âleminde ön sıralara namzet olmak, ehemmiyetsiz ve bir zaman sonra bir “hiç” mahiyetini alacak şeylerin mücadelesinden sıyrılıp, hayır ve fazilet müsabakalarında ön sıralarda olma tutkusu ile yoğrulmayı gerektirir.