Sevbân'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“…Şüphesiz ümmetim içinde otuz yalancı çıkacak, her biri de kendinin peygamber olduğunu iddia edecektir. Oysa ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra hiçbir peygamber yoktur.”
عَنْ ثَوْبَانَ قَالَ:قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “… وَإِنَّهُ سَيَكُونُ فِى أُمَّتِى ثَلاَثُونَ كَذَّابُونَ كُلُّهُمْ يَزْعُمُ أَنَّهُ نَبِيٌّ وَأَنَا خَاتَمُ النَّبِيِّينَ لاَ نَبِيِّ بَعْدِى.”
(T2219 Tirmizî, Fiten, 43)
***
قَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ:فَسَأَلْتُ عَنْ قَوْلِ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّكَ أُرَى الَّذِى أُرِيتُ فِيهِ مَا أُرِيتُ”، فَأَخْبَرَنِى أَبُو هُرَيْرَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى
اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “بَيْنَا أَنَا نَائِمٌ رَأَيْتُ فِى يَدَيَّ سِوَارَيْنِ مِنْ ذَهَبٍ فَأَهَمَّنِى شَأْنُهُمَا، فَأُوحِيَ إِلَيَّ فِى الْمَنَامِ أَنِ انْفُخْهُمَا، فَنَفَخْتُهُمَا فَطَارَا، فَأَوَّلْتُهُمَا
كَذَّابَيْنِ يَخْرُجَانِ بَعْدِى، أَحَدُهُمَا الْعَنْسِيُّ، وَالآخَرُ مُسَيْلِمَةُ.”
İbn Abbâs anlatıyor: “Resûlullah'ın (sas) (Müseylime'ye) söylediği, "Sen kesinlikle rüyamda bana gösterilen kişisin. " sözü hakkında soru sordum. Bunun üzerine Ebû Hüreyre (ra) bana, Resûlullah'ın (sas) şöyle buyurduğunu nakletti:
"Uyurken rüyamda iki elimde iki altın bilezik gördüm. Bu iki bileziğin durumu beni kaygılandırdı. Sonra rüyamda bunlara üflemem işaret edildi, ben de üfledim ve hemen elimden uçup gittiler. Ben bu iki bileziği benden sonra ortaya çıkacak iki yalancı ile yorumladım: Bunlardan biri (Esved)el-Ansî, diğeri de Müseylime'dir." ”
(B4374 Buhârî, Meğâzî, 71)
***
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ:وَقَفَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَلَى مُسَيْلِمَةَ فِى أَصْحَابِهِ فَقَالَ: “لَوْ سَأَلْتَنِى هَذِهِ الْقِطْعَةَ مَا أَعْطَيْتُكَهَا، وَلَنْ تَعْدُوَ أَمْرَ اللَّهِ
فِيكَ، وَلَئِنْ أَدْبَرْتَ لَيَعْقِرَنَّكَ اللَّهُ.”
İbn Abbâs'ın (ra) naklettiğine göre, (Müseylimetü'l-kezzâb, Hz. Peygamber'i (sas) Medine'de beraberinde bir heyetle ziyaret ederek, “Şayet kendinden sonra beni halef tayin edersen dinini kabul edeceğim.” dediği zaman) Hz. Peygamber (sas), arkadaşlarının arasında bulunan Müseylime'nin tam karşısında durmuş ve (elindeki hurma dalını göstererek) şöyle buyurmuştur:
“Elimde bulunan şu dal parçasını istesen onu dahi sana vermem. Sen de Allah'ın (cc) senin hakkındaki hüküm ve takdirini geçemezsin. (Dine) sırtını dönecek olursan Allah (cc) seni muhakkak helâk eder.”
(B7461 Buhârî, Tevhîd, 29)
***
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) : أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “إِنَّ مَثَلِي وَمَثَلَ الْأَنْبِيَاءِ مِنْ قَبْلِي كَمَثَلِ رَجُلٍ بَنَى بَيْتًا فَأَحْسَنَهُ وَأَجْمَلَهُ إِلَّا
مَوْضِعَ لَبِنَةٍ مِنْ زَاوِيَةٍ فَجَعَلَ النَّاسُ يَطُوفُونَ بِهِ وَيَعْجَبُونَ لَهُ وَيَقُولُونَ: هَلَّا وُضِعَتْ هَذِهِ اللَّبِنَةُ؟ قَالَ: فَأَنَا اللَّبِنَةُ، وَأَنَا خَاتِمُ النَّبِيِّينَ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Benim ve benden önceki peygamberlerin durumu, bir ev inşa eden kimseye benzer. O kimse evi güzelce yapıp mükemmel hâle getirmiş fakat bir köşede sadece bir tuğla yeri boş kalmıştır. İnsanlar bu evi dolaşırlar, ona hayran olurlar ve şöyle derler: "Keşke şu tuğla da yerine konulmuş olsaydı."” Resûlullah (sas) sözlerine şöyle devam etmiştir: “İşte ben o tuğlayım. Ben peygamberlerin sonuncusuyum.”
(B3535 Buhârî, Menâkıb, 18)
***
Hicretin onuncu yılında Medine, Arap yarımadasının dört bir yanından gelerek İslâm’a giren kabileler ve heyetlerle dolup taştı. Yemen’den Bahreyn’e birçok bölgeden İslâm’a yeni girmiş kabileler, bağlılıklarını bildirmek üzere temsilcilerini Medine’ye gönderdiler. Hz. Peygamber’in (sas) Veda Haccı’na hazırlandığı bu günlerde, artık Arap yarımadasının hemen hemen her tarafında, Medine’ye bağlı birçok kabile bulunmaktaydı. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar yanında, Mecûsîlik ve Sâbiîlik gibi diğer bazı din mensupları da cizye vererek Müslümanların himayesine girmişti.
Hz. Peygamber’in (sas) Medine’de yaşaması, yapılan savaşlarda elde edilen ganimetler, zekât ve cizye gelirleri sayesinde Medine, artık dinî, siyasî ve askerî bakımdan bir güç merkezi hâline gelmişti. Yarımada’nın dört bir yanına Medine’den yöneticiler gönderiliyor; memurlar ve elçiler problemlerini çözmek için Medine’ye başvuruyorlardı. Arap yarımadasının büyük bir kısmının ekonomik ve siyasî bakımdan Hz. Peygamber’e (sas) bağlanmış olması, doğal olarak bazı kabile ileri gelenlerinin haset ve kıskançlığına yol açtı.
Veda Haccı’ndan yorgun dönen Hz. Peygamber (sas), Muharrem ve Safer aylarını sakin bir şekilde geçirdikten sonra ölümüne sebep olan hastalığa yakalandı. Hz. Peygamber’in (sas) hastalandığı haberi çok kısa sürede Arap Yarımadası’nın dört bir tarafına yayıldı. Hıristiyanlar ve Yahudiler, bu durumu fırsat bilerek İslâm’ı yeni kabul etmiş kabileleri dinden dönmeye teşvik ettiler. Bu durum, bazı kabile liderlerinin siyasî emellerini gün yüzüne çıkardı. Bu emellerini daha önce Medine’ye gönderdikleri zekât ve cizye gelirlerini göndermeyerek açıkça ortaya koydular. Bunu, hem kendilerini Medine’nin nüfuzundan kurtarabilmek hem de kendi şahsî veya kabile menfaatlerini koruyabilmek için yaptılar. Bu liderlerden bazıları, başarıya ulaşabilmenin tek yolunun, peygamberliğin nüfuzundan yararlanmaktan geçtiğinin farkındaydılar. Bunun için Hz. Peygamber’e (sas) duyulan ilgiden hareketle peygamberliğe özendiler ve kendilerinin peygamber olduğunu iddia etmeye kalkıştılar.
Esved el-Ansî ve Müseylimetü’l-kezzâb, Resûl-i Ekrem’in (sas) peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkacaklarına dair önceden bilgi verdiği kimselerdi. Nitekim İbn Abbâs (ra), Ebû Hüreyre’ye (ra), Resûlullah’ın (sas) Müseylime’ye söylediği, "Sen kesinlikle rüyamda bana gösterilen kişisin." sözünün mahiyetini sormuş, bunun üzerine Ebû Hüreyre (ra), Peygamber Efendimizden (sas) şu rivayeti nakletmiştir: "Uyurken rüyamda iki elimde iki altın bilezik gördüm. Bu iki bileziğin durumu beni kaygılandırdı. Sonra rüyamda bunlara üflemem işaret edildi, ben de üfledim ve hemen elimden uçup gittiler. Ben bu iki bileziği benden sonra ortaya çıkacak iki yalancı ile yorumladım: Bunlardan biri (Esved)el-Ansî, diğeri de Müseylime’dir."
İslâm tarihinde peygamberlik iddiasıyla ilk ortaya çıkan kişi Esved el-Ansî’dir. Asıl adı Abhele b. Kays olan Esved el-Ansî, ‘peçeli, sarıklı, eşek sahibi’ gibi anlamlara gelen ‘zülhimâr’ lakabıyla anılırdı. Câhiliye devri Araplarında yaygın olan kâhinliği de kullanan Esved, heybetli fiziği ve etkili konuşmasıyla insanları büyüleme yeteneğine sahipti. Kendine kurnaz bir şekilde ‘Yemen’in rahmânı’ adını veren Esved, Hz. Peygamber’in (sas) Medine’de hastalandığı haberi kendine ulaşır ulaşmaz, hicretin onuncu yılında Yemen’de peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Esved, önce kendi kabilesi ‘Ans’ ve ‘Mezhiç’in desteğini alarak Yemen’i hâkimiyeti altına almaya teşebbüs etti. Necrân bölgesinden topladığı kuvvetlerle San’â üzerine yürüyerek şehri teslim aldı. Ardından Sâsânî Devleti’nin Yemen valisi iken Müslüman olunca San’â’ya Hz. Peygamber (sas) tarafından vali tayin edilen Şehr b. Bâzân’ı şehit ederek hanımı Âzâd’ı kendisine nikâhladı. Esved, bir taraftan Yemen’deki idarecilerle mücadele ederken, diğer yandan bölgedeki kabileler arası iç çekişmeleri ve Araplarla İranlı askerlerin Yemenli kadınlarla evlenmesi neticesinde ortaya çıkan ve ‘Ebnâ’ diye nitelenen halkın nüfuz çatışmasını ustaca kullandı. Esved, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktıktan kısa bir zaman sonra Yemen’e hâkim oldu. Hz. Peygamber (sas), Cerîr b. Abdullah’ı (ra) İslâm’ı kabul etmeye çağırması için Esved’e göndermişse de o, bu çağrıyı kabul etmedi. Esved’in Yemen’i hâkimiyeti altına almasıyla birlikte, Müslüman idarecilerin bir kısmı Medine’ye çekilirken, bir kısmı da onun hâkimiyeti dışında kalan yerlere dağıldılar. Hz. Peygamber (sas), bölgede kalan valilerine ve eşrafa, her ne şekilde olursa olsun, Esved’in ortadan kaldırılmasını emreden mektuplar gönderdi. Valiler, yerli halkı Esved’e karşı işbirliğine çağırdı. Nihayet Esved, zorla nikâhladığı karısı Âzâd’ın da yardımıyla, bölgenin ileri gelenlerinin düzenlediği bir suikast sonucu öldürüldü. Esved’i öldüren, eşinin amcaoğlu Feyrûz ed-Deylemî’dir.
İslâm tarihinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ikinci kişi, Esed kabilesinden Tuleyha b. Huveylid’dir. Asıl adı Talha olan bu kişinin de aralarında bulunduğu bir heyet, hicretin dokuzuncu yılında Medine’ye gelerek, "Ey Allah’ın Elçisi! Biz Esedoğulları’nın temsilcileriyiz. Allah’ın (cc) bir olduğuna ve senin O’nun Resûlü olduğuna tanıklık etmek üzere sana geldik." diyerek İslâm’a girer. Ancak Hz. Peygamber’in (sas) Veda Haccı’ndan sonra uzun süren hastalığı, Tuleyha’yı, iman kalbine iyice yerleşmediği için bu durumu değerlendirme fırsatçılığına sevk eder. Esved el-Ansî gibi o da kâhinliğini kullanarak peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkar. Birçok Yahudi kendisine yardımcı olur, kısa zamanda taraftarı çoğalır ve Semîra adı verilen yerde karargâhını kurar. Ardından yeğeni Habbâl’i bir anlaşma yapmak üzere Hz. Peygamber’e (sas) gönderme cesaretini bile gösterir. Habbâl, Hz. Peygamber’e (sas) gelerek amcası Tuleyha’ya Zünnûn adlı bir meleğin vahiy getirdiğini iddia eder. Habbâl memleketine dönünce Hz. Peygamber (sas), hemen Dırâr b. Ezver’i Esed kabilesine vali tayin eder ve dinden dönen herkese karşı gerekli tedbirleri almasını ister. Dırâr’ın çabalarıyla Tuleyha zayıf duruma düşmüş olsa da o günlerde Resûl-i Ekrem’in (sas) vefat haberinin duyulmuş olması, Tuleyha’nın işine yarar.
Bu aşamadan sonra Tuleyha, Hz. Peygamber’in (sas) bıraktığı boşluğu doldurmaya heveslenerek kendisine vahiy geldiğini iddia eder ve bazı kafiyeli sözler uydurarak bunları vahiy meleğinin getirdiğinden söz etmeye başlar. İnsanlara namazda secde etmeyi bırakmalarını da emreder. Ardından daha önce Müslüman olan Uyeyne b. Hısn, Tuleyha taraftarlarının arttığını görünce, Gatafânlıların başına geçerek Tuleyha’ya yardım edeceğini ilân eder. Sahte peygamber Tuleyha’nın taraftarlarının artmasından da güç kazanan bazı Arap kabileleri, Hz. Peygamber’in (sas) vefatının ardından, Medine’ye heyetler göndererek Hz. Ebû Bekir’e (ra) namaz emrini yerine getireceklerini fakat zekât vermeyeceklerini bildirirler.
Sahte peygamberlerle (sas) savaşma konusunda sahâbe arasında herhangi bir görüş ayrılığı bulunmazken zekât vermek istemeyenlerle mücadele konusunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Hz. Ömer (ra), "Lâ ilâhe illâllâh" diyenlerle savaşmanın doğru olup olmayacağını sorgularken, sahâbenin bir kısmı da o yıl zekât toplanmamasını teklif eder. Hangi sebeple olursa olsun isyan edenlerle mücadelede kararlı olan Hz. Ebû Bekir (ra), namazla zekâtı birbirinden ayırt etmenin doğru olmayacağını ve zekât vermekten kaçınanlarla savaşacağını hadis kaynaklarımıza giren şu meşhur sözüyle ifade eder: "Allah’a (cc) yemin ederim ki namazla zekâtı birbirinden ayıranlarla kesin olarak savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Allah’a (cc) yemin ederim ki Allah’ın Resûlü’ne (sas) vermiş oldukları (devenin ayaklarını bağladıkları) ipi dahi bana vermezlerse bundan dolayı onlarla savaşacağım." Hz. Ebû Bekir’in (ra) bu sözü, öncelikle onun Peygamber Efendimizden (sas) sonra kendi egemenliğinin tanınmasını istediği anlamına gelmektedir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in (ra) bu tavrı, hem dinden dönme hareketlerinin önlenmesi açısından hem de sahte peygamberlerin taraftarlarının artmasından hareketle yeni Müslüman olmuş bazı Arap kabilelerin isyana kalkışmasının önüne geçilmesi bakımından önem arz etmektedir.
Çevredeki birçok ayrılıkçı unsuru, menfaat peşinde koşan kabileleri harekete geçiren Tuleyha isyanı, artık Medine’yi tehdit etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), Tuleyha üzerine gönderilen birliğin başına Hâlid b. Velîd’i (ra) tayin etti. Tuleyha ile Hâlid b. Velîd (ra) arasında çetin bir savaş oldu. Sonuçta Tuleyha’nın en güvendiği komutanı Uyeyne b. Hısn, en zor anında yedi yüz atlısı ile birlikte kendisini yalnız bırakarak savaştan çekildi. Tuleyha da kaçmak zorunda kaldı. Kaynakların verdiği bilgilere göre Tuleyha, daha sonra Hz. Ömer’e (ra) biat etti. Kâdisiye ve Nihâvend savaşlarında İslâm ordusu içinde yer aldı.
Kaynaklarda verilen bilgiye göre İslâm tarihinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan bir diğer kişi de Temîm kabilesinden Secâh bnt. Hâris isimli bir kadındı. O da diğerleri gibi kâhindi. Tağlib kabilesine mensup olan bu kadın, aslında kendi kabilesi içinde Hıristiyan olarak büyümüştü. Hicretin dokuzuncu yılında Temîm kabilesinden bir grup, Hz. Peygamber’e (sas) gelerek Müslüman olmuştu. Fakat Resûlullah’ın (sas) ölüm haberi kendilerine ulaşınca, kabilenin bir kısmı İslâm’a bağlı kalsa da diğer bir kısmı dinden döndü. Tam bu ortamda Secâh, peygamberliğini ilân ederek Hz. Ebû Bekir’e (ra) savaş açtı.
Secâh, Hz. Ebû Bekir’e (ra) savaş açmadan önce çevresindeki verimli toprakları ele geçirmek istedi ve bu amaçla Yemâme’ye yöneldi. Bu arada Yemâme reisi Müseylime’nin de peygamberliğini ilân ettiğini duymuştu. Müslümanlardan önce onu ortadan kaldırmayı ve Yemâme’ye hâkim olmayı amaçladı ve askerlerine orayı yakıp yıkmalarını emretti. Bu durumdan anında haberi olan Müseylime ise Secâh’ı barış yoluyla Yemâme’den uzaklaştırmanın yollarını aradı. Daha önce de Peygamber Efendimize (sas) teklif ettiği gibi hem peygamberlik makamını hem de Yemâme topraklarını paylaşma önerisinde bulunarak, "Bu toprakların yarısı bizimdir. Eğer âdil davransaydı diğer yarısı da Kureyş kabilesinin (Hz. Peygamber’in (sas)) olacaktı. Allah (cc), Kureyş’in kabul etmediği bu diğer yarıyı sana verdi." dedi.
Müseylime, siyasî bir yöntem izleyerek Secâh’a kendisiyle evlenmesini de teklif etti. Secâh, bu teklifi kabul etti ve orada üç gün kaldıktan sonra memleketine döndü. Yine kaynakların verdiği bilgiye göre, Secâh daha sonra peygamberlik davasından vazgeçmiş, samimi bir Müslüman olmuş, vefat ettiğinde cenaze namazını sahâbeden Basra valisi olan Semüre b. Cündeb kıldırmıştır.
Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan sahte peygamberlerden bir diğeri de Müseylimetü’l-kezzâb’dır. Hicaz bölgesinin doğusunda yer alan Yemâme’nin verimli toprakları Hanîfe kabilesinin elindeydi ve hicretin sekizinci yılından itibaren bu kabilenin reisliği ‘Yemâme rahmânı’ adıyla bilinen Müseylime’nin eline geçmişti.
Müseylime, aynı kabileden Sümâme b. Üsâl ile rekabet hâlindeydi. Bu zât, Mekke’nin fethinden önce Müslüman olmuştu. Hanîfe kabilesinden Müslüman olanlar da onun etrafında toplanmaya başladığı için günden güne gücü artıyordu. Bu durumu kendisi açısından tehlikeli gören Müseylime, liderliğini koruyabilmek için Resûl-i Ekrem (sas) ile görüşmek üzere Medine’ye gitti. İbn Abbâs’ın (ra) anlattığına göre, Müseylimetü’l-kezzâb, Hz. Peygamber’i (sas) Medine’de beraberinde bir heyetle ziyaret ederek, "Şayet kendinden sonra beni halef tayin edersen dinini kabul edeceğim." dediği zaman Hz. Peygamber (sas), arkadaşlarının arasında bulunan Müseylime’nin tam karşısında durmuş ve elindeki hurma dalını göstererek, "Elimde bulunan şu dal parçasını istesen onu dahi sana vermem. Sen de Allah’ın (cc) senin hakkındaki hüküm ve takdirini geçemezsin. (Dine) sırtını dönecek olursan Allah (cc) seni muhakkak helâk eder." buyurmuştu.
Bazı kaynakların verdiği bilgiye göre, Hanîfe kabilesi mensupları Hz. Peygamber’in (sas) huzurundayken Müseylime, kabileye ait at ve develerin başında kaldı. Bazı kaynaklara göre ise Müseylime hicretin onuncu yılında Hz. Peygamber’e (sas), içinde, "Ben peygamberlik konusunda sana ortaklık teklif ediyorum. Bu toprakların yarısı bize, diğer yarısı Kureyş’e ait olsun." bilgisi bulunan bir mektup gönderdi. Hz. Peygamber’in (sas) bu mektuba cevabı, "...Yalan ve Allah’a (cc) iftira dolu mektubun bana ulaştı. Yeryüzü Allah’ındır. O, kullarından dilediğini ona vâris kılar. Akıbet Allah’tan (cc) korkanlarındır. Selâm doğru yolu bulanlara olsun." şeklinde oldu.
Medine’ye yaptığı ziyaret ve mektuplaşmadan istediği sonucu elde edemeyen Müseylime, peygamberliğini ilân etti. O, bir kısım kafiyeli sözler söyleyerek bu sözlerin kendisine vahyedilen âyetler olduğunu iddia ediyordu.
Namazı gerekli görmüyor, zina ve içkiyi helâl kabul ediyordu. Bununla beraber Peygamber Efendimizin (sas) peygamber olduğuna da şahitlik ettiğini söylüyordu. Resûl-i Ekrem’in (sas) vefatından sonra halife seçilen Hz. Ebû Bekir (ra), Müseylime fitnesini bastırmak için birlikler gönderdi. Fakat bu birlikler, Müseylime güçleri karşısında yenildiler. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), Hâlid b. Velîd (ra) komutasında yeni bir ordu gönderdi. İki ordu Akrabâ’ adı verilen yerde karşı karşıya geldi. Çok kalabalık olan Müseylime ordusu, muhacir ve ensardan oluşan İslâm ordusu karşısında çok güçlü bir direniş gösterdi. Hatta Hâlid b. Velîd’in eşi Ümmü Temîm ölüm tehlikesi atlattı. Kanlı çarpışmalardan sonra Müseylime’nin Vahşî b. Harb’in mızrağı veya ensardan bir kişinin kılıç darbesi ile öldürüldüğü zikredilir. Vahşî’nin, "Müseylime’yi hangimizin öldürdüğünü Rabbin bilir. Eğer onu ben öldürmüşsem insanların en hayırlısını (Hz. Hamza’yı) ve en şerlisini ben öldürmüş oldum." sözü, onun, Müseylime’yi kendisinin öldürdüğünden emin olmadığını gösterir. Yemâme Savaşı’nda Müslümanların altı yüz kadar şehit, Müseylime ordusunun ise on bine yakın kayıp verdiği nakledilmektedir.
Bütün sahte peygamberlerin nübüvvet iddiaları gibi başarıları da sahte ve geçici idi. Çünkü bu kişilerin etkinliği, İslâm’ın henüz gönüllere iyice yerleşmediği yerlerde, ortam ve şartları istismar ederek ‘kabile rekabeti, maddî menfaat, kâhinlik’ gibi son derece etkili silahları ustaca kullanma kurnazlığından başka bir şey değildi. Özellikle kabile rekabeti, Araplarda bazen dinî inançlardan da üstün yer tutabiliyordu. Kureyş’ten çıkan bir peygambere tâbi olmaktansa, kendi kabileleri arasından çıkıp peygamberlik iddia eden birinin göstereceği yolda yürümeyi daha uygun görüyorlardı. Hâlid b. Velîd, Yemâme Savaşı’nda esir düşen bazı kişilere niçin Müseylime’ye tâbi olduklarını sorduğunda onların, "Sizden bir peygamber vardı, bizden de bir peygamber olsun diye düşündük." şeklindeki cevabı, bu hususta yeterli fikir vermektedir. Talha en-Nemrî’nin, Müseylimetü’l-kezzâb’a bir kısım sorular sorup onun gerçek bir peygamber olmadığını anladıktan sonra söylediği, "Senin bir yalancı olduğuna şehâdet ederim; Muhammed ise doğruyu söylüyor. Fakat bizim için Rebîaoğulları’ndan bir yalancı, Mudar’ın doğruyu söyleyen peygamberinden daha sevimlidir." sözü, onların kabile rekabet ve taassubunun derecesini göstermesi bakımından iyi bir örnektir.
Tuleyha, kendi kuvvetlerinin Hâlid b. Velîd komutasındaki ordu karşısında zor duruma düştüğünü görüp, feryat ederek, "Yazık size, sizi mağlup eden güç nedir?" diye sorunca adamlarından birinin cevabı şöyle olmuştur: "Bizden komutanından önce ölmeyi isteyen hiç kimse yok. Oysa şu anda biz, hepsi komutanından önce ölmeye can atan bir toplulukla savaşıyoruz." Sahte peygamberlerin ne uğruna mücadele verdiklerini gösteren bu cevap, onların hem bireysel güç ve otoritelerini güçlendirmek hem de kabile asabiyetini tatmin etmek için çabaladıklarını göstermektedir. Sahte peygamberlerin peygamberlik iddialarının insanlığa bıraktığı miras, sadece ölüm, zulüm ve gözyaşı oldu. Kendileri de bu kötü akıbetten kurtulamadılar. Allah, onları uydurdukları şeylerle baş başa bıraktı. Kur’an bu durumu ne güzel ifade eder: "Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, "Bana vahyolundu." ya da "Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim." diyenden daha zalim kimse var mıdır?"
Aslında sahte peygamberlerden hiçbiri, Allah’ı (cc), Resûl-i Ekrem’i (sas) ve İslâm’ı tanımadığını söylemedi. Tam aksine, her biri onun eşsiz gücünü kendi menfaati için kullanmayı amaçladı. Bir anlamda her biri, şeytanın iğvasıyla İslâm’ın hükümlerinde bir tür eksiltme ve artırma çabası sergiledi. Peygamber Efendimizin (sas) hayatta olduğu dönemde başlayan sahte peygamberlik iddiaları günümüze kadar uzanan süreçte ve gelecekte de her zaman görülebilir. Bu bağlamda Resûlullah’ın (sas) hizmetkârı ve Suffe Ashâbı’ndan olan Sevbân’ın bildirdiğine göre, Hz. Peygamber (sas), "Şüphesiz ümmetim içinde otuz yalancı çıkacak, her biri de kendinin peygamber olduğunu iddia edecektir." buyurmuştur. Resûl-i Ekrem (sas), bu ifadesiyle, söz konusu iddia sahiplerinin çoğalacağına işaret etmektedir. Bu hadisin sonunda, "Oysa ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra hiçbir peygamber yoktur." şeklinde yer alan nebevî uyarı son derece önemlidir. Bu uyarı, günümüzde ve gelecekte bu anlamda ortaya çıkan veya çıkabilecek olan bütün iddiaları boşa çıkarmakta ve bu tür çıkışların her zaman başarısızlığa mahkûm olacağını bildirmektedir. Nitekim Kur’an, Hz. Peygamber’in (sas) peygamberlerin sonuncusu olduğunu, dinin tamamlandığını, insanlık için din olarak sadece İslâm’ın kabul edileceğini, İslâm’dan başka din arayanların âhirette hüsrana uğrayacaklarını ve isteklerinin asla dikkate alınmayacağını, Kur’an’ın tahrife uğramaktan korunacağını ve Hz. Peygamber’in (sas) bütün âlemlere peygamber olarak gönderildiğini bildirmek suretiyle, bu konuda son sözü söylemiştir.
Kendisinin son peygamber olduğunu mütevazı bir şekilde dile getiren Hz. Peygamber’in (sas) şu benzetmesi hakikati en güzel şekilde özetlemektedir:
"Benim ve benden önceki peygamberlerin durumu, bir ev inşa eden kimseye benzer. O kimse evi güzelce yapıp mükemmel hâle getirmiş fakat bir köşede sadece bir tuğla yeri boş kalmıştır. İnsanlar bu evi dolaşırlar, ona hayran olurlar ve şöyle derler: "Keşke şu tuğla da yerine konulmuş olsaydı."" Resûlullah (sas) sözlerine şöyle devam etmiştir: "İşte ben o tuğlayım. Ben peygamberlerin sonuncusuyum."