عن عَائِشَةَ زَوْجِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) ؛ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “يَا عَائِشَةُ! إِنَّ اللَّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ، وَيُعْطِى عَلَى الرِّفْقِ مَا لاَ يُعْطِى عَلَى الْعُنْفِ، وَمَا لاَ يُعْطِى عَلَى مَا سِوَاهُ.”

Hz. Peygamber'in (sas) eşi Hz. Âişe'den (ra) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:

“Ey Âişe! Allah (cc), rıfk (nezaket ve yumuşaklık) sahibidir ve rıfktan hoşlanır. Sertlik, kabalık ve nezaket dışı diğer davranışlara vermediği ecri rıfk sayesinde verir.”

(M6601 Müslim, Birr, 77)

***

عَنْ أَبِى صِرْمَةَ صَاحِبِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) أَنَّهُ قَالَ: “مَنْ ضَارَّ أَضَرَّ اللَّهُ بِهِ، وَمَنْ شَاقَّ شَاقَّ اللَّهُ عَلَيْهِ.”

Hz. Peygamber'in (sas) sahâbîsi Ebû Sırma'dan (ra) rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Kim zarar verirse Allah (cc) da ona zarar verir. Kim (insanlara) güçlük çıkarırsa, Allah (cc) da ona güçlük çıkarır.”

(D3635 Ebû Dâvûd, Kadâ' (Akdiye), 31)

***

عَنْ هِشَامِ بْنِ حَكِيمِ بْنِ حِزَامٍ قَالَ: مَرَّ بِالشَّامِ عَلَى أُنَاسٍ، وَقَدْ أُقِيمُوا فِى الشَّمْسِ، وَصُبَّ عَلَى رُءُوسِهِمُ الزَّيْتُ، فَقَالَ مَا هَذَا؟ قِيلَ: يُعَذَّبُونَ فِى الْخَرَاجِ، فَقَالَ: أَمَا إِنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) يَقُولُ: “إِنَّ اللَّهَ يُعَذِّبُ الَّذِينَ يُعَذِّبُونَ النَّاسَ فِى الدُّنْيَا.”

Hişâm b. Hakîm b. Hizâm'dan (ra) rivayet edildiğine göre o, Şam bölgesinde bazı insanlara rastladı. Onların güneşe karşı dikilmiş ve başlarına zeytinyağı dökülmüş olduğunu görünce, “Bu nedir?” diye sordu. Kendisine, “Vergi (vermedikleri) için cezalandırılıyorlar.” denildi. Bunun üzerine dedi ki, “Haberiniz olsun! Ben Allah Resûlü'nü (sas) şöyle derken işittim: "Bu dünyada insanlara işkence edenlere şüphesiz Allah (cc) da azap edecektir." ”

(M6657 Müslim, Birr, 117)

***

عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ: مَا ضَرَبَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) شَيْئًا قَطُّ بِيَدِهِ، وَلاَ امْرَأَةً، وَلاَ خَادِمًا، إِلاَّ أَنْ يُجَاهِدَ فِى سَبِيلِ اللَّهِ...

Hz. Âişe (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah (sas), Allah (cc) yolunda cihad hâriç eliyle hiç kimseye vurmadı. Ne bir kadına, ne de bir hizmetçiye!..”

(M6050 Müslim, Fedâil, 79)

***

عَنْ أَنَسٍ قَالَ: مَرَّ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) بِشَيْخٍ يُهَادَى بَيْنَ اثْنَيْنِ فَقَالَ: “مَا بَالُ هَذَا؟” فَقَالُوا: نَذَرَ أَنْ يَمْشِيَ قَالَ: “إِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنْ تَعْذِيبِ هَذَا نَفْسَهُ، مُرْهُ فَلْيَرْكَبْ.”

Enes (b. Mâlik) (ra) tarafından rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sas) kolları iki adamın omuzunda olduğu hâlde zorla yürüyen bir adama rastladı ve “Bu adama ne oldu?” diye sordu. “(Kâbe'ye) yürüyerek gitmeyi adadı.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sas) şöyle buyurdu: “Bu adamın kendine eziyet etmesine Allah'ın (cc) ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin de bineğine binsin!”

(N3884 Nesâî, Eymân, 42)

***

Ensardan Ebû Mes’ûd el-Bedrî, bir gün kölesini elindeki kırbacıyla hiddetle dövüyordu. O sırada arkasından birisi, "Bilmiş ol ey Ebû Mes’ûd!" diye kendisine seslendi. Ebû Mes’ûd o kadar öfkeliydi ki sesin kime ait olduğunun farkına bile varmadı ve kölesine vurmaya devam etti. Fakat arkasındaki kişi kendisine doğru yaklaşıyor, bir yandan da, "Bilmiş ol ey Ebû Mes’ûd!" diyerek uyarmaya devam ediyordu. Ebû Mes’ûd arkasına dönüp baktığında kendisine seslenenin Allah Resûlü (sas) olduğunu fark etti. Elindeki kırbacı hemen bırakıverdi. Bunun üzerine Resûlullah (sas), "Bilmiş ol ey Ebû Mes’ûd! Allah’ın (cc) senin üzerindeki gücü, senin kölenin üzerindeki gücünden daha fazladır." buyurdu. Ebû Mes’ûd, bu durum karşısında kendini mahcup hissetti. Bundan böyle hiçbir köleyi dövmeyeceğine dair söz verdi ve "Ey Allah’ın Resûlü! Allah (cc) rızası için bu köle artık hürdür." dedi.

Merhamet ve Hoşgörü Peygamberinin (sas) getirdiği din ile şereflenme imkânına kavuşan kimselerden biri olmasına rağmen Ebû Mes’ûd’un kölesine yaptığı bu muamele yani şiddet, aslında insanlığın başlangıcından itibaren var olan bir olgudur. Nitekim bunun ilk ve en çarpıcı örneğini, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Âdem’in (as) oğulları Hâbil ve Kâbil’le ilgili zikredilen hikâye teşkil etmektedir. Kur’an, geçmiş peygamberler ve milletlerle ilgili başka şiddet örneklerine de temas etmektedir. Hz. İbrâhim’in (as) ateşe atılarak yakılmak istenmesi, İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarının Firavun tarafından öldürülüp kız çocuklarının sağ bırakılması ve Ashâbü’l-Uhdûd diye tabir edilen kimselerin, inanan insanları dinlerinden vazgeçmeleri için ateş dolu hendekler içerisinde diri diri yakmalarına dair anlatılanların her biri, insanoğlunun şiddeti hangi boyutlara kadar vardırabileceğini ibretle gözler önüne sermektedir. Bütün bunlar, Allah Teâlâ (cc) yeryüzünün halifesi olarak insanı yaratacağını bildirdiği zaman meleklerinin, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?"  diye endişelenmelerini âdeta haklı çıkaran olaylardır.

Kelime anlamı itibariyle şiddet, ‘sertlik, katılık, kuvvet’ anlamlarına gelir. Terim olarak ise kısaca herhangi bir kişiye, zor ve baskı uygulayarak kaba ve sert davranış sergileyerek veya beden gücünü kötüye kullanarak yıkıcı ve aşırı davranışlarda bulunmak diye tarif edilebilir. Buna göre gerek vurma ve dövme gibi fizikî/bedensel; gerek hakaret etmek, küçümsemek, tehdit etmek, kişinin onurunu kırmak, sükûnetini bozmak ve huzurunu kaçırmak gibi psikolojik/duygusal; gerek tecavüz ve ırza geçmek gibi cinsel; gerekse temel ihtiyaçlarının karşılanmasına engel olmak gibi kişiyi ekonomik olarak olumsuz etkileyen ve zarar görmesine sebep olan eylemlerin bütünü şiddet kavramının içerisinde yer alır. İnsanın kendini korumak ve varlığını sürdürmeye çalışmak amacıyla yaratılışından getirdiği tabiî bir özellik olan şiddet; kin, öfke, kıskançlık, hırs gibi duyguların etkisiyle veya otorite kurma, saygınlık elde etme ve ekonomik kaygı gibi gerekçelerle olumsuz yönde kullanılabilmektedir. Hâlbuki en güzel bir biçimde yaratılan ve yaratılmışların en şereflisi kılınan insanoğlu, her türlü saygı ve hürmeti hak etmektedir. Rahmet yönü, gazabının önüne geçmiş olan Yüce Allah (cc), şefkat ve merhametinin bir göstergesi olarak kullarına gönderdiği Sevgili Elçisinden (sas), insanlara karşı güzel muamelede bulunmasını istemiştir. Zira O, insanın doğasında var olan ve daha ilk insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde kendini gösteren şiddetin hayata hâkim olmasını murad etmemiştir. Hz. Peygamber (sas) de insanlara iyi davranmak suretiyle gönülleri fethetmiş ve onların kardeşçe, huzur içerisinde yaşadıkları bir toplum oluşturmuştur. Toplumu bir arada tutan şeyin bu davranış biçimi olduğu Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça şöyle ifade edilmiştir: "Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi..."

Sosyal bir problem olarak şiddet, fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik olmak üzere farklı boyutlarıyla bütün toplumlarda görülen bir olgudur. İstenilen amaca ulaşmak için insanlara işkence ve baskı yaparak, onların özgürlüklerini sınırlamak suretiyle uygulanan bu haksız eylem, kime, neye karşı ve hangi şekilde yapılırsa yapılsın İslâm’ın kabul etmediği bir davranış biçimidir. Nitekim İslâmiyet’in ilk yıllarında Allah Resûlü (sas) ve ona iman eden insanlar, inançlarından vazgeçmeleri için Mekkeli müşrikler tarafından her türlü eziyet ve işkenceye maruz bırakılmışlardı. Elbette, daha çok, zayıf, kimsesiz ve fakir aileler, köle ve cariyeler işkence görmekte ve ezilmekteydi. Bu gariban Müslümanlar, demir zırhlar giydirilerek kızgın kumlara yatırıldılar. Bu yüzden müşrikler (Bilâl’den istediklerini koparamayınca) onu tutup çoluk çocuklara (ayak takımına) teslim ettiler. Bu (serseri) takım onu Mekke sokaklarında ve çevresindeki dağ yollarında süründürdüler. Yâsir ailesine türlü türlü eziyetler yapıldı. Bu aileyi kızgın kumlara yatırıp, günlerce aç susuz bıraktılar. Bedenlerini korlarla dağlayıp, sopalarla dövdüler. Hz. Peygamber (sas) bir defasında onlara işkence yapılırken gördü ve "İmrân Ailesi’ne ve Yâsir Ailesi’ne müjdeler olsun! Sizin kavuşacağınız yer cennettir."  buyurdu. Sümeyye, Ebû Cehil tarafından hunharca katledildi. Kocası Yâsir aynı şekilde işkencelerle can verdi. Oğulları Ammâr b. Yâsir (ra) ise işkence altında bitkin düşmüşken müşriklerin zor kullanması sonucu onların taptığı ilâhlar hakkında olumlu sözler söyleyerek kurtulabildi. Daha sonra Peygamber Efendimize (sas) durumu anlatınca o, "Tekrar ederlerse sen yine böyle söyle!" diyerek Ammâr’ı teskin etti. Nitekim Resûl-i Ekrem (sas), "Ammâr iliklerine kadar iman ile doludur." diyerek onu övmüştü.

Habbâb b. Eret’in ticarî hayatına yönelik saldırılar yapıldı. Müşrikler ona olan borçlarını ödemediler. Hatta alacağını istemek için gelen Habbâb’a, Âs b. Vâil, tekrar dirilip mal sahibi olunca borcunu ödeyeceğini ifade ederek onu ve İslâm’ı alaya aldı. Müslümanları zorluklarla dolu boykot yıllarını yaşamaya maruz bıraktılar. Toplumdan tecrit ettiler. Ayrımcılık yaptılar. Aç ve susuz bıraktılar. Diğer insanlarla görüşmelerine, ilişki kurmalarına, evlenmelerine engel oldular. Alışveriş yapmalarına izin vermediler. Hicrete ve göçe mecbur bıraktılar. Tehdit ettiler. Hakaret ettiler. Acımasızca katlettiler. Fakat on üç yıllık Mekke döneminde, her türlü zulüm ve işkence altında inleyen Müslümanlara Hz. Peygamber (sas), şiddete şiddetle karşılık vermelerini değil, şiddete büyük bir sabır ve metanet göstermelerini tavsiye etti. Mekke’de inen âyetler, hep sabra vurgu yapmaktaydı. Bu nedenledir ki Son Nebî (sas) zalimlere uymadı, hakaretleri duymadı. Mazlumların âhını işittikçe onları teselli ve teskin etti. Onları tahrik etmek yerine yatıştırdı. Onları zayi etmek yerine güzelce yetiştirdi. Önceki kavimlerden iman edenlerin bedenlerinin testere ile ikiye bölünmesi, demir taraklarla etlerinin kemiklerine kadar taranarak sıyrılmasının dinlerinden döndürmediğini ifade etti. Hatta o, San’a’dan kalkan birinin Hadramevt’e kadar hiçbir şeyden endişe etmeksizin ve korkmaksızın gidebileceği bir şekilde dinin yayılıp kemale ereceğini bildirerek, Müslümanlara ümit bahşetti. Böylece onlara aceleci olmamaları gerektiğini bildirdi. Yine Hz. Peygamber’den (sas) müşriklere beddua etmesi istendiğinde, "Ben lânetçi olarak gönderilmedim."  buyurdu. Hz. Peygamber (sas), hicretin ardından Medine’de, hem dinî hem de siyasî bakımdan lider konumuna geldiğinde, bu sefer otoritesini insanlara karşı şiddetle muamele etmek üzerine değil inancına ve kabilesine bakmaksızın bir arada barış, huzur ve kardeşlik ortamında yaşayabilme üzerine kurdu.

En azılı düşmanlarına karşı dahi şiddete başvurmayan Rahmet Peygamberi (sas), Müslümanların da hiçbir şekilde şiddete başvurmalarına müsaade etmedi. Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra), Allah Resûlü’nün (sas) eşleri olan kızlarına karşı, onu üzdükleri düşüncesiyle zaman zaman takındıkları sert tutuma engel olan Allah Resûlü (sas), kendisinden birtakım dünya malları talep eden ve bir süreliğine krize neden olan eşlerine kendisinin zorba ve zorluk çıkarıcı değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderildiğini belirtmişti. Yine huzuruna gelen Yahudi heyetinin Hz. Peygamber’e (sas), "Ölüm üzerinize olsun!" demelerine, Hz. Âişe (ra), "Ölüm ve Allah’ın lâneti sizin üzerinize olsun!" diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sas), Hz. Âişe’den (ra) sakin olmasını isteyerek, "Yüce Allah (cc) her işte rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever."  buyurdu. Bu rivayetler, Müslüman’ın bütün hâl ve hareketlerinde kibar ve nazik olması gerektiğini hatırlatmaktadır. Zira asıl olan, her şeyde yumuşak huylulukla hareket etmektir. Bu konuda Hz. Âişe (ra) annemiz, Resûlullah’ın (sas) kendisine şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Ey Âişe! Şüphesiz Allah (cc) Refîktir, rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever. Yumuşaklıkla yapılan işlere, sertliğe ve diğer şeylere vermediği ecri verir." Yine bu bağlamda Hz. Peygamber (sas), "Kim zarar verirse Allah (cc) da ona zarar verir. Kim (insanlara) güçlük çıkarırsa Allah (cc) da ona güçlük çıkarır." buyurmuştur.

Emir bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker yapmakla ün kazanmış olan sahâbî Hişâm b. Hakîm b. Hizâm (ra), Hz. Ömer’in (ra) halifeliği döneminde Şam bölgesinde bazı çiftçilerin başlarına zeytinyağı dökülmüş bir şekilde güneşte tutulduklarını görmüştü. Hişâm bu insanlara uygulanan şiddetin sebebini sorunca onların, vergilerini ödemedikleri için böyle bir cezaya tâbi tutuldukları cevabını aldı. Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Haberiniz olsun! Ben Allah Resûlü’nü şöyle derken işittim: ’Bu dünyada insanlara işkence edenlere şüphesiz Allah da azap edecektir.’ ’ Bu olayın ardından Hişâm, dönemin Filistin valisi Umeyr b. Sa’d’a gidip gördüklerini anlattı. Valinin emriyle çiftçiler derhâl serbest bırakıldılar.

Şiddet, genellikle hak ve adaletten uzaklaşmış idareciler tarafından bir yöntem olarak kullanılageldiği için Hz. Ömer de bu hususta valilerini uyarma ihtiyacı hissetmişti. O, şiddet ve baskının Müslüman idarecilerin tavrı olamayacağını belirttiği bir konuşmasında insanlara şöyle seslenmişti: "...Allah’a (cc) yemin ederim ki memurlarımı (valilerimi) sizi dövsünler, mallarınızı haksız yere alsınlar diye göndermiyorum. Bilakis size dininizi ve dininizi nasıl yaşayacağınızı öğretsinler diye gönderiyorum. Bunlardan farklı bir muameleye tâbi tutulanınız olursa derhâl bana bildirsin. Canım elinde bulunan Allah’a (cc) yemin ederim ki, böyle bir şey yapan memuruma kısas uygulayacağım (yaptığının aynısıyla cezalandıracağım)." Bunun üzerine Amr b. Âs (ra) atılarak, "Ey müminlerin emîri! Müslüman bir yönetici, sorumluluğu altındaki insanlardan bazılarını yola getirmek için döverse onu da cezalandıracak mısın?" diye sordu. Hz. Ömer (ra), "Evet! Ömer’in canını elinde bulunduran Allah’a (cc) yemin ederim ki onu da cezalandıracağım. Zira ben Resûlullah’ın (sas) kendine bile kısas uyguladığını gördüm." dedi ve sözüne şöyle devam etti: "Sakın Müslümanları dövüp zillete düşürmeyin! Onları (askerlerinizi) kışlalarda uzun süre tutarak fitneye düşmelerine de sebebiyet vermeyin! Onların haklarını engelleyerek küfre düşmelerine de sebep olmayın..."

Hz. Ömer’in (ra) sözlerinden de anlaşılacağı üzere insana hizmet etmek için var olan idarecilerin halkı terbiye etmek ve kendilerine itaatkâr hâle getirmek için şiddet içeren uygulamalarda bulunması Hz. Peygamber’in (sas) getirdiği dinin ruhuyla bağdaşmamaktadır.

Toplumda huzuru sağlamak ve insanları barış içerisinde bir arada yaşatmak İslâm’ın temel hedefidir. Bunun sağlanabilmesi için bütün insanlara eşit davranmak, temel hak ve özgürlüklere saygı göstermek gerekmektedir. Allah Resûlü (sas), insanlara şiddet uygulamak bir yana, inanç, renk, ırk, makam, cinsiyet ve yaş ayırt etmeden herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmıştı. Nitekim sevgili eşi Hz. Âişe (ra), "Resûlullah (sas), Allah (cc) yolunda cihad hâriç eliyle hiç kimseye vurmadı. Ne bir kadına ne de bir hizmetçiye!.." diyerek buna dikkat çekmişti.

Her yönüyle mükemmel bir eğitimci olan Hz. Peygamber (sas), eğitimde şiddeti hiçbir zaman çözüm olarak görmemiştir. O, mescitte küçük abdestini bozan bir bedevîye son derece öfkelenen ashâbını sakinleştirmiş, onlara nazik ve kolaylaştırıcı olmalarını öğütlemiştir. Yine cemaatle namaz kılınırken aksıran birine karşılık vererek konuşan Muâviye b. Hâkem es-Sülemî’ye ashâb-ı kirâm tepki göstermiş, Peygamber Efendimiz (sas) ise sadece onu nazikçe uyarmakla yetinmişti. Resûlullah’ın (sas) bu anlayış ve nezaketinden etkilenen Muâviye şöyle demişti: "Anam babam ona feda olsun. Ne ondan önce ne de sonra daha güzel öğreten birini gördüm. Vallahi Resûlullah (sas) beni ne azarladı ne bana vurdu ne de hakaret etti. Sadece, "Bu namazda insan kelâmı konuşulmaz. Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur’an okumaktır." dedi."

Allah Resûlü (sas), aile içi ilişkilerde de şiddete yer verilmemesi gerektiğini hem kendi yaşantısıyla hem de ashâbına yaptığı uyarılarla sürekli vurgulamıştı. Zira İslâm’la aydınlanan zihinlerde hâlâ câhiliyeden kalma birtakım yanlış fikir ve kabullerin barındığı ortadaydı. Hz. Peygamber (sas) hanımlarına bir fiske dahi vurmadığı hâlde Hz. Ebû Bekir (ra) gibi olgun ve sakin mizaçlı bir insan bile Resûlullah’a (sas) karşı sesini yükselttiği için kızı Hz. Âişe’ye (ra) tokat atmak istemiş, Peygamberimiz (sas) hemen ona engel olmuştu. Kadınların "Allah’ın emaneti" olduğunu erkeklere hatırlatan Resûl-i Ekrem (sas) bir erkeğin, eşine şiddet uygulamasına anlam veremeyerek bir hutbesinde, "Sizden biri nasıl olur da hanımını köle döver gibi döver? Sonra bir de günün sonunda onunla aynı yatağı paylaşır!"  buyurmuştu. Karısını döverek onun kolunu kıran Sâbit b. Kays b. Şemmâs’ı huzuruna çağırtarak, ona hanımını boşamasını emretmişti. Hz. Peygamber (sas), çoğu zaman yapıldığı gibi, "Aile içinde olur böyle şeyler!" veya "Kol kırılır, yen içinde kalır!" dememiş, mağdur olan kadını acımasız bir kocanın elinden derhâl kurtarmıştı.

Hz. Peygamber (sas) zamanında kadınlar gibi çocuk, köle ve hizmetçilerden oluşan toplumun zayıf kesimine de şiddetle muamele edilmesi söz konusuydu. Câhiliye döneminde görülen kız çocuklarının diri diri gömülmesi gibi zalimce bir şiddet uygulaması İslâm’ın gelişiyle ortadan kalkmakla birlikte, cinsiyet ayrımcılığı devam ediyordu. Köleleri ve hizmetçileri dövmek, aşağılamak hâlâ normal karşılanabiliyordu. Allah Resûlü (sas) bu yanlış anlayışı değiştirmek üzere ashâbını sık sık uyarmıştı. O, "Biriniz hizmetçisine vurur da o da Allah’ı (cc) hatırlatırsa derhâl elini çeksin!"  buyururken insanın kendisinden daha kudretli bir Yaratıcı’nın varlığının bilincinde olmasını ve ona göre hareket etmesini öngörüyordu.

"Kim bir zimmîye (anlaşmalı gayri müslim vatandaşa) zulmedip onun hakkını vermezse, ona gücünün yetmediği bir yük yüklerse veya rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmı olacağım."  buyuran Hz. Peygamber (sas), gayri müslim bile olsa insanların haksızlığa ve şiddete maruz bırakılamayacaklarını belirtmişti. Nitekim bir defasında Medine çarşısında malını pazarlarken, "Musa’yı bütün âlemlere üstün kılan Allah’a (cc) yemin ederim." diyen bir Yahudi ile onun bu yemininden hoşlanmayan bir Müslüman arasında çıkan tartışmada, ensardan bir tokat yiyen Yahudi, devletin güvencesi altında olduğu için durumu hemen Allah Resûlü’ne (sas) iletmiş, insanlığın Peygamberi (sas) ise Medineli sahâbînin bu yaptığına çok öfkelenmişti. Yine bir keresinde ganimet develerini çalanların peşine düşüp onları geri getiren Seleme b. Ekvâ’ın, develeri çalanların üzerine askeri birlik gönderilmesini istemesi üzerine, "Ey Ekvâ oğlu! Sen alacağını aldın, onları affet, şiddete başvurma!" buyuran Hz. Peygamber (sas), kime karşı olursa olsun şiddete başvurmayı yasaklamıştır.

Peygamber Efendimiz (sas), barış dönemlerinde toplumun huzurunu zedeleyen ve insanların onurunu rencide eden şiddete izin vermediği gibi savaş meydanlarında da Müslümanların şiddete başvurmalarına izin vermemiştir. Düşmanla karşılaşıldığında önce onlarla anlaşma yollarının aranmasını isteyen Hz. Peygamber (sas), anlaşma sağlanamayıp savaş çıktığında ise savaşan askerlerin dışında kalan kadın, çocuk ve din adamları gibi sivillere müdahale edilmemesini emretmiştir. Allah Resûlü (sas), kendisi zaten bir şiddet olan savaşı mümkün olan en dar alanda tutmayı hedeflemiş, o dönemde savaşlarda yaygın olan müsle uygulamasını, yani öldürülenlerin organlarının kesilmesini de yasaklamıştır.

Şiddet denilince akla ilk gelen şey, fiziksel taciz olmakla birlikte, bunun dışında şiddetin bir de psikolojik ve mânevî olanı vardır ki onun insan üzerinde meydana getirdiği tahribatın telâfisi çok daha zordur. İnsana hakaret etmek, onu aşağılamak ve sözle veya değişik işaretlerle onunla alay etmek psikolojik şiddet türlerindendir. İnsanın kişilik gelişimini engelleyen ve onu mânevî baskı altında tutan bu tür davranışlar kabul edilemez. Yüce Allah (cc), "İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlere yazıklar olsun!"  âyetiyle, kaş göz hareketleri ve benzeri işaretlerle de olsa insanlarla alay etmeyi, onları ayıplamayı, başkalarına kusur ve eksiklik isnat ederek toplumda küçük düşürmeyi yasaklamıştır.

"Hayâ imandandır, iman ise kişiyi cennete götürür. Kötü söz söylemek insanlara sıkıntı verip onları incitir. Sıkıntı vermek ise kişiyi cehenneme götürür."  hadis-i şerifi de insanları sözle incitmenin, onlara eziyet etmenin Müslüman’ın özelliklerinden olmadığını belirtmektedir. Zühd ve takvası ile meşhur hadis âlimi Abdullah b. Mübârek de güzel ahlâkı, "Güler yüzlü olmak, iyilikleri yaymak ve eziyetlere engel olmak." şeklinde nitelemiştir.

İnsana hakaret etmek ve onu hakir düşüren davranışlara maruz bırakmak dinimizin asla kabul etmediği bir şeydir. Yüce Allah’ın (cc) şerefli kıldığı insanın değerini düşüren ve onurunu rencide eden davranışlar iyi niyetle dahi yapılsa doğru olmaz. Peygamber Efendimizin (sas) amcasının oğlu Abdullah b. Abbâs’ın (ra) anlattığına göre, Efendimiz (sas) Kâbe’de tavaf ederken burnundaki halkayla başka biri tarafından çekilen bir adama rastlar. Develeri çekmek için yapılan bu uygulamayı insana yakıştıramayan Hz. Peygamber (sas), derhâl adamın elindeki ipi kesmiş ve yanındakine elinden tutarak yardımcı olmasını istemiştir.

Şiddet, sadece başka insanlara karşı yapılan uygulamalarda ortaya çıkmaz. İnsanoğlu bazı uygulamalarıyla kendi nefsini de şiddete maruz bırakabilmekte ve kendisine de eziyet edebilmektedir. Bu durum ibadete aşırı düşkünlük göstererek bedeninin ihtiyaçlarını karşılamama şeklinde din adına bile olsa kabul edilemez. Bir kimseyi ancak gücünün yettiği kadarı ile yükümlü tutan Rabbimiz insana emanet olarak verdiği bedenin korunmasını ve Hak rızasına uygun biçimde kullanılmasını istemiştir. Dolayısıyla kişinin sağlığını bozacak bazı uygulamalara girişmesi, ya bilgisizlikten veya dini yanlış anlamaktan kaynaklanır. Müslümanlar için uyulacak en güzel örnek olan Hz. Peygamber (sas), insanların ibadet yaparken bile sağlıklarını bozacak davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. Nitekim bir adam hac ibadetini yürüyerek yapmayı adamış, fakat yürümeye mecali kalmadığı için iki kişinin omuzlarına tutunarak yürümeye başlamıştı. Hz. Peygamber (sas) adamı bu hâlde görünce, "Bu adama ne oldu?" diye sormuş, adamın Kâbe’ye yürüyerek gitmeyi adadığı kendisine söylenmişti. Bunun üzerine, "Bu adamın kendine eziyet etmesine Allah’ın (cc) ihtiyacı yoktur. Ona söyleyin de bineğine binsin!" buyurmuştu.

Yine Hz. Peygamber (sas), bir gün insanlara hitap ederken bir adamın güneşte ayakta beklediğini görmüştü. Adamın güneşte bekleme sebebini sorunca, "Bu adamın adı Ebû İsrâil’dir. Oruçlu iken ayakta durup oturmamayı, güneşte dikilip gölgelenmemeyi ve konuşmamayı adamış." dediler. Hz. Peygamber (sas), "Ona söyleyin, konuşsun, gölgeye geçsin, otursun ve orucunu tamamlasın!" buyurdu.

Peygamber Efendimiz (sas), bütün insanlara, inancı, rengi, milliyeti ne olursa olsun şefkat ve merhametle yaklaşmış, son derece zarafet ve nezaketle davranmıştır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Onun merhameti sadece insanlarla sınırlı değildi. İnsanların dışındaki yaratılmışlara da şefkat ve merhametle davranılmasını istemiştir. Hz. Peygamber (sas), "İçinde can taşıyan hiçbir şeyi hedef yapmayın!"  buyurarak hayvanların hedef olarak dikilip atış yapılmasını, organlarının kesilmesini, kısacası onlara işkence edilmesini yasaklamıştır. Kediyi çok sevdiği için Hz. Peygamber (sas) tarafından kendisine ‘kedicik babası’ lakabı verilmiş olan Ebû Hüreyre’den (ra) gelen bir rivayete göre, Allah Resûlü (sas), geçmiş ümmetlerden bir kadının bir kediyi aç bırakması yüzünden ölümüne sebep olmasını cehennemlik bir davranış olarak zikretmiştir.

"Rıfktan (yumuşak huyluluk ve nezaketten) mahrum kalan, hayırdan da mahrum kalmıştır."  buyuran Rahmet Peygamberi (sas), Allah’ın (cc) her işte iyi davranmayı emrettiğini belirterek hayvanları keserken onlara ıstırap vermeden bu işin yapılması gerektiğini tavsiye etmiştir. Bir davarı kulağından tutup sürükleyerek götüren bir adama, hayvanın kulağından değil de boynunun kenarından tutmasını emreden Resûl-i Ekrem (sas), bindiği deve ağır hareket ettiği için onu öteye beriye sürmeye başlayan Hz. Âişe (ra) validemizi, yumuşak davranması konusunda uyarmış ve şöyle buyurmuştur: "Rıfk (zarif davranış) işe güzellik katar, rıfktan (zarafetten) yoksunluk ise, işi kusurlu kılar."

Hz. Peygamber’in (sas) bu uygulamaları bize göstermektedir ki şiddet, Müslümanların sorunlarını çözmeye çalışırken başvuracakları bir yöntem olamaz. Kişinin bizzat kendisine uyguladığı fiziksel ve duygusal şiddetten ikili ilişkileri zedeleyen şiddete, aile ve yakın çevreye uygulanan şiddetten, kurumlara ve toplumlara uzanan şiddete kadar her türlü şiddet İslâm’da yasaklanmıştır. Savaş meydanlarında bile şiddeti kabul etmeyen bir dinin mensuplarının hayatın değişik aşamalarında farklı gayelerle şiddete başvurmaları büyük bir çelişkidir. Aile içinde kadına, çocuğa ve yaşlılara karşı, okulda öğrenciye karşı, iş yerinde çalışana karşı isteklerimize ulaşmak amacıyla baskı uygulamanın meşru hiçbir gerekçesi olamaz. Şiddeti durdurmak, azaltmak ve yok etmek, en başta eğitimle mümkündür. Bu da ancak insanların kalplerine ve vicdanlarına kul hakkı ve âhiret bilinci gibi dinî ve ahlâkî değerlerin yerleştirilmesiyle olur. Ardından idarî, hukukî, sosyal ve ekonomik tedbirler gelir. Güven ortamı, huzurlu bir toplum anlayışı, hiddetsiz, şiddetsiz, sevgi ve saygının egemen olduğu bir toplum ve dünya ancak Rahmet Peygamberi’nin (sas) belirttiği gibi, "Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu (zarar görmediği) kimsedir. Mümin de halkın canları ve malları konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir."  anlayışının fertlerden başlayarak toplumun tamamında yaygınlık kazanmasıyla mümkündür.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam