Saîd b. Cübeyr (ra) anlatıyor: “Abdullah b. Abbâs'a (ra), "Ey Ebu'l-Abbâs, Resûlullah'ın (sas) hacca giderken ne zaman ihrama girdiği hususunda sahâbîlerin görüş ayrılığına düşmelerine şaşıyorum!" dedim. Şöyle cevap verdi: "Gerçekten bu konuyu en iyi bilen benim. Resûlullah (sas) sadece bir kere hac yaptığı için insanlar bu konuda ihtilâfa düştüler…"”

عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ قَالَ: قُلْتُ لِعَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَبَّاسٍ: يَا أَبَا الْعَبَّاسِ عَجَبًا لِاخْتِلَافِ أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فِي إِهْلَالِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) حِينَ أَوْجَبَ فَقَالَ: إِنِّي لَأَعْلَمُ النَّاسِ بِذَلِكَ إِنَّهَا إِنَّمَا كَانَتْ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) حَجَّةً وَاحِدَةً فَمِنْ

هُنَالِكَ اخْتَلَفُوا…

(HM2358 İbn Hanbel, I, 260; D1770 Ebû Dâvûd, Menâsik, 21)

عَنِ ابْنِ عُمَرَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: قَالَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَوْمَ الْأَحْزَابِ: “لاَ يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الْعَصْرَ إِلاَّ فِى بَنِى قُرَيْظَةَ.” فَأَدْرَكَ بَعْضُهُمُ الْعَصْرَ فِى الطَّرِيقِ، فَقَالَ بَعْضُهُمْ: لاَ نُصَلِّى حَتَّى نَأْتِيَهَا وَقَالَ بَعْضُهُمْ: بَلْ نُصَلِّى، لَمْ يُرِدْ مِنَّا ذَلِكَ، فَذُكِرَ ذَلِكَ للنَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) فَلَمْ

يُعَنِّفْ وَاحِدًا مِنْهُمْ.

İbn Ömer (ra) anlatıyor: “Peygamber (sas) Ahzâb günü, "Kimse ikindi namazını Kurayzaoğulları yurdundan başka yerde kılmasın!" buyurdu. İkindi namazının vakti gelince bunlardan bazıları, "Biz Kurayzaoğulları'na ulaşmadıkça (ikindi namazını) kılmayız!" dediler. Bazıları ise, "Biz (ikindiyi yolda, vakit içinde) kılacağız, çünkü Peygamber (sav) bizden bunu istemedi." dediler (ve yolda kıldılar). Sonra bu durum Peygamber'e (sas) anlatıldı ve o bunlardan hiçbirini azarlamadı.”

(B4119 Buhârî, Meğâzî, 31)

***

عَنْ عِكْرِمَةَ قَالَ: أَرْسَلَ ابْنُ عَبَّاسٍ إِلَى زَيْدِ بْنِ ثَابِتٍ أَتَجِدُ فِى كِتَابِ اللَّهِ لِلْأُمِّ ثُلُثُ مَا بَقِىَ؟ فَقَالَ زَيْدٌ: إِنَّمَا أَنْتَ رَجُلٌ تَقُولُ بِرَأْيِكَ وَأَنَا رَجُلٌ أَقُولُ بِرَأْيِى.

İkrime anlatıyor: İbn Abbâs (ra), Zeyd b. Sâbit'e (ra) haber göndererek, “Sen, "(Mirastan) geriye kalanın üçte biri anneye aittir." hükmünü Allah'ın Kitabı'nda bulabiliyor musun?” diye sordu. Bunun üzerine Zeyd b. Sâbit (ra) şöyle cevap verdi: “Sen kendi görüşünü söyleyen bir adamsın, ben de kendi görüşümü söyleyen bir adamım!”

(DM2903 Dârimî, Ferâiz, 3)

***

عَنْ مَرْوَانَ بْنِ الْحَكَمِ: أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ لَمَّا طُعِنَ اسْتَشَارَهُمْ فِى الْجَدِّ فَقَالَ: إِنِّى كُنْتُ رَأَيْتُ فِى الْجَدِّ رَأْياً، فَإِنْ رَأَيْتُمْ أَنْ تَتَّبِعُوهُ فَاتَّبِعُوهُ.

Mervân b. Hakem'den (ra) nakledildiğine göre, Ömer b. Hattâb (ra) yaralandığında, dedeye düşen miras hususunda onlarla istişare etti ve şöyle dedi: “Ben, dede mirası hakkında bir görüş belirtmiştim. Eğer siz de uygun görürseniz, ona uyun!”

(DM2943 Dârimî, Ferâiz, 12)

***

عَنْ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ أَنَّهُ سَمِعَ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِذَا حَكَمَ الْحَاكِمُ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَصَابَ فَلَهُ أَجْرَانِ. وَإِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ ثُمَّ أَخْطَأَ فَلَهُ أَجْرٌ.”

Amr b. Âs'ın (ra) işittiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Hâkim, hüküm verirken ictihad eder (gücü nispetinde çaba sarf eder) de sonunda isabetli karar verirse, iki sevap kazanır. Eğer ictihad eder de sonunda hata ederse, bir sevap kazanır.”

(M4487 Müslim, Akdiye, 15)

***

Her ikisi de Resûlullah’ın (sas) en yakınındaki isimlerdi. Biri Allah Resûlü’nün (sas) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir (ra), diğeri ise adaleti ile meşhur olan Hz. Ömer (ra). Bir gün Hz. Ebû Bekir (ra) ile Hz. Ömer (ra) arasında bir münakaşa olmuş, Hz. Ebû Bekir (ra), Hz. Ömer’i (ra) öfkelendirmişti. Hz. Ömer (ra), Hz. Ebû Bekir’in (ra) yanından ayrılmış, Hz. Ebû Bekir (ra) da ondan af istemek için ardından gitmişti. Fakat Hz. Ömer (ra), onun özrünü kabul etmeyip kapısını yüzüne kapayıverdi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), Resûlullah’ın (sas) yanına geldi ve durumu anlattı.

Hz. Ebû Bekir’in (ra) bu tutumu Resûlullah’ın (sas) hoşuna gitmiş olacak ki Hz. Ömer’in (ra) bağışlamadığı Hz. Ebû Bekir’e (ra) üç kez, "Allah (cc) seni bağışlasın ey Ebû Bekir!" diyerek dua etti.

Bu arada Hz. Ömer (ra) da kardeşine yaptığı bu yanlış hareketten pişman olup önce onun evine gitmiş, orada olmadığını öğrenince de Resûlullah’a (sas) gelmişti. İçeri girip selâm verdi. Peygamber’in (sas) yanına oturdu ve ona kendisiyle Ebû Bekir (ra) arasında geçen şeyleri anlattı. Allah Resûlü’nün (sas) öfkelendiğini fark eden Hz. Ebû Bekir (ra), bu sefer arkadaşı için Resûlullah’a (sas) yalvarmaya başladı: "Vallahi yâ Resûlallah, bu işte ben Ömer’den (ra) daha çok ileriye gittim." diyerek büyük bir erdemle kardeşinin bu hareketini unutturup kendi hatasını ön plana çıkarmaya başladı.

Bunun üzerine Resûlullah (sas), orada bulunanların tümüne hitap ederek, "Şimdi benim dostumu bana bırakır mısınız? Benim dostumu bana bırakır mısınız? Ben, "Ey insanlar! Şüphesiz ben size, hepinize Allah’ın (cc) elçisiyim..." dedim de sizler, "Yalan söylüyorsun." dediniz. Ebû Bekir (ra) ise, "Doğru söylüyorsun." dedi." buyurdu.

Allah Resûlü’nün (sas) en yakınındaki bu iki sahâbî arasında geçen olay sahâbe arasında cereyan eden insanî ilişkileri resmeder. İkili arasında geçen bu konuşma her insanın olduğu gibi ashâbın da kimi zaman birbirine öfkelenebildiğini ve darılabildiğini göstermektedir. Ancak iki mümtaz sahâbînin arasında geçen bu hadise, onları diğer insanlardan farklı kılan, aralarındaki muhabbete ve karşılıklı nezakete dayalı iletişimi de yansıtmaktadır. Hz. Peygamber’in (sas) ahlâkı ile ahlâklanan sahâbenin önde gelen şahsiyetleri, özrünü kabul etmediğinde bile kardeşini affetmeyi bir erdem kabul edebilmiştir. Hz. Ebû Bekir (ra), öfkelendirdiği arkadaşının gönlünü alıp aralarındaki muhabbetin zarar görmesine izin vermek istemez. Celâli ile tanınan Hz. Ömer (ra) ise öfkesi dinmemiş olacak ki öncelikle kardeşinin özrünü kabul etmez. Sonra bizzat Resûlullah’a (sas) gelerek pişmanlığını arz eder. Daha ilginç olan ise Hz. Ebû Bekir’in (ra) son tavrıdır. O, bu kırıcı tutumundan dolayı Hz. Ömer’e (ra) öfkelenen Resûlullah’a (sas), kabahatin kendisinde olduğunu söyleyerek olayı yumuşatmaya çalışır.

Hz. Ebû Bekir (ra) ve Ömer (ra) arasında geçen bu olay, sahâbe arasında iletişimin çok farklı boyutları olduğunu da göstermektedir. Tamamen insanî düzlemde seyreden bu ilişkilerin içinde sevgi, saygı ve muhabbetle birbirine bağlanma olduğu kadar kızgınlıklar, kırgınlıklar, dargınlıklar ve tartışmalar da vardır. Onların ilişkilerinde kırılmalar yaşadıklarında bile aralarındaki muhabbeti kesmedikleri, sevgi ve bağlılığı bırakmadıkları görülür. Özür dilemenin ve affedebilmenin en güzel örneklerini bu güzide insanların davranışlarında izleyebilmek mümkündür.

Bu tatlı tartışmaların bir diğeri Habeşistan’a hicret edenlerden ve Resûlullah’ın (sas) eşlerinden Hz. Meymûne’nin (ra) kardeşi Esmâ bnt. Umeys ile Hz. Ömer (ra) arasında geçmişti. Esmâ (ra) Peygamberimizin (sas) eşi Hz. Hafsa’nın (ra) yanında bulunduğu bir sırada Hz. Ömer (ra) içeri girip, "Bu kim?" diye sormuş, "Esmâ bnt. Umeys" cevabını alınca Hz. Ömer (ra), "Şu Habeşistanlı mı? Şu denizli mi?" demişti. Esmâ, "Evet!" cevabını verdi. Bunun üzerine Ömer (ra), "Hicrette biz sizi geçtik. Dolayısıyla Allah Resûlü’nün (sas) nezdinde biz sizden daha değerliyiz." diyerek Esmâ’yı kızdırdı. Hz. Esmâ (ra), "Yanıldın Ey Ömer! Hayır! Vallahi siz Resûlullah (sas) ile birlikte idiniz. Aç olanınızı doyurur, cahilinize vaaz ederdi. Biz ise uzaklarda, düşman yurdunda, Habeşistan’da idik. Bu da Allah (cc) ve Resûlü (sas) uğrundaydı. Allah’a (cc) yemin olsun ki senin söylediğini Resûlullah’a (sas) anlatmadıkça ne yemek yerim ne de su içerim. Eziyet ediliyor ve korkutuluyorduk. Bunu Resûlullah’a (sas) söyleyeceğim ve ona soracağım. Vallahi ne yalan söylerim ne de saparım. Bundan fazla bir şey de söylemem!" diyerek kızgınlığını dile getirdi.

Derken Hz. Peygamber (sas) geldi. Esmâ, "Ey Allah’ın Nebî’si! Ömer (ra) şöyle şöyle söyledi." diyerek durumu Allah Resûlü’ne (sas) arz etti. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü (sas) Esmâ bnt. Umeys ile Hz. Ömer (ra) arasında geçen bu atışmayı şu sözlerle neticelendirdi: "O, bana (sevgime ve yakınlığıma) sizden daha fazla hak sahibi değildir. Zira o ve arkadaşları yalnız bir defa hicret etmişken ey gemi yolcuları sizler, iki defa hicret ettiniz!" Aslında bu bağlılık, sahâbenin bütününde müşahede edilebiliyordu. Zira Allah (cc) Kur’ân-ı Kerîm’de Evs ve Hazrec Kabileleri arasında daha önce var olan husumeti nasıl kardeşliğe çevirdiğini açıkça dile getirmektedir: "Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz."

Sahâbe arasındaki sevgi ve kardeşlik ikliminin en güzel örnekleri hicret sonrası Medine’de oluşan kardeşlik havasında görülür. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sas) Medine’de Müslümanları birbirlerine gönülden bağlamak için bir muhacir ile bir ensarı kardeş ilân etmişti. Ensar bu kardeşliği o kadar benimsedi ki, Resûlullah’a (sas) başvurarak hurmalıklarını muhacir kardeşleriyle kendi aralarında paylaştırmasını istediler. Allah’ın Resûlü (sas), buna müsaade etmeyerek hurmalıklarının bakımını üstlenmeleri şartıyla ürünlerini onlarla paylaşmalarını tavsiye etti. Medine’nin en zengini olan Sa’d b. Rebî muhacir kardeşi Abdurrahman b. Avf’a (ra) mal varlığının yarısını kendisiyle paylaşmayı teklif etmişti. Bu üstün fedakârlığı sebebiyle ona teşekkür eden Abdurrahman b. Avf (ra) teklifi kabul etmedi, ticaret yaparak geçimini temin edeceğini söyledi. Kaynukâ pazarının yolunu tuttu... "Anne ve baba ile yakın akrabanın bıraktığı mallar hakkında, biz herkes için vârisler belirledik." âyeti nazil olana kadar muhacirler ensara akrabalarından önce mirasçı kılınırdı.

Ashâb-ı kirâm, aralarındaki samimiyet gereği zaman zaman birbirleriyle şakalaşıp gülüşürlerdi. Hz. Peygamber’in (sas) vefatından bir yıl önce Ebû Bekir (ra), ticaret maksadıyla Busrâ’ya gitmişti. Beraberinde ikisi de Bedir Savaşı’na katılmış olan sahâbeden Nuaymân ve Süveybıt b. Harmale bulunuyordu. Nuaymân yolculukta, yiyecek teminiyle ile ilgilenirdi. Süveybıt da şakacı bir kimseydi. Yolculuk esnasında bir ara Nuaymân’a, "Bana yemek ver." dedi. Nuaymân ise, "Ebû Bekir (ra) gelinceye kadar bekle." dedi. Bunun üzerine Süveybıt, "Görürsün seni kızdıracağım!" diyerek and içti. Sonra hep birlikte bir yerleşim yerine uğradılar. Süveybıt oradakilere, "Kölemi satın alır mısınız?" dedi. Onlar da kabul ettiler. Süveybıt daha önce and içtiği gibi Nuaymân’ı kızdırmaya çalışıyordu. Adamlara, "Size satacağım köle, konuşkan bir köledir ve size, "Ben hür bir kimseyim!" diyecektir. O size böyle söylediği zaman eğer siz onu bırakacak iseniz kölemi bana karşı kışkırtmayın." dedi. Böylece Süveybıt Nuaymân’ı adamlara satacağını söyleyerek şaka yapıyordu. Sahâbe arasındaki muhabbeti gösteren bu gibi pek çok sahne mevcuttur. Kendi aralarında ülfet ve ünsiyeti kuvvetlendirmek için birbirleriyle şakalaşıp eğlenen ashâb, sorumluluk isteyen işlerde sorumluluklarının bilincinde hareket etmeyi ihmal etmemişlerdir. Onlar, bir vazife veya yapılacak bir hizmet olduğunda, onu en iyi bir şekilde başarmışlardır.

Aralarındaki samimi ilişkiye rağmen zaman zaman ashâb çeşitli konularda ihtilâfa düşmüştür. Nitekim Hz. Ömer’in (ra), cünüplüğü gerektiren bir sebepten ötürü çıkan ihtilâf konusunda sarf ettiği sözler, bu gerçeği dile getirir niteliktedir: "Siz Bedir ashâbısınız, (buna rağmen) ihtilâfa düştünüz. Sizden sonrakiler daha çok ihtilâfa düşecek!" Bu sözlerden sahâbe de olsa insanın olduğu yerde farklı görüşlerin dile getirilmesinin doğal olduğu anlaşılmaktadır. İnsanların doğuştan getirdiği birtakım farklılıkların yanında kendilerinden bağımsız bazı dış etkenler neticesinde fıkhî, kelâmî ve siyasî ihtilâflara düşmeleri kaçınılmazdır. Ashâb da bunlardan bağımsız değildir. Allah Resûlü (sas) henüz hayattayken bu tür ihtilâfların cereyan ettiği bilinmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in (sas) varlığı bu ihtilâfların çabucak çözülmesini sağlamış, derinleşmesini ise engellemiştir.

Ashâb arasında çıkan bu ihtilâfların çeşitli nedenleri vardır. Örneğin Resûlullah’ın (sas) sünnetini anlamaya yönelik bu ihtilâflar, gözlem ve müşahedeye bağlı olarak farklılık arz edebilmekteydi. Tâbiîn neslinin fakihlerinden Saîd b. Cübeyr bir gün, "Resûlullah’ın (sas) hacca giderken ne zaman ihrama girdiği hususunda sahâbîlerin görüş ayrılığına düşmelerine şaşıyorum!" diyerek meseleyi İbn Abbâs’a (ra) sordu. Bunun üzerine İbn Abbâs (ra) şunları anlattı: "Gerçekten bu konuyu en iyi bilen benim. Resûlullah (sas) sadece bir kere hac yaptığı için insanlar bu konuda ihtilâfa düştüler. Şöyle ki Resûlullah (sas) hac maksadıyla yola çıktı. Zülhuleyfe’deki namazgâhında iki rekât namaz kıldı. Namazını bitirince bulunduğu yerde hacca niyet edip hac için yüksek sesle telbiye getirdi. Bunu kendisinden işiten kimseler kendisinden işittikleri gibi bellediler. Sonra devesine binip de devesi kalkınca ikinci bir telbiye daha getirdi. Bazı kimseler de kendisinden bunu işitmiş oldular. İşte bu ihtilâfın sebebi, oraya insanların bölük bölük gelmiş olmaları ve devesi onu kaldırdığı sırada Resûlullah’ı (sas) telbiye getirirken işitenlerin, "Resûlullah (sas) telbiyeyi devesi kendisini kaldırdığı zaman getirdi." demeleri, daha sonra Resûlullah (sas) deveyle biraz daha ileri gidip de Beydâ tepesine çıktığı sırada getirdiği telbiyeyi duyan diğer bazı kimselerin de, "Resûlullah (sas) hacca Beydâ tepesinde niyet etti." demeleridir. Allah’a (cc) yemin olsun ki o, namazgâhında ihrama girdi ve devesi kendisini kaldırınca telbiye getirdiği gibi Beydâ tepesine çıktığında da telbiye getirdi."

Sahâbe farklı farklı görüşler ortaya koymuşlardı, yalan da söylemiyorlardı. Hepsi Hz. Peygamber’in (sas) telbiye getirdiğini gördükleri için söylediklerinden şüphe de etmemişlerdi. Ancak İbn Abbâs’ın (ra) da anlattığı gibi onlar olayın birer parçasını görmüş, tamamına yetişememişlerdi. Bu nedenle de hepsi gördükleri parçayı, gördükleri kadarıyla kendi algılarını ön planda tutarak anlatmışlardı ve görüş farklılıkları da böylelikle ortaya çıkmıştı.

Sahâbe de insandı ve her birinin hadiseleri anlayış ve kavrayışları farklıydı, onlar bunun farkındaydı. Özellikle konu Kutlu Elçi’nin (ra) sözleri olunca birbirlerinin yanlışlarını düzeltmekten kaçınmıyorlardı. Müminlerin annesi Hz. Âişe (ra) da Hz. Peygamber’in (sas) eşi olması ve ilme merakı sayesinde birçok hadisi bizzat Resûlullah’tan (sas) dinlemişti ve hadis konusunda yetkindi. Bir gün Resûlullah’tan (sas), "Ölüye, ailesinin ağlaması sebebiyle azap edilir." şeklinde bir hadis nakleden İbn Ömer’i (ra) duyduğunda, duayı dilinden eksik etmeden, "Allah (cc) Ebû Abdurrahman’ı bağışlasın. İbn Ömer kesinlikle yalan söylemedi fakat ya unuttu ya da hata etti." dedi ve olayın aslını anlattı: "Resûlullah (sas) bir Yahudi cenazesine rastlamıştı da ailesi orada ağlıyordu. Bu olay üzerine onlara, "Siz burada ağlıyorsunuz, o ise kabrinde (günahları dolayı) azap çekiyor." dedi. Hz. Âişe’nin (ra) bu eleştirisini duyan İbn Ömer (ra) ise hatasını kabul edip sessiz kaldı, bir şey söylemedi. İbn Ömer (ra) bu hadiste, Hz. Peygamber’in (sas) "Siz burada ağlıyorsunuz, o ise kabrinde azap çekiyor." ifadesini, kişinin ağlamasıyla, ölünün azabı arasında ilişki kurarak, ölüye ağlamanın onun azabını artıracağı şeklinde anlamış ve yanlış yorumlamıştı.

Sahâbenin aynı hadise hakkında birbiriyle ihtilâflı görüşler ortaya koymaları kimi zaman da işitme ve dinleme farklılıklarından ileri geliyordu. Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit, Râfi’ b. Hadîc’den Resûlullah’ın (sas), tarlaları kiraya vermeyi yasakladığınıduyunca Râfi’e Allah’tan (cc) merhamet diledikten sonra, "Vallahi ben bu hadisi ondan daha iyi biliyorum." demiş ve olayın aslını anlatmıştı. "Resûlullah’a (sas), ensardan kavga etmiş iki adam gelmişti, Hz. Peygamber (sas) onları dinledi ve "Eğer durumunuz böyle ise tarlaları kiraya vermeyin." dedi. Râfi’ ise sözün sadece "Tarlaları kiraya vermeyin." kısmını işittiği için hata etti." Her insanda olabileceği gibi o da yanlış işitmişti, bu nedenle de farklı bir görüş ortaya çıkmıştı.

Farklı görüşlerin bir başka nedeni de ashâbın yorum ve değerlendirme farklılığı idi. Resûlullah’ın söylediği bir söz farklı sahâbîlerin kendi bilgi ve algılarına göre farklı anlaşılabiliyordu. Hendek Savaşı’nın hemen ardından Resûlullah (sas), Cebrail’den (ra) aldığı ilham ile Kurayzaoğulları üzerine yürümeye karar vermiş ve yerine âmâ sahâbî İbn Ümmü Mektûm’u (ra) vekil bırakmıştı. Ve ashâbının acele etmesini sağlamak için de onlara şu emri vermişti: "Kimse ikindi namazını Kurayzaoğulları yurdundan başka bir yerde kılmasın."

Kimi sahâbîler Peygamber Efendimizin (sas) sözünü zâhirine göre anlayarak Kurayzaoğulları’na varmadıkça ikindi namazlarını kılmamış, kimileri ise Resûlullah’ın (sas), bu sözüyle acele etmelerini istediğini düşünerek sözün gayesini esas almış ve namazlarını kılmışlardı. Sonradan bu iki farklı davranışı öğrenen Allah Resûlü (sas), iki grubu da eleştirmedi. İşte sahâbenin aynı sözü değişik şekillerde anlamaları da onların anlayış tarzlarının ve bakış açılarının birbirinden ne denli farklı olduğunu göstermekteydi. Çünkü bu, insanın yaratılışı gereğiydi.

Bakış açıları farklı olduğu gibi bilgileri ve kavrama kabiliyetleri de farklıydı ashâbın. Resûlullah bir gün mescitte burnuna kötü kokular gelmesi üzerine, ashâbına "Cuma namazına gelirken yıkanın." buyurmuştu. Ebû Hüreyre (ra) ve Ebû Saîd el-Hudrî (ra) da Resûl-i Ekrem’in (sas) bu sözünden cuma namazına gelirken herkesin yıkanması gerektiği hükmünü çıkardı. Bu sözün maksadını dikkate alan fakih sahâbî İbn Abbâs (ra) ise şöyle bir açıklama yaptı: "O zamanlar insanlar fakirdi ve yünlü elbiseler giyerdi. Mescid-i Nebî ise hem dardı hem de çatısı alçaktı. İnsanların yünlü elbiseler giymeleri terlediklerinde kötü kokuya neden oluyordu. Bu koku, Resûlullah’a (sas) kadar ulaştığında, cemaate şöyle dedi: "Ey insanlar! Bugün gelince yıkanın. Her biriniz bulabildiği en güzel yağını ve kokusunu sürünsün." " İşte sözün hangi şartlarda ve ortamda söylendiğini dikkate alan İbn Abbâs (ra), hadisi emir olarak değil, camiye temiz gelinmesini teşvik eden bir tavsiye olarak anladı ve farklılık da bu anlayış tarzından kaynaklandı.

İbn Abbâs (ra) gibi Hz. Peygamber’in (sas) sözlerinden hüküm çıkarmaya çalışanlar yanında, sadece Kutlu Elçi’nin (sas) dediğini yapmaya gayret eden sahâbîler de vardı. Peygamber âşığı İbn Ömer (ra), Allah Elçisi’nin (sas) söylediklerini harfiyen yerine getirmeye özen gösteren bir sahâbîydi. O, Resûlullah’ın (sas), "Meyveleri olgunlaşmadan satmayın." sözünü duymuş ve bu söze tâbi olmuştu. Fakih sahâbî Zeyd b. Sâbit (ra) ise bu sözün ortaya çıkış sebebine dikkat çekerek açıklamasını yaptı. Önceden insanlar meyveleri olgunlaşmadan satıyorlardı. Ancak müşteriler, meyveleri topladıktan sonra ödeme yapma zamanı geldiğinde, meyvelerin bozuk olduğunu, ham iken döküldüğünü, hastalıklı çıktığını söyleyerek satıcıyla münakaşa ediyorlardı. Bu husumet ve anlaşmazlıklar artınca Kutlu Elçi (sas) de onlara meşveret yani yol gösterme mahiyetinde "Mademki böyle olmuyor, o hâlde meyve olgunlaşıncaya kadar alışveriş yapmayın." tavsiyesinde bulundu. Görüldüğü gibi hadisin hangi bağlamda söylendiğini bilen Zeyd b. Sâbit (ra), meyvelerin olgunlaşmadan satılmamasına dair ifadenin bir yasak değil tavsiye olduğunu söylemişti. İbn Ömer (ra) ise hadisi uygulamayı ve yasaktan yüz çevirmeyi önemsediği için denileni yapma gayretinde olmuştu. Hadisin ne maksatla söylendiğini veya bağlayıcı olup olmadığını ise pek önemsememiş, bu nedenle farklı görüşler ortaya çıkmıştı.

Gün geçtikçe hayat şartları farklılaşıyor, şartlar ve toplum da değişiyordu. Habibullah vefat etmişti, artık ashâb karşılaştıkları sorunları kendileri çözmek zorundaydı. Toplumun önderleri olan halifeler ve fakih sahâbîler de bu sorunların ilk muhatapları olup değişen şartlara uygun çözümler üretiyorlardı. İşte bu şartları dikkate alan Hz. Ömer (ra), fetihle alınmış olan Irak topraklarını, Hz. Peygamber’in (sas) savaşanlar arasında dağıttığı gibi paylaştırmamış, gelecek nesillere devamlı bir kaynak olması için sahiplerinin elinde bırakıp vergiye bağlamıştı. Çünkü şartlar değişmişti ve bu yol insanlar için daha faydalı olacaktı. Yine ashâbın fıtır ve zekâtta ödenecek miktarı, ürünlerin ucuzlamasına paralel olarak değiştirmeleri de şartları dikkate aldıklarını göstermekteydi. Bu şekilde sahâbîler, farklı durumlarda farklı görüşler ortaya koyuyor ve bu da görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasının bir başka sebebi oluyordu.

Asr-ı saadette bir Kurban Bayramı günüydü ve Medine’de bayram dolayısıyla çöl halkından birçok fakir gelmiş dolaşıyordu. Fakirleri gözetip kollayan o ince ruhlu elçi, "Kurban etinden üç gün yetecek kadarını ayırın ve kalan kısmını sadaka olarak dağıtın." emrini verdi ashâbına. Resûlullah’ın (sas) bu emrini bilen Ebû Saîd el-Hudrî (ra), bir sefer sebebiyle memleketinden uzaktaydı. Seferden geldiğinde önüne kurban etlerinden yapılmış bir yemek konulmuştu. Resûlullah’ın (sas) koyduğu yasak aklına gelen Ebû Saîd (ra), "Bunu geri çekin, ben bundan yemem!" diyerek tepki gösterdi. Ardından Ebû Saîd (ra) oradan ayrıldı ve ana bir kardeşi Katâde’ye giderek olayı anlattı. Katâde ise ona kendisi seferde iken Hz. Peygamber’in (sas) bu yasağı kaldırdığını ve artık isteyenin istediği kadar eti saklamasına izin verdiğini söyledi. Hz. Âişe (ra) da bu hükmün geçici olduğunu, o dönemde fakirlerin doyurulması için Resûlullah’ın (sas) böyle bir yasak koyduğunu söylemişti. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (sas), o sene Medine’de fakir sayısının artması sebebiyle kurban etlerinin dağıtılmasını istemiş, daha sonra yaşam standartlarının normalleşmesi üzerine de bu yasağı kaldırmıştı. Yasağın kaldırıldığı bilgisinden habersiz olan Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) naklettikleri, farklı görüşlerin ortaya çıkmasının bir başka sebebi olmuştu.

Sahâbe de insan olmaları hasebiyle, karakter, anlayış, tecrübe, bilgi ve dünya görüşü olarak birbirinden farklıydı. Bu nedenle de fıkhî, siyasî ve günlük olaylarda birbirlerinden az ya da çok farklı görüşler ve tutumlar benimsemeleri normaldi. Zaten ne İslâm ne de Allah Resûlü (sas) onların farklı görüşlerine karşı çıkıyordu. Çünkü İslâm, bölünmelere yol açan, insanları ayıran ihtilâflara karşıydı, fıkhî ve ictihadî farklılıkları ise bir ayrılık vesilesi değil zenginlik olarak görmekteydi. İbn Abbâs’ın (ra) "Sen, "(Mirastan) geriye kalanın üçte biri anneye aittir." hükmünü Allah’ın (cc) Kitabı’nda bulabiliyor musun?" şeklindeki sorusuna Zeyd b. Sâbit’in (ra) "Sen kendi görüşünü söyleyen bir adamsın, ben de kendi görüşümü söyleyen bir adamım." şeklinde cevap vermesi, yine Hz. Ömer’in (ra) dedenin mirası hakkında görüş bildirdikten sonra, "Ben, dede mirası hakkında bir görüş belirtmiştim. Eğer siz de uygun görürseniz, ona uyun!" "Ya da ileride siz kendi fikrinizi belirtirsiniz." demesi, farklılıkları ashâbın da normal karşıladığını ve yadsımadıklarını göstermektedir.

Ashâb arasında fıkıhla ilgili ihtilâfların yanı sıra zaman zaman kelâmî tartışmalar da yaşanmaktaydı. Hz. Âişe (ra) bir gün Mesrûk’a, "Her kim sana, "Muhammed (Mi’rac gecesinde) Rabbini gördü." derse yalan söylemiştir. Çünkü Allah (cc), "Gözler O’nu göremez." buyurmuştur. Yine, "Kim sana Muhammed’in gaybı bildiğini söylerse muhakkak o yalan söylemiştir. Çünkü Yüce Allah (cc), "Gaybı Allah’tan (cc) başka kimse bilmez." buyuruyor." demişti. Hz. Ömer’in (ra) veba salgını sırasında kaderle ilgili görüşleri de bu çerçevede değerlendirilebilir. Adaletiyle dünyaya nam salan Hattâb oğlu Ömer (ra), hicretin on yedinci senesinde halkın durumunu yerinde görmek üzere Şam’a gitmişti. Tebük vadisindeki Serğ köyüne geldiğinde Ebû Ubeyde b. Cerrâh (ra) ve komutanları Hz. Ömer’in (ra) yanına geldi ve Şam’da şiddetli bir veba salgınının başladığını haber verdi. Ordusunun sorumluluğunu bütün ağırlığıyla üzerinde hisseden halife Ömer (ra), ne yapacağını bilemedi ve en doğru yolun ashâbıyla istişare etmek olduğunu düşündü.

Halife Ömer (ra), onlara, Şam’da veba salgınının ortaya çıktığını anlatıp fikirlerini almak istedi. Ancak ittifak edilen bir görüş çıkmadı. İlk muhacirlerin bir kısmı, "Sen bir görev için çıktın. Bundan geri dönmen uygun değildir." derken, diğerleri tam aksine, "İnsanların geri kalanı ve Resûlullah’ın (sas) ashâbı seninle beraberdirler, onları bile bile veba üzerine götürmeni uygun görmüyoruz." şeklinde farklı görüşler belirttiler. Ardından ensarla da görüşen Hz. Ömer (ra), onların da farklı görüşler belirttiğini görünce, çözüm bulma umuduyla Mekke’nin fethinde Müslüman olanları çağırttı ve onların fikirlerini aldı.

Onlar diğer grupların aksine ittifak ederek şunları ifade ettiler: "Afiyet yurdu yerine bela yurdunu tercih etmekten Allah (cc) korusun." "Veba yok edici bir musibettir ve bile bile onun üzerine gitmek istemiyoruz." dediler. Bu sözlerden sonra net bir fikre ulaşan Halife Ömer (ra), ertesi gün Medine’ye geri dönüleceğini ilân etti. Bu sırada Ebû Ubeyde b. Cerrâh (ra), "Allah’ın (cc) kaderinden mi kaçıyorsun?" diyerek Hz. Ömer’e (ra) itiraz etti. Hz. Ömer (ra), Ebû Ubeyde’den (ra) böyle bir itiraz beklemiyordu. Ona şu sözlerle cevap verdi: "Evet, Allah’ın (cc) kaderinden yine Allah’ın (cc) kaderine kaçıyoruz. Ne dersin? Senin develerin olsa, bir yanı verimli, diğeri çorak olan bir vadiye inseler, onları verimli yerde de otlatsan çorak yerde de otlatsan Allah’ın (cc) kaderiyle otlatmış olmaz mısın?" Böylece Hz. Ömer (ra), yapılması gerekeni yaptı ve karar vermeden önce diğer sahâbîlerin farklı görüşlerini dinleyip onlarla istişare ederek onları yadırgamadan, ortak akılla sonuca varma yolunu seçti.

Sahâbe arasında ihtilâflar siyasî alanda da görülmüştür. Siyasî ihtilâfların ilk olarak Benî Sâide’de Resûlullah’ın (sas) vefatını takip eden yönetimle ilgili tartışmalarla başladığı kabul edilse de ashâb arasında zaman zaman kabilecilik ruhunu çağrıştıran siyasî ayrılıklar baş göstermiştir. Ancak Resûlullah’ın (sas) varlığı bu ayrılıkların derinleşmesini engellemiştir. Söz konusu ihtilâflar gerek fertler gerekse kabileler arasında yaşanmıştır. Örneğin Ebû Zer (ra), bir gün Bilâl-i Habeşî (ra) ile tartışmış, zenci olan annesinden dolayı onu ayıplayarak onun kalbini kırmıştır. Olay Resûlullah’a (sas) aktarıldığında, "Ebû Zer! Onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ câhiliyeden izler bulunan bir kimsesin..." buyurarak Ebû Zerr’i (ra) bu hareketinden ötürü kınamıştı. Ebû Zer (ra), bu olaydan sonra Resûlullah’ın (sas) söylediklerini harfiyen yerine getirmiş ve kölesiyle aynı kıyafetleri giymeye başlamıştı.

Topluluklar arasındaki tartışmalardan biri de ensar ve muhacir arasında yaşanmıştı. Ensar ve muhacirden müteşekkil bir topluluk, Hz. Peygamber’le (sas) beraber Benî Müstalik Gazvesi’ne çıkmıştı. Muhacirlerden bir genç, sürekli şaka yapıyordu. Derken bu muhacir şaka olsun diye ensardan bir gencin arkasına vurdu. Bu davranış karşısında çok öfkelendi. Çıkan tartışma sonrası câhiliye dönemindeki âdetlere benzer bir şekilde her ikisi de kendi kabilelerini yardıma çağırdı. Sesleri duyan Hz. Peygamber (sas), "Câhiliye ehlinin (kavgalarda başvurduklarına benzer bu) yardım çağrıları da nereden çıktı? Derdi ne bunların?" dedi. Kendisine durum arz edildi. Efendimiz (sas), "Bu davranışları terk edin. Bunlar çok çirkin şeyler." buyurarak ashâbını sakinleştirdi.

İfk Hadisesi’nde Hz. Âişe’ye (ra) iftira atanın Evsli mi Hazrecli mi olduğu tartışılırken yaşanan gerginlik ashâb arasında zaman zaman hayli sert tartışmaların da olabildiğini göstermektedir. Nitekim bu olay tartışılırken iftiracının kendilerinden olmadığını iddia eden Evs ve Hazrec ayaklanmış, çarpışmaya niyetlenmişlerdi. Sonunda minberde bulunan Resûlullah’ın (sas) yatıştırmasıyla ortam sakinlemişti.

Ebû Zer el-Ğıfârî’nin (ra) doğrudan devlet yönetimindeki Hz. Osman (ra) ve Muâviye gibi şahıslara yönelttiği eleştiriler siyasî ihtilâfların en açık örnekleri olmuş ve Ebû Zerr’in (ra) muhalif bir sahâbî olarak tanınmasına vesile olmuştur. Örneğin o, "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah (cc) yolunda sarf etmeyenleri acı bir azap ile müjdele!" âyetinin, Ehl-i kitap hakkında indiğini söyleyen Muâviye ile Şam’da tartışmış, âyetin hem onlar hem de kendileri hakkında indiğini iddia etmişti. Sonrasında Muâviye onu Hz. Osman’a (ra) şikâyet etmiş, böylece Medine’ye çağrılmıştı.

Ebû Zer (ra), zenginlerle karşılaştıkça servet biriktirenlerin cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarla dağlanacaklarını söyleyerek onların tepkilerini üzerine çekiyordu. O, sahip olduğu mülkiyet anlayışı ile ters düşen her türlü açıklamaya sert bir şekilde karşı koyuyor, hatta işi, bu görüş sahiplerine vurmaya kadar vardırıyordu. Servet biriktirmekten sürekli sakındırmasından dolayı insanlar, ondan kaçar hâle gelmişlerdi. Bu şekilde Medine’de de problem çıkarması sebebiyle, başta Hz. Osman (ra) olmak üzere sahâbe onun bu durumunu hoş görmemiş ve nihayet Hz. Osman’ın (ra) "İstersen (insanlardan uzak) bir yere çekil." uyarısı ile gidip Rebeze’ye yerleşmişti.

Ebû Zerr’in (ra) bu sert tavırları Müslümanların, her geçen gün biraz daha zenginleşmesi, lüks ve israfa düşmesi, fakir ile zengin arasındaki ilişkilerin zayıflaması, kısaca toplumun sosyal adalet ve dayanışma cihetiyle olumsuz yönde değişmesi karşısında tepkisel bir tavır olarak ortaya çıkmıştı. Bu tavrı, hem fakir halk, hem de yönetim aleyhtarları tarafından destek görüp siyasî bir veche kazanınca, Muâviye ve Hz. Osman (ra) ona karşı koymak ve onu susturmak istemişti.

Aslında böylesi siyasî ihtilâflar Ebû Zerr’in (ra) muhalif tavrından önce, Hz. Peygamber’in (sas) vefatı ile birlikte başlamıştı. Hz. Peygamber (sas) vefat edince Benî Sâide çardağında bir grup Medineli toplanıp ensardan bir sahâbî olan Sa’d b. Ubâde’nin yönetim işini üstlenmesi gerektiği görüşü üzerinde istişare etmeye başlamış, Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) da içinde bulunduğu bir grup muhacirin yanlarına gelmeleriyle kimin idareci olacağı konusunda tartışmalar yaşanmıştı. İki gruptan da birer emir seçilmesini teklif edenler olmuş ancak ihtilâfın büyümesinden endişe eden Hz. Ömer’in (ra), Hz. Ebû Bekir’e (ra) biat etmesiyle sorun çözülmüştü. Ensarın ve muhacirin topluca Hz. Ebû Bekir’e (ra) biati, Resûlullah’tan (sas) sonra yaşanan ilk ciddi ihtilâfın gönül birliğiyle sona erdirilmesi anlamına geliyordu.

İlerleyen yıllarda siyasî ve askerî çatışmalara dönüşen ihtilâflar da yaşayan sahâbenin düştüğü bu ayrılık, insan gerçeğini ortaya koymaktadır. Bu gerçek, her insanın ilgi alanları, mizacı, kişiliği, ön kabulleri, ön yargıları, kavrayış ve zekası gibi kendi sahip olduğu özellikler ile yetiştiği çevreden kaynaklanan birtakım unsurlar neticesinde olayları farklı farklı değerlendirmesidir. Fıkhî, kelâmî veya siyasî olsun tüm bu ihtilâflar bir bakıma insanın fikrî zenginliğini de ortaya koyar. Nitekim ümmetin ihtilâfının bir rahmet olduğunu müjdeleyen rivayet de fıkhî, fikrî ve ictihadî konulardaki farklılıkların bir zenginlik ve insanlar için bir kolaylık olduğunu göstermektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (sas), "Hâkim, hüküm verirken ictihad eder (gücü nispetinde çaba sarf eder) de sonunda isabetli karar verirse, iki sevap kazanır. Eğer ictihad eder de sonunda hata ederse, bir sevap kazanır." buyurarak bu ihtilâfların olağan karşılanması gerektiğine dikkatleri çekmiştir.

Peygamber Efendimizin (sas) ashâbı da kimi zaman ihtilâfa düşmüş, meseleleri tartışmış, farklı görüşler ortaya koymuş ve bu farklılıkları da doğal karşılamışlardır. Çünkü İslâm, bölünmelere karşıdır ve İmam Mâlik’in dediği gibi, "Âlimlerin ihtilâfı Yüce Allah’ın (cc) bu ümmete bir rahmetidir. Herkes kendisince doğru olana uymaktadır, herkes doğru yoldadır ve herkes Allah’ın (cc) rızasını aramaktadır."

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam