Nereye Kaçsam?  makalelerden oluşan kitabımın ismi. Gerek isminden gerekse içeriğinden oldukça güzel geri dönüşler aldım. Bu kavram, kulluk kitabımızın yetmiş beşinci sûresinin kırkıncı ayetinde geçen bir bölüm.

Bahsi geçen ayette, ahirette hesaba çekilme esnasında gördüğü dehşet verici tablodan dolayı şaşkına dönen insan, '...hangi mekana, nereye gideyim?' diye soruyor. Soruyor sormasına da aslında, Allah’ın huzurundan başka gidilecek yerin olmadığını da gayet iyi biliyor.

İnsan, nereye gideceğini dünyada kendi belirliyor. Ahirette yeni bir kazanım yok. Orada sonuç var. Teslimiyet var. Kısaca burada çalışma orada hesap var. Sonucunda ise ya cennet ya cehennem var!

Mısırlı Katolik bir annenin, Lübnanlı Maruni gazeteci bir babanın oğlu Amin Maalouf’un kaleme aldığı Uygarlıkların Batışı kitabı üzerinden bir tespitte bulunmak istiyorum.   

Yazar, bahsi geçen kitabına 1912 yılında güç yetirilmez hatta tanrı dahi bir şey yapamaz denen Titanik  metaforuyla başlıyor. O metaforla da bitiriyor. Paryaların dışında yolcuların çoğu, aristokrat, mütekebbir ve zengin İngiliz aileleri ile az sayıda farklı milletlerden oluşmaktaydı.

Gemi, büyüklüğünün yanı sıra her türlü aktivitenin yapılabileceği sosyal donatılardan oluşuyordu; o günün koşullarında var olanların en iyisi, en büyüğüydü. Gerek asilzadeler gerekse zenginler, gösteriş budalası gibi yapabilecekleri ne varsa yapıyorlar veya gösteriyorlardı. Gemide yeme-içme ve eğlencenin envaiçeşidi mevcuttu. Deyim yerindeyse yolcular kendilerini bekleyen tehlikeden habersiz, dünyada cenneti yaşıyorlardı.

Maalouf, günümüz insanını böyle bir tehlikeye doğru yol alan geminin yolcularına benzetiyor.

Bir dönem, eşitlik savsatasıyla insanları oyalayan komünizm, bir ümit olarak ortaya çıktı. Egemen olduğu zaman diliminde kendine bel bağlayan müntesiplerini memnun ve mutlu etmedi. 17 Ekim devriminin öncülüğünü yapan Rusya’nın dağılmasıyla yok olup gitti. Böylece dünya tek kutuplu bir hale geldi.

Dünyanın patronu, kapitalizm anlayışıyla Amerika oldu. Dünya birinci, ikinci ve soğuk savaş olmak üzere üç büyük savaş yaşadı. Bu savaşların galibi açık ara Amerika/Batı oldu. Amerika/Batı, hiçbir zaman galip olmanın gereğini yapmadı/yapamadı. Dünyaya adalet değil haksızlıklar ve zulümler getirdi. Eline geçen imkanı egoistçe ve hoyratça kullandı. Hala da kullanıyor. 

Dünyaya, kural ve kaideleri kendilerinin koyduğu Batı’nın eliyle, güçlülerin daha güçlendiği, zayıfların zayıflatılmaya çalışıldığı bir dönem yaşanmaktadır. Vatansızlara vatan verirken, vatanı olanları da vatanından etmeye çalışmaktalar.
Burada unutulan bir husus var. Her yerde her zaman; değişim ve dönüşüm. Güç ve zayıflık arızidir. Bunlar dönem dönem değişir. Güçlünün gücü ebedi olamayacağı gibi, zayıf da ebedî zayıf kalmayacaktır. Bugünün güçlüleri yarının zayıfı, zayıfları da yarının güçlüleri olabilir.

Geçmişin güçlü devletleri; Roma, Bizans, Emevi, Endülüs Emevi, Abbasi, Osmanlı, Memlükler, Babürler ve Safeviler… Hani nerede? 

Dün, ismi geçen devletlerden emir alanlar bugün Amerika’dan buyruk alıyor. Ne söyleyecekler ne yapacaklar diye gözünün içine bakıyorlar!

Filistin: 1948’de asırlardır üzerinde yaşadıkları topraklarından edilmeye çalışılan Filistin halkı! 1948’den günümüze gözyaşı ve hicran hiçbir zaman dinmediği ülke, Filistin.

Batılılar, türedi işgalci Yahudi devletinin neşvünema bulması ve güçlenmesi için çevresindeki devletleri hizaya getirirken, geri kalan devletleri de ona payanda yapmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, Yahudilerin gayrimeşru davranışları haklı gösterilirken, toprakları gasp edilen Filistinlilerse terörist ilan edilmekte.

7 Ekim 2023’den itibaren bir yılı aşkın bir süredir ABD ve diğer Batılıların tam desteğini alan Siyonist İşgalci Yahudiler, Filistin halkına soykırım uygularken; kendi ırkından ve dininden olan Lübnan, Ürdün, Suriye, Mısır ile bu devletlerin hemen gerisinde bulunan, Irak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve diğer halkı Müslüman devletler, katliamı seyretmekteler…

Bu devletlerden ikisinin durumu; 

“Gökkuşağı” rengindeki Lübnan; Katolik Maruniler, Şii/Hizbullah, ‘Gulât-ı Şîa’  olan Dürzîler, yirmi beş bin civarında Fransız ve Sünnîlerden oluşmaktadır. İsmi geçen gruplar, ülkelerinin kalkınmasından ziyade hiziplerinin refahını öncelediklerinden hiçbir zaman güçlü devlet olamadı. Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakanı Sünnî, Meclis Başkanı Şîi. Hükümette Müslüman ve Hıristiyan bakanların sayısı her zaman eşit, ayrıca her cemaatin milletvekili bulunacak ona da itiraz edilmeyecek. Kamu görevlilerinin atanmasında bu durum dikkate alınacak.

Suriye; ülkenin yönetimi nüfusun yaklaşık %12’sini oluşturan Şîa Nusayrî grubun elinde. Geri kalan nüfusun bir kısmı Türkmenlerden, Kürtlerden ve Dürzîlerden ve bir takım etnik gruplardan oluşmaktadır. Yönetim gulât da olsa Şîa olduğundan İran ve Lübnan Hizbullah’ı tarafından koşulsuz desteklenmektedir.

1982’de Beşşar Esed’in babası Hafız Esed, Sünnîlerin yaşadığı Hama ve Humusu yerle bir ederek kırk binin üzerinde kendi vatandaşını katletti. Oğlu Esed, iç savaş bahanesiyle, İran, Hizbullah ve özellikle Rusya’nın da desteğiyle yaklaşık 13-14 yıldır kendi vatandaşlarını katletmekte ve milyonlarca vatandaşı farklı ülkelerde sürgün hayatı yaşamaktadır.
İsrail’e diğer bir komşu da bu.

Yahudiler de ‘canı sıkıldıkça’ Başkent Şam’ı, diğer büyük şehri Haleb’i, askeri karargâhının olduğunu iddia ettiği diğer şehirleri bombalamaktadır. Diğer taraftan Şam’daki İran Büyükelçiliği’ni bombalamaktan da geri durmadı. Egemen bir devlet olmasına rağmen şimdiye kadar yapılanlara karşı hiçbir karşılık vermedi.

İsmini verdiğim ve vermediğim Arap devletlerinin hemen hemen tamamı, ‘Altı Gün’, ‘Haziran’, ‘Altmış Yedi’, ya da ‘Naksa’ isimleriyle anılan, 1967’de yapılan Arap-İsrail savaşının travmasını atabilmiş değiller. Ramazan ayında yapılan savaş öncesinde Mısır lideri Cemal Abdünnâsır, Arap dünyasının liderliğine hazırlanıyordu. Arkasına Sovyetler Birliğini de alan Nasır, gücünün zirvesindeydi! Karşısına değil İsrail, kim çıkarsa çıksın ezip geçebileceğini düşünüyordu! Ne yazık ki savaş başladıktan kısa bir müddet sonra Mısır, Suriye ve Ürdün hava kuvvetleri yok edildi. Şaşkına dönen Araplar ne yapacağını şaşırdı! Altıncı günün sonunda Batı destekli İsrail; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Sina Çölü, Golan Tepeleri’nin yan ısıra Ürdün ve Lübnan’dan hatırı sayılır toprak aldı.

1967 tarihi, İsrail’i şımartırken, Arapları şaşkına çevirdi. Yukarıda da zikrettiğim gibi -eylem ruhu gelişmiş Şia gruplarını bir taraf bırakacak olursak- Araplar, hâlâ bunun travmasını üzerlerinden atabilmiş değiller.

Amerika ve Batı’yı arkasına alan Yahudiler, bir plan çerçevesinde o günden günümüze yapabilecekleri hangi aşağılık muamele varsa öncelikle Filistinlilere sonra da diğer Arap devletlerine yapmaya çalışmaktadırlar.

İslam dünyasının günümüzdeki dağınıklığı, böyle devam gittiği müddetçe durum böyle sürecek gibi gözüküyor.

Dünyanın muhtelif ülke ve bölgelerinden gelen/getirilen Yahudiler, işgal ettikleri Filistin topraklarından er veya geç gideceklerdir. Çünkü Yahudiler korkak ve tedirgin bit topluluktur. 75 yıldır Batı’nın destek ve zorlamasıyla emekleyebilen, ayakta durabilen gaspçı Yahudilerin, geçmişte olduğu gibi gelecekte de burunları sürtülecektir. Zira hem Amerika hem de kokuşmuş Batı kendi derdine düşecek ve Yahudiler hamisiz kalacaktır.