Her toplum için yol gösterici bir rehbere ihtiyaç vardır. Yüce Yaratıcı ilk insanı, kendisinden çoğalan insanlık ailesi için bir rehber kılmış ve bu görev daha sonraki nesillerde yine onlar içerisinden seçilmiş elçilerle devam etmiştir. Son elçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra, tevarüs edilen ilim ve hikmet mirasının sahiplenilmesi, korunması ve yoksun bulunduğu coğrafyalara ulaştırılması bu ümmetin âlimleri tarafından üstlenildi.
Kitab’a varis olmak gibi çok özel bir mirası/sorumluluğu devralmış olan âlimler, öteden beri ilim ve hikmet sancağının taşıyıcıları, ilahi buyrukla doğru yolu gösteren rehberler olmuşlardır (Secde, 32/24). Çorak toprakları mümbit hale getiren pınarlar misali, toplumların can damarlarına hayat zerk eden, yeryüzünün manevi yönden imar ve ıslahı uğrunda ömürlerini tüketmiş bu seçkin insanlar, fedakârlığın da müstesna örnekleridir aynı zamanda. Nitekim onlar, üstlendikleri misyon gereği, içerisinde bulundukları toplumların problem ve sıkıntılarına bigane kalmak gibi bir lükse sahip olamayan, çare kapısı, dert ortağı ve gönül tabibi olarak bilinmişlerdir.
Kitab’a varis olmak, Allah tarafından çok özel bir vazife ile görevlendirilmiş olmanın bir diğer adıdır. Yüce Yaratıcı “Sonra biz kullarımızdan seçtiklerimizi o kitaba mirasçı kıldık. Onlardan kimi kendine zulmeder, kimi orta bir durumdadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlı işlerde yarışır. İşte büyük lütuf budur” (Fâtır, 35/32) buyurmaktadır.
Bu iş için seçilmiş olmanın beraberinde getirmiş olduğu sorumluluğun ne düzeyde olduğunu tahmin edebilmek zor olmasa gerektir. Bu bağlamda, topluma karşı yerine getirilmesi gereken görev ve sorumlulukların içerisinde Allah’ın dini hakkında konuşma ya da hüküm verme gibi manevi bir boyutun bulunması, kişiyi ister istemez fıtraten sahip olunan hata yapabilme özelliğini minimize etmeye zorlamaktadır. Nitekim ulemanın hatası, bir geminin batması gibi, birçok insanın da beraberinde batması ile sonuçlanacak elim bir hadise olarak değerlendirilir (Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-dîn, s. 41). Bu bakımdan ilim ehlinin kendi içerisindeki ihtiyat ve tedbirinin yanında, bireylerin de dinde rehber edinecekleri kimselerin tespitinde ilmî liyakati daima ön planda tutması önem arz eder. Hz. Peygamber’in şu hadisi bu hususun veciz bir ifadesidir:
“Allah, ilmi kullarından çekip almak suretiyle değil, âlimleri kabz etmek suretiyle alır. Nihayet hiç bir âlim kalmayınca, insanlar bir takım cahilleri kendilerine rehber edinirler. Bunlara bir takım sualler sorulur, onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetva verirler. Böylelikle hem kendileri sapar, hem de insanları saptırırlar” (Buhari, İlim, 34; Müslim, İlim, 13).
Nebevî öğütlerde dikkat çekilen bir başka husus; ilmin, âlimlere karşı övünmek, cahillerle münakaşa etmek ya da itibar, teveccüh ve mevki elde etmek için bir basamak olmadığıdır (İbn Mâce, Mukaddime, 45). Onun için ilmin tarifini yapan meşhur sahâbî Abdullah b. Mes’ûd (r.a.), “İlim, çokça bilgi naklinde bulunmaktan ibaret değildir, gerçekte ilim haşyettir” buyurmuşlardır (İbn Hibban, Ravdatü’l-ukalâ, s. 38). Dolayısıyla ilim, bilginin içselleştirilmesi ile Allah’a karşı gerçek anlamda saygı ve tazim boyutuna ulaşabilmenin adıdır. Nitekim Tercümânü’l-Kur’an olarak bilinen müfessir sahâbî Abdullah b. Abbâs (r.a.) da, “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar” (Fâtır, 35/28) ayetinden hareketle âlimi; “Allah’a gerçek anlamda saygı duyan kimse” olarak tanımlamıştır (Vâhidî, el-Vasît fî tefsîri’l-Kurâni’l-Mecîd, III, 504).
İlmin insana kazandırması gereken ahlaki erdemlerden biri de, tevazu ve ilmin izzetini hakkıyla temsil edebilmektir. Selef âlimlerinde çokça görülen; hakkında net bilgiye sahip olunmayan hususlarda hüküm vermemek, sükût etmeyi tercih etmek (tevakkuf) ve gerektiğinde açıkça “Bilmiyorum” diyebilmek, ilmi emanetin bir gereği olarak telakki edilmiştir. Tabiûn döneminin meşhur âlimi Şa‘bî’ye nispet edilen, “Bilmiyorum sözü ilmin yarısıdır” (Dârimî, İlim, 6) deyişini bu anlayışın özlü bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkündür. Bu aynı zamanda, hakkın hatırının her şeyin üzerinde tutulması gerektiğini hatırlatan ve ilimde sağlam temellere dayalı olarak yükselmenin gerekliliğini vurgulayan bir anlayışın ifadesidir.
Mâlikî mezhebinin imamı büyük müçtehit İmam Mâlik (r.a.) hakkında nakledilen şu kıssa, tarihte ilim emanetini taşıyan âlimlerin bu konudaki manevi hassasiyetini anlatan sadece bir örnek olarak zikredilebilir.
Rivayete göre uzak diyarlardan kendisine soru sormak için gelen birisinin ona yönelttiği kırk kadar sorunun ancak bir kısmına cevap vermiş, diğerleri hakkında “bilmiyorum” demiştir. Soru soran zat, uzak diyarlardan onca zahmete katlanarak kendisine soru sormak üzere geldiğini söyleyip bu durumu yadırgayınca, İmam Mâlik kendisine şöyle söylemiş: “Bineğine binip geldiğin beldeye dön ve insanlara; ‘Mâlik’e sordum, bana “bilmiyorum’ dedi dersin.” (Salih b. Fevzân, Şerhu mesâili’l-câhiliyye, s. 286).
Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim’de kitaba varis kılınanların durumu üç grupta kategorize edilmiştir:
a) Kendine zulmedenler
b) Orta halli olanlar
c) Allah’ın izniyle hayırlı işlerde yarışıp öne geçenler, büyük lütuf ve fazilete erişenler.
Kişinin hangi sınıf içerisinde yer almak istediği hususu ise ebette ki kendi tercihine bağlıdır.