"عَنْ عِمْرَانَ بْنِ حُصَيْنٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: كَانَتْ بِى بَوَاسِيرُ فَسَأَلْتُ النَّبِيَّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَنِ الصَّلاَةِ. فَقَالَ: "صَلِّ قَائِمًا، فَإِنْ لَمْ تَسْتَطِعْ فَقَاعِدًا، فَإِنْ لَمْ تَسْتَطِعْ فَعَلَى جَنْبٍ

İmrân b. Husayn (ra) diyor ki: "Basur hastalığım vardı. Bu sebeple Hz. Peygamber’e (sas) gelerek nasıl namaz kılacağımı sordum. Hz. Peygamber (sas) şu cevabı verdi:

"Namazı ayakta kıl, buna gücün yetmezse oturarak kıl, buna da gücün yetmezse yan üstü yatarak kıl."

(B1117 Buhârî, Taksîru’s-salât, 19)

***

"عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِى سَفَرٍ فَرَأَى رَجُلاً قَدِ اجْتَمَعَ النَّاسُ عَلَيْهِ، وَقَدْ ظُلِّلَ عَلَيْهِ، فَقَالَ: ‘مَا لَهُ.’ قَالُوا: رَجُلٌ صَائِمٌ. فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : "لَيْسَ الْبِرُّ أَنْ تَصُومُوا فِى السَّفَرِ

Câbir b. Abdullah (ra) anlatıyor: Bir yolculuk esnasında Resûlullah (sas), insanların etrafına toplanarak gölgelendirdikleri bir adam gördü ve "Neyi var?" diye sordu. Etrafındakiler, "O, oruçlu." deyince Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: "(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmanız iyilik (fazilet) değildir."

(M2612 Müslim, Sıyâm, 92)

***

عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ قَالَ: رَخَّصَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) لِلْحُبْلَى الَّتِى تَخَافُ عَلَى نَفْسِهَا أَنْ تُفْطِرَ وَلِلْمُرْضِعِ الَّتِى تَخَافُ عَلَى وَلَدِهَا

Enes b. Mâlik (ra) diyor ki, "Resûlullah (sas) kendisine zarar gelmesinden korkan hâmile kadın ile çocuğunun zarar görmesinden endişe eden emzikli kadın için Ramazan orucunu tutmama ruhsatı vermiştir."

(İM1668 İbn Mâce, Sıyâm, 12)

***

"عَنِ ابْنِ عُمَرَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) :"إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ أَنْ تُؤْتَى رُخَصُهُ، كَمَا يَكْرَهُ أَنْ تُؤْتَى مَعْصِيَتُهُ

İbn Ömer’den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Allah (cc), yasaklarının işlenmesinden nasıl hoşlanmazsa, (tanıdığı) ruhsatların uygulanmasından da o kadar hoşnut olur."

(HM5866 İbn Hanbel, II, 108)

***

عَنْ أَبِى مُوسَى قَالَ: كَانَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) إِذَا بَعَثَ أَحَدًا مِنْ أَصْحَابِهِ فِى بَعْضِ أَمْرِهِ قَالَ: ‘بَشِّرُوا وَلاَ تُنَفِّرُوا، وَيَسِّرُوا وَلاَ تُعَسِّرُوا

Ebû Musa’dan (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) ashâbından birini bir iş için gönderdiğinde şöyle derdi: "Müjdeleyin nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın."

(M4525 Müslim, Cihâd ve siyer, 6)

***

Allah Resûlü (sas) bir gün kendisine indirilen Kur’an âyetlerini yazması için vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit’i (ra) yanına çağırmıştı. Bunu duyan Zeyd (ra), yazı için eline aldığı bir kürek kemiğiyle Resûlullah’ın (sas) yanına geldi. Hz. Peygamber (sas), Nisâ sûresinin 95. âyetini yazdıracaktı. "Müminlerden oturanlarla Allah (cc) yolunda cihad edenler bir olmaz."  demişti ki âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm (ra) çıkageldi. Allah Resûlü’nün (sas) sözlerini işitmişti ve bu nedenle yüreğini derin bir hüzün kaplamıştı. Dilinden dökülen şu sözler üzüntüsünü ve çaresizliğini ifade etmeye yetiyordu: "Yâ Resûlallah! Vallahi, eğer gücüm yetseydi ben de mutlaka cihada katılırdım." İbn Ümmü Mektûm’un (ra) iman dolu bu sözcüklerin ardından vahyin ağırlığı tekrar Allah Resûlü’nün (sas) üzerine çöktü. Zira kulunun taşıyamayacağı yükü ona asla yüklemeyen Allah Teâlâ (cc), "özür sahipleri müstesna"  ifadesini Elçisi’ne (sas) vahyetmişti.

İnsanı yaratan Allah (cc), onu en iyi tanıyan ve dolayısıyla onun sınırlarını en iyi bilendir. Ve O (cc), her şeye kadir olduğu gibi kuluna gücünün yetmeyeceği bir vazifeyi vermeyecek kadar da âdildir. Çünkü O (cc), Rahmân ve Rahîm’dir. Hayatın her ânında insanlara karşı şefkatli ve merhametli olan Yüce Yaratıcı (cc), kullarına birtakım sorumluluklar yüklerken elbette onları donattığı özellikleri en iyi bilendir. Bu nedenle onlara çekemeyecekleri bir yükü asla yüklememiştir. Zihinsel engelli kimseleri sorumluluktan tamamen muaf tutarken, "Âmâya güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur."  âyetiyle bedensel engellilik gibi uzun süreli ya da hastalık gibi daha kısa süreli engeller nedeniyle dinin bazı gereklerini yerine getiremeyen kimseleri bu nedenle günahkâr saymayacağını bildirmiştir. Zira O, kulları için kolaylığı diler, onların zorluk çekmelerini istemez ve "Rabbim, bize çekemeyeceğimiz yükü yükleme!"  diye dua eden kullarına icabet eder.

Hastalık, insanı zayıf düşüren bir durum olduğu için İslâm dini bunu bir mazeret kabul etmiş ve hastaların ibadetlerini yerine getirmeleri için bazı kolaylıklar sunmuştur. Peygamberimiz (sas) sağlık problemleri olan kimselerin durumunu mutlaka dikkate almış, kişinin ibadetleri yerine getirmek için sağlığını düşünmeksizin canını tehlikeye atacak derecede kendini zorlamasına müsaade etmemiştir. Nitekim Resûlullah (sas) gusletmesi gereken yaralı durumdaki birinin yarasının üzerine meshetmek suretiyle vücudunun geri kalan kısmını yıkamasının yeterli olacağını söylemiştir.

Hz. Peygamber (sas), kendisine gelerek hasta olduğunu bildiren ve bu durumda ibadetlerini nasıl eda edeceğini soran kimselere hem bedenlerini zorlamayacak hem de ibadetlerini aksatmayacak şekilde yol göstermiştir. Sahâbeden basur hastalığına yakalanan İmrân b. Husayn’ın (ea) namazlarını nasıl kılacağını sorması üzerine, "Namazı ayakta kıl, buna gücün yetmezse oturarak kıl, buna da gücün yetmezse yan üstü yatarak kıl."  buyurmuştur. Kendisi de hastalandığı zamanlarda ruhsatı tercih ederek insanlara bu konuda örneklik etmiştir. Bu doğrultuda, attan düşerek sağ yanını incittiğinde oturarak imamlık yapmış, vefatıyla sonuçlanan hastalığında namazlarının çoğunu oturarak kılmış ve ashâbına da oturarak imamlık yapmıştır. Ayrıca imamlık yapan kimselere namaz kıldırırken cemaat içinde hasta, yaşlı ve zayıf kimseler olabileceğini hatırlatarak namazı çok uzun tutmamalarını öğütlemiştir.

Hastalara abdest ve namaz konularında olduğu gibi oruç ibadetinde de rahatlatıcı çözümler sunulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de, "Sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah (cc) sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." âyetiyle Ramazan ayında hasta olup da oruç tutamayanların sonradan tutabileceği belirtilmiş, iyileşme şansı olmayan kimseler için de oruç yerine ‘fidye’ verme kolaylığı sağlanmıştır.

İslâm dininde bedenen sağlıklı olmayı gerektiren hac ibadetinin yerine getirilmesi de mazeret sahibi kimseler için kolaylaştırılmıştır. Hz. Peygamber (sas), rahatsızlığından dolayı hacda zorlanan Ümmü Seleme’ye (ra) insanların arkalarından giderek binek üzerinde tavaf edebileceğini söylemiş, haccın farz olduğu sıralarda babası yaşlılıktan dolayı âciz düşmüş bir kadına da babasının yerine vekâleten hac yapabileceğini bildirmiştir. Ayrıca, "Haccı ve umreyi Allah (cc) için tam yapın. Eğer (bunlardan) alıkonursanız kolayınıza gelen kurbanı gönderin. Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden her kim hasta olursa yahut başından bir rahatsızlığı varsa; oruç, sadaka, kurban cinsinden biri üzere fidye gerekir."  âyetiyle, bir rahatsızlığı nedeniyle hacda bazı görevlerini yerine getiremeyen kimselerin oruç tutmak, sadaka vermek ya da kurban kesmek suretiyle bu eksikliklerini giderebilecekleri ifade edilmiştir.

Medine’den haccetmek üzere yola çıkan Hz. Peygamber (sas) ve ashâbı Mekke’ye altı mil uzaklıktaki Serif mevkiine geldiklerinde Hz. Âişe (ra) âdet görmüş ve hac vazifesini yapamayacağı düşüncesiyle ağlamaya başlamıştı. Onun bu durumunu gören Allah Resûlü (sas), bunun Allah (cc) tarafından belirlenen bir yazgı olduğunu söyleyerek onu teselli etmiş ve Kâbe’yi tavaf dışında hacıların yaptığı tüm uygulamaları yapabileceğini söylemiştir. İslâm, ibadetlerde hanımların özel durumlarını göz önünde tutmuştur. Hanım sahâbîlerin uygulamalarına ve müminlerin annesi Hz. Âişe’nin (ra) ifadelerine göre, âdetli hanımlar namaz ve oruç ibadetlerini yerine getirmezler. Âdet hâlinde tutulmayan oruçların daha sonra tamamlanması gerekli görülürken, kılınmayan namazların ise kaza edilmesi istenmemiştir. Loğusalık hâlinde olan kadınlar da aynı şekilde muamele görmüş, anne ve bebek sağlığı düşünülerek hamile ve emziren hanımlara oruç tutmama ruhsatı verilmiş, tutamadıkları oruçları daha sonra tutmalarına müsaade edilmiştir. Hanımların özel durumlarıyla alâkalı bu tür ruhsatlar Hz. Peygamber’in talimatları doğrultusunda ‘dinde kolaylık’ prensibi göz önünde bulundurularak uygulanagelmiştir.

Hz. Peygamber’e (sas) gelerek devamlı kanaması olduğunu, ibadetler hususunda nasıl davranması gerektiğini soran Ebû Hubeyş’in kızı Fâtıma’ya (ra) Allah Resûlü (sas), "Normalde âdet gördüğün günler gelince namaz kılmayı terk et. Sonra yıkan ve namaza başla."  diyerek yol göstermiştir. Fıkıhta ‘istihâze’ diye bilinen devamlı kanama hâli, kadınların maruz kaldığı bir rahatsızlık durumu olup âdetten farklıdır. Hz. Peygamber bunun bir damar kanaması olduğunu söyleyerek böyle bir rahatsızlığı olan kişinin her namaz vakti için ayrıca abdest almak suretiyle sağlıklı bir insanın yaptığı namaz ve oruç gibi tüm ibadetlerini yerine getirebileceğini belirtmiştir. Dolayısıyla âdet günleri sona erdiği hâlde kanaması bitmeyen bir kadın, âdetinin bitiminde mutlaka gusül abdesti almalıdır. Özür kanaması gören kadının eşiyle birlikte olmasına da müsaade edilmiştir. Böyle özrü olan bir hanımın Kur’an okuması, mescide girmesi ve tavaf etmesi de bu müsaade kapsamındadır. Devam eden burun kanaması ve idrar tutamama gibi abdeste mâni olan bir durumun sürekliliği söz konusu olduğunda da aynı hüküm geçerlidir.

Bedensel engellilik, hastalık, yolculuk ve yaşlılık gibi durumların dışında çeşitli hâricî etkenlerden doğabilecek mazeretler de ibadetlerin edasında dikkate alınmıştır. Elverişsiz doğa şartları, düşman korkusu, vahşi hayvan tehlikesi veya esaret gibi durumlarda inananlara kolaylık sağlanmıştır. Allah Resûlü’nün (sas) hayatında bunun örneklerini görmek mümkündür. Örneğin Hz. Peygamber (sas) ve ashâbı bir yolculuk esnasında dar bir vadiden geçiyorlardı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun neden olduğu çamurla kısa sürede her yer bataklığa dönüşmüştü. Kimse bineğinden inemiyordu. Derken namaz vakti geldi. Müezzin ezan okuyunca Allah Resûlü (sas) bineğiyle cemaatin önüne geçerek binekten inmeden namaz kıldırdı. Secdelerde rükûlardan daha fazla eğildiği göze çarpıyordu. Bu şekilde hava şartlarını göz önünde bulundurarak hareket eden Hz. Peygamber (sas), bir sabah namazında aşırı soğuk olduğu için ashâba cemaate katılmayabileceklerini duyurmuş; sefere çıktığı zamanlarda hava yağmurlu, soğuk veya rüzgârlı ise ashâbına cemaate gelmemelerini, namazlarını bulundukları yerlerde kılmalarını emretmiştir. Ayrıca bir seriyyeye gönderdiği sahâbîlerin, dönüşlerinde kendisine gelerek aşırı soğuk sebebiyle maruz kaldıkları sıkıntılardan şikâyet etmeleri üzerine, sarık ve mestler üzerine meshedebileceklerini bildirmiştir. Sıcağın çok şiddetli olduğu bir günde de öğle ezanını okumaya hazırlanan müezzine engel olarak serinliği beklemesini istemiş ve "Sıcak şiddetli olduğunda namazı serinliğe bırakınız."  buyurmuştur.

Dinimizde her ne kadar mazereti olan kimseye büyük kolaylıklar sağlanmışsa da kişinin bunlardan faydalanmadan önce vicdanına danışarak mazeretinin kendisini ne derece etkilediğini sorması ve böylece bir iç değerlendirme yapması gerekir. Zira mazeretinin durumunu ancak kendisi en iyi şekilde takdir edebilir. Hayatî tehlike ya da sağlığın kötüleşmesi gibi ciddi gelişmeler yaşanmayacaksa ibadeti mümkün olduğunca normal şartlarına göre eda etmek ve verilen ruhsatları suistimal etmemek önemlidir. Bu tutum, ilmi, gizli ve aşikâr her şeyi kuşatan Yüce Yaratan’a (cc) karşı samimi duruşun bir ifadesidir. Çünkü kulluk bilincine erişen bir Müslüman, Rabbine karşı olan tüm görevlerini, O’nun (cc) rızasını kazanma arzusuyla ve gücü nispetinde en güzel şekilde yerine getirir. Bu nedenle Resûlullah (sas), âmâ oluşu, evinin mescide uzaklığı ve kendisini mescide getirecek birinin bulunmayışı sebebiyle namazlarını evde kılmak için izin isteyen İbn Ümmü Mektûm’a (cc), "Ezan sesini duyuyor musun?"  diye sormuş, "Evet" cevabını alınca cemaate katılmaması için kendisine ruhsat veremeyeceğini söylemiştir.

İslâm kolaylık dinidir. Bu özelliği sayesinde her zamana ve her mekâna hitap edebilmektedir. Kişiler birtakım ibadetleri yerine getirmekle yükümlü tutulurken, hayatın gerçekleri göz ardı edilmemiş, her özel durum için mutlaka bir alternatif sunularak dinin işlevselliği korunmuştur. Meselâ, suyun olmadığı yerde teyemmüm vardır, ayakların yıkanmasında zorluk bulunan yerde mestlerin üzerine mesh ve yaralarda sargının üzerine mesh vardır, zor durumlarda, yapılması esas olan azimetlerle beraber, ruhsatlar vardır. Ve Allah Resûlü (sas), "Allah, yasaklarının işlenmesinden nasıl hoşlanmazsa, (tanıdığı) ruhsatların uygulanmasından da o kadar hoşnut olur."  buyurur. Zaruret durumları için özel hükümler konulmuştur. Örneğin açlıktan ölmek üzere olan kişinin, başka imkânı yoksa aslen haram olan domuz etini ölmeyecek kadar yemesinde sakınca yoktur.

Sevgili eşi Hz. Âişe’nin (ra), "Resûlullah iki şey arasında tercih yapmak zorunda kaldığında kolay olanını tercih ederdi." sözleriyle belirttiği üzere, hayatı zorlaştırmak yerine dinen bir sakıncası olmadığı sürece kolaylıktan yana olan Allah Resûlü’nün (sas), her namazdan önce dişleri temizlemek ve her namaz için abdest almak gibi ümmetine ağır geleceğini düşündüğü bazı işlerin yapılmasını emretmekten kaçındığı bilinmektedir. Bir gün ashâbına yatsı namazını vakit iyice ilerlemişken kıldıran Resûlullah (sas) şu sözleri söylemiştir: "Eğer zayıfın zayıflığı, hastanın hastalığı ve ihtiyaç sahibinin ihtiyaç hâli olmasaydı bu namazı (sürekli) gece yarısına kadar geciktirirdim."

Diğer taraftan Allah (cc) emretmediği hâlde birtakım şeyleri kendilerine âdet edinerek sonunda bunların bir mecburiyet hâline gelmesine yani farz kılınmasına yol açan, dolayısıyla kendi kendilerine zorluk çıkaran geçmiş kavimlerin bu hâllerine dikkat çeken Hz. Peygamber (sas), ümmetinin de aynı hataya düşeceğinden endişe etmiştir. Bu nedenle Duhâ namazını kılmak gibi yapmaktan zevk duyduğu bazı ibadetleri bazen bilerek terk etmiş ve kendisi gibi gece namazı kılmak isteyen sahâbîlere de şöyle öğüt vermiştir: "Gücünüzün yeteceği kadar işi (ibadeti) üzerinize alın. Çünkü sizler (ibadetten) usanıp bıkarsınız da Allah (cc) (sevap vermekten) bıkmaz. Allah (cc) katında amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olandır."  Ashâbından herhangi birini bir göreve gönderdiği zaman onlara, "Müjdeleyin nefret ettirmeyin; kolaylaştırın zorlaştırmayın."  tavsiyesinde bulunan Rahmet Peygamberi (sas), şu uyarısıyla bütün çağlara seslenmiştir: "Din kolaydır. Bir kişi takatinin üstünde ibadete kalkışırsa din karşısında âciz kalır. Bunun için aşırıya kaçmayın, dosdoğru yolu tutun ve (salih amellerden alacağınız mükâfattan ötürü) sevinin."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam