Geçtiğim Cumartesi (21 Aralık 2019) günü çoktan gidemediğim Kızılay’daki bazı kitapçılara şöyle bir göz atayım istedim. Niyetim yeni çıkan kitaplara bakmaktı. Çoğu zaman kitap almasam da bakmaktan çok zevk alıyorum. Doğrusu elimde okumakta olduğum kitaplarım bulunduğundan yeni kitap almak da istemiyorum. Fakat ne mümkün! Kendimi kitap almama konusunda motive etsem de gene dört kitap almadan çıkamadım.
Kendimce aldığım kitapların dördü de güzeldi ama birinden kendimi bir türlü alamıyorum. Şunu bitirip ondan sonra okuyayım diye kendimi zorlamam rağmen kendime daha fazla eziyet etmemek adına bahsedeceğim kitabı okumaya başladım. Şimdi size o kitaptan ve içeriğinden bahsedeceğim.
Hemen hepimiz, yanı başımızda 2012 yılından bu yana en yıkıcı, en kahredici, en perişan edici, en mahvedici, en imha edici; önceleri Suriye iç savaşı olarak, şimdilerde ise dünya savaşı niteliğindeki katliam ve sürgün olaylarını beyaz camdan izleyip duruyoruz.
Suriye ve havalisinde cereyan eden tüm bu olanları beyaz camdan izlerken, gazetelerden okurken vicdanı olanlardan bir kısmı ağlıyor, kimi zaman lanet okuyor, kimi zaman da yaptıklarının karşılığını görüyorlar diye belki de oh diyorlar. Ama 2012’den 2020’ye tamı tamına sekiz yıldır süregelen bu trajediyi bir şekilde izliyoruz… Dinlemediğimiz dünya lideri, gene dinlemediğimiz kendini uzman sanan kişi kalmadı. Nasrettin Hoca damdan düşünce ‘aman hocam şöyle yapın, böyle yapın’ diyenlere “bana damdan düşeni getirin” der ya işte o hesap…
Sonuç: “Kellim kellim lâ yenfağ” -konuş konuş nafile-
İnşallah en kısa zamanda bu zalim savaş biter de dünyanın birçok farklı görüş ve düşüncesinin doğup büyüyüp serpildiği bahçelerinde renkli çiçekler misali insanların huzur içinde tekrar yaşamlarını sürdürürler.
Anlaşılacağı gibi bahsedeceğim Son Kız kitabı, Suriye savaşıyla ilgili olmakla beraber Irak’ta cereyan eden bir acımasızlığın, insan dışılığın yaşandığı/yaşatıldığı bir olayı anlatmakta.
İnceleme araştırma kitaplarının dışında ne kadar kitap okuduğumu bilmiyorum. Fakat okuduktan sonra uzun müddet etkisinde kaldığım dört kitaplar var onlar; Sinan Akyüz’ün yazdığı Bosna Savaşı esnasında bir Sırp’ın komşuları imam ve ailesinin başından geçen dramatik olayları anlattığı “İNCİR KUŞLARI”,
Diğeri 1980 İhtilalinden sonra Abdürrahim Semavi’nin lise talebesiyken Diyarbakır cezaevinde yaşadıklarını anlattığı “ZİNDANDA ÇOCUK”,
Bir diğeri İrfan Orga’nın yazdığı Birinci Dünya Savaşı esnasında ve daha sonra aile alarak başlarından geçen olayları anlattığı “BİR TÜRK AİLESİNİN ÖYKÜSÜ”,
Bir de sizlere anlatmaya çalışacağım Nadia Murad’ın İŞİD/DAİŞ tarafından kaçırılarak yaşadıklarını anlattığı “SON KIZ” kitabı.
Bahsi geçen kitabı bitirince 23.12.2019 tarihinde saat 15.16’da kitabı yayınlayan yayın evinden bir yetkiliyi arayarak kitapta yaşananların doğru olup olmadığının teyidini aldım. Kısaca “Bunlar gerçek mi yoksa mizansen mi?” dedim. Olduğu gibi doğru olduğunu söylediler. Bu teyitten sonra yazma ihtiyacı hissettim.
Kitabın yazarı 2018 yılında Nobel Barış Ödülü alan Ezidî topluluğuna ait Nadia Murad. Bilindiği gibi ‘Ezidiler kendi topluluklarının dışında kimseyle evlenmedikleri gibi Ezidiliğe geçiş de yoktur. Dolayısıyla soylarının tümden yok olmaması ve kendilerini garanti altına almak için en iyi yolun geniş aile olmaktan geçtiğine inanıyorlar.’ Bu yüzden Nadia da on bir çocuklu bir ailenin en son çocuğu yani “Son Kız”.
Nadia’nın dünyaya gelmemesi için annesi çok uğraşmış. Ama gelmiş/doğmuş. Bilindiği üzere son olmak bazen çok iyi olmamakla beraber çoğu zaman iyidir. Nadia da iyilerden. Annesine, babasına abla ve abilerine naz yapan, hepsinin de muhabbetini kazanan “ukala”, biraz da “şımarık” bir kız. Belki de abla ve abileri ‘keşke anne ve babamıza Nadia gibi biz de söyleyebilsek, şaka yapabilsek’ diye ne kadar da imrenirlerdi. Çünkü onların diyemediğini der, yapamadığını yapardı. Belki de çoğu zaman abla ve abileri babalarına diyemediklerini Nadia’ya söyletirlerdi…
Anne-baba ve on bir çocuktan oluşan bu aile dünyada toplam nüfusları 400 bini Irak, 200 bini Suriye, 125-150 bini Avrupa, 80 bini Azerbaycan, 70 bini Türkiye’de olmak üzere toplam 900 bin civarında değişen Ezidî/Yezidilerden[i] oluşan bir topluluğun mensupları. Bu aile Sincar Dağının eteğinde bulunan Koçu köy sakinlerindendir. Suriye Savaşı’ndan kaynaklanan kargaşa ortamında dış güdümlü, zincirini elinde tutanın dışında hemen herkesin nefretini kazanan DEAŞ, Suriye’nin birçok yerinde olduğu gibi Suriye sınırındaki Irak’ın da birçok köy ve şehrini deyim yerindeyse elini kolunu sallayarak -sözüm ona- kurdukları İslam devletine kattılar.
2014 yılında Irak’ın petrol yönünden en zengin ve gene en büyük şehirlerinden Musul’u da bünyelerine kattılar. Kattılar lakin bu katış, şehir halkında olduğu gibi tüm şehrin yakındaki köy ve kasabaları da tedirgin etmeye yetti.
“Gözüken köyün ırağı olmaz” diye bir söz vardır ya! Her ne kadar Ezidilerin yaşadığı bölge Barzani’ye bağlı KDP’nin kontrolünde bulunsa ve bir şey olmayacağına yönelik onlara güvence verseler de geçmişte ve günümüzdeki yaşananlardan dolayı tedirgin olmamaları mümkün değil. Atlattıkları bin bir türlü badireden hareketle korkmaları da gayet normaldi.
Nitekim Nadia’nın yaşadığı Koçu köyünün hemen yanı başındaki Siba Şeyh Hıdır ile Tel Uzeyr (Kahtaniye ve Cezire) köylerinde 14 Ağustos 2007 yılının akşam saatlerinde Baas Rejimi tarafından erzak ve levazım getirdiklerini söyledikleri üç araba ve yakıt yüklü bir tankerle köy meydanına gelmişler. Bütün insanlar toplanınca da araçlar infilak etmiş. Sekiz yüz kişi parçalanarak ve yıkılan evlerin enkazı altında kalarak can vermiş. Bin kişiden fazlası da yaralanmış. Tüm bu yaşananlar kaygılarını daha bir artırmış. Her ne kadar Kürtler korkmayın diye teskin ve teselli etseler de...
A R A S Ö Z
Zulmü kim kime yaparsa yapsın zulümdür. Haksızlık kim tarafından kime yapılırsa yapılsın haksızlıktır. Gene terör kim tarafından yapılırsa yapılsın terördür. Yapan da teröristtir. Zulmün, haksızlığın ve terörün dini, dili ve ırkı yoktur.
Çoklu yönetim; ölçüsü hak, hukuk ve adalet olamayan “tek yönetici” den her zaman için evladır.
BEHLÜL DÂNA Meczup hali ve hikmetli sözleriyle dilden dile dolaşan, özellikle de Abbasi Halifelerinden Harun Reşit’le birlikte anılan Behlül Dâna denen birinden bahsedilir. Halifeliği döneminde Hıristiyan tebaayı sıkıntıya düşüren bir karar almak üzereyken Harun Reşit’le bir akşam vakti sarayda buluşurlar. Halife namazı Behlül’ün kıldırmasını ister. O da namaza devam ediyor gibi yaparak Fatiha Suresini okuduğu esnada “Elhamdülillahı Rabbil Âlemin…” yerine “Elhamdülillahı rabbil Müslimîn”… der. Harun Reşit itiraz edince de “sen bütün tebaanın değil sadece Müslümanların halifesisin de ondan böyle okudum” der. Halife; ‘bu ne demektir?’ deyince “Hıristiyan tebaanı üzecek şekilde aldığın karadan vazgeçmelisin…” diye cevaplar. Harun Reşit durumu anlar ve kararından vazgeçer.
- ABDÜLKADİR işgalci Fransız askerlerine karşı verdiği destansı mücadeleden sonra Cezayir halkının gönlünde taht kuran Emir Abdülkadir, esir düştükten sonra beş yıl Paris’te esaret hayatı yaşar. Cezayir’e gitmemek şartıyla hapisten çıkarırlar. O da Osmanlı topraklarına (Bursa) gitmek istediğini söyler. Bir müddet Bursa’da kaldıktan sonra Şam’da yaşamak ister ve oraya yerleşir. Şam’da yaşadığı yıllarda Dürziler ile Hıristiyanlar arasında meydana gelen çarpışmada gösterdiği tavırla kanlı savaşı durdurmakla kalmaz en az on bin Hıristiyan’ın ölümüne engel olur.
KONUMUZA TEKRAR DÖNECEK OLURSAK… Bir gün komşu köyümüz Solağ’a DEAŞ’liler gelmiş dediler. Nasıl korktuğumuzu anlatamam, diyor Nadia. Gün geçmiyor ki, birbirinden ilginç haberler gelmesin… Çaresizlikten hem olup bitenleri hem de başımıza muhtemel gelecekleri güngörmüş muhtarımız Ahmed Kasso’yla konuşuyoruz. Bizi teskin etmeye çalışıyor ama gerek kendi ve gerekse bizler bir türlü korkuyu gideremiyoruz... Bir taraftan da her geçen gün çemberin daraldığını fark ediyoruz. Doğup büyüdüğümüz, oynadığımız, gezip tozduğumuz, hatıralarımızın geçtiği, koyunlarımızı otlattığımız sıcacık yurdumuz artık bana/bizlere dar geliyor. İçim içime sığmıyor… Boğulacak gibi oluyorum. Koyun koyuna yattığım ablalarım, yeğenim Ketrin’e baktıkça içim daralıyor…
Korku ve can havliyle kontrollerinde olduğumuz Peşbergelere koşuyoruz. Onlar da bizi teselliye çalışıyorlardı. ‘Korkmayın sizi de Irak’ı da bunların zulmünden kurtaracağız’ diyorlardı. Ama sanki bunları diyen onlar değilmiş gibi bir müddet sonra korkudan kaçıp gittiler. Anlayacağınız bizi DAİŞ’in insafına terk ettiler. Artık celladını bekleyen idamlık mahkûm gibiydik. Kaderimiz artık DEAŞ’in insafına kaldı.
Nitekim beklenen tehlike kapımızı çaldı. DEAŞ’in köyümüzü kuşattığı haberi geldi. Tam yedi gün. Bırakın köyden dışarı çıkmayı, korkumuzdan evin kapısından dahi çıkamıyoruz. Ancak ortalık kararınca çatıya çıkarak korku ve endişeyle bakmaya çalışıyoruz. Akşamları evde lamba dahi yakmıyoruz görürler diye. Yedinci günün sonunda bütün köy halkının okulda toplanmaları için anons ettiler. Ne olacağını ne yaşanacağını, bir daha eve geri dönüp dönmeyeceğimizi bilmeden taşınabilir kıymetli eşyalarımızı yanımıza alarak okula doğru kaygılı bir vaziyette gidiyoruz. Kadın kız ve çocukları üst kata, gençleri bir yere orta yaşta olanları da başka bir yere topladılar.
Erkekleri okulun arkasına götürerek bir saat boyunca ateş ettiler. Yaralanıp ölü taklidi yaparak kurtulanlar hariç hiç kimse sağ kalmadı.
“BABAMIN YUVASI PARAMPARÇA OLDU” Bizleri de arabaya bindirip nereye gideceğimizi, nereye götürüldüğümüzü bilmeden meçhul bir istikamete doğru yol alıyorduk. Bu esnada tehlikenin boyutunu hisseden annem sessizce -her şeyi kaybettiğimiz- anlamına gelen “babamın yuvası paramparça oldu” dedi. Bizler ağlayarak, geriye baka baka gözyaşları içerisinde neresi olduğunu bilmediğimiz meçhule doğru gidiyorduk...
NADİA ÇOK ÖFKELİ Niçin! Niçin bizi korumuyorlar. Bize ‘size bir şey olmaz. Siz bizim korumamız altındasınız. Sizi ve tüm Iraklıları bu canilerin zulmünden kurtaracağız’ diyen Kürtler nerede? Sünni kardeşlerimiz nerede? Dünya nerede? Niçin bizleri bu zulümden kurtarmıyorlar diye adeta haykırıyor. Fakat haykırışını kendinden başka kim duyuyor ki?..
Başımıza gelecekleri fark eden abim Said, DAİŞ militanlarının bizi araçlara doldurup götürdükleri esnada; “Neler oluyor?” diye sormuş. Olanları öğrenince “Hayatta kalırsam Tanrı’ya ant içerim ki savaşçı olup kardeşlerimle annemi kurtaracağım” demiş ama ancak annesinin ve diğer kardeşlerinden bazılarının öldüğünü öğrenebilmiş.
SOLAĞ ENSTİTÜSÜNÜN BAHÇESİNE kamyon kasalarından sağ kalan aile efradım ve diğer köylülerimizle indik. Perme perişan vaziyette aç-bî ilaç bize ne yapacaklarını beklemeye başladık. Militanlardan biri okulun kilidini kırarak; “başörtülerinizi çıkarıp kapının yanına koyup yukarı çıkın” dedi. Bu arada bağıranı arasın yalvaranı mı? Bağlık ve çığlıktan adeta okulun koridorları inliyordu. İnsanlıktan çıkmış kalbi katılaşmış militanlar hiç tınmadıkları gibi ikiye bir de ‘susun yoksa şuracıkta sizi öldürürüm’ diye tehditler savuruyorlardı.
Genç kızları kapıya doğru yönlendirirken ben ve yeğenim Katrin birimiz sağ diğerimiz sol koluna sıkıca tutunarak ne olursun bizi bırakma dercesine sıkı sıkıya sarılıyorduk. Ama nafile! Üzerimizde takı namına ne varsa hepsini daha köyden çıkmadan almışlardı. Fakat bazı değerli eşyalarımı annemin ‘ver yavrum bu yüzden sana kötülük yaparlar’ demesine rağmen temiz bir petin içine sakladım.
Okulun avlusunda beklemekte olan otobüslere genç kızların binmesini istediler. Benim gibi kızlar iki otobüse diğer çocuklar da diğer otobüse bindik. Eskortluk yapan zırhlı araçlar önde biz arkada hareket ettik. Annem ve ablalarım geride kaldı. Onlara bakıp allahaısmarladık bile diyemedim…
Suriye’ye ye götürüyorlar diye çok korktum. Çünkü oradan hiç iyi haber gelmiyordu. Böyle derken Irak’ta yapılanlar çok iyi demek istemiyorum. Bindiğimiz otobüsün içinde bulunan militan Ebu Batat’ın dışında hiç erkek yoktu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Aracın içindeki sessizliği araçta gezinen Batat’ın ayak sesleri bozuyordu... İki de bir bizimle alay ediyor… Fotoğrafımızı çekip bizim perişan halimize bakıp kahkahayla gülüyordu. O yetmiyormuş gibi, bir de gelip giderken daha hiç kimsenin dokunmadığı uzuvlarımıza dokunuyordu… bir defasında göğsümü öyle sıktı ki canımın yanmasıyla beraber ilerde bana sıkıntı çıkaracak olan bir tavırla feryat ettim. Şoför aracı durdurmak zorunda kaldı. Hemen öndeki araçtan gelen Nefeh isimli militan, arkadaşına bir şey söylemek şöyle dursun “Niye buradasınız kendinizi ne sanıyorsunuz?” dedi. Ardından beni tehdit ederek gitti. Giderken de “Artık tercih hakkınız yok. Siz sebaya[ii] olmak için buradasınız!”
DEAŞ’le geçen her anı ağır ve acılı bir ölüm olarak niteleyen Nadia, aynı zamanda öldüğü an olarak da görmektedir…
Hava karanlık olduğundan nereye geldiğimiz bilemiyoruz. Araba durunca Musul’a geldiğimizi söylediler. Saray gibi binanın bahçesine vardığımızda “Haydi! Dışarı çıkın” dediler. Hepimizi bir odaya sıkış-tıkış oturttular. Artık kurbanlık koyun gibi korku ve endişe ne zaman ne yapacaklarını bekliyorduk.
Militanlardan biri o kadar kızın içinden beni işaret ederek başka bir odaya götürdü. “Senin ismin ne” dedi. “Nadia”. “Ne zaman doğdun.” “Bin dokuz yüz doksan üç” dedim. Ailemle ilgili sorulara cevap vermedim. Ardından orada bulunan Nefeh saçımı eline dolayarak “arabada niçin bağırdın?” diye saçımı öylesine çekti ki, adeta kökünden çıktı sandım. Bilahare “sen kâfirsin. Sebiyyesin ve artık İslam Devleti’ne aitsin o yüzden buna alış” deyip suratıma tükürdü. Bu arada Betat bir sigara yakarak Nefeh’a uzattı. Şaşırdım. Ne olacağını biraz sonra anladım. Hala güzelliği önemsediğimi düşünerek ‘ne olursun yüzümde söndürme’ diye yalvarmaya başladım. Sigarayı önce yeni giydiğim kat kat elbisenin üzerinden omuzuma sigarayı bastırdı. Tenime değinceye kadar tuttu. Canım çok yanmasına rağmen belli etmemeye çalıştım. Bir sigara daha yakıp onu da karnımda söndürdü. Tekrar yüzüme tükürerek “bir daha bağırda göreyim bakalım” dedi. Daha sonra diğer sebaiyelerin yanına gönderdi…
Biraz sonra odaya hayatımda ilk defa gördüğüm iri bir adam girdi. Şöyle bir göz gezdirdikten sonra ben dâhil üç kızı göstererek orada bulunan görevliye tomarla dolarları verdi ve çıktı. İsmi Hacı Şakir olan bu kişi Musul’un ve DEAŞ’in önde gelenlerindenmiş.
Bu arada üzerimizdeki bütün belgeleri imha ettiler. Ardından bizi bir yere götürdüler. Fakat beni satın aldığını düşündüğüm bu adamla gitmek istemiyordum. Gözüm korktu. Yanımızda bulunan, ona göre daha ince yapılı sıska daha sonra isminin Hacı Selman olduğunu öğrendiğim yetkili birine; “ne olursun beni siz götürün ne isterseniz yaparım” dedim. O da “bu kız benim” dedi. Diğerleri de itiraz etmedi. Biraz sonra karşılık isimlerimizi kaydederek oradan ayrıldık. Artık resmen Hacı Selman’ın sebbiyesiydim.
Bundan sonra insanlık dışı olaylar peşi peşine gelmeye başlıyor. Bırakınız her günü her anı büyük işkencelerle geçen günler…
En nihayetinde oradan oraya gelip giderken bir akşamüstü daha önce deneyip de başaramadığım bundan dolayı birçok işkenceye maruz kaldığım kaçmayı denemek için yeni bir fırsat daha doğdu. Hacı Selman beni DEAŞ’in kalesi konumundaki Suriye’nin Rakka şehrine götüreceğini söyledi. Bu maksatla evine geldik. “Ben çarşıdan bir şeyler almaya gidiyorum. Uslu uslu otur sakın kaçmaya yeltenme” dedi. Çıktı gitti. Fakat çıkarken kapıyı kilitlemediğini fark ettim. Cesaretimi toplayarak tekrar kaçmayı denemek istedim.
- sağa sola baktım. Diğer görevlilerin bahçede olmadıklarını gördüm. Sessizce kendimi dışarı attım. Atmaya attım ama bir türlü gidemiyorum. Eyvah! Eteğimden biri çekiyor dedim. Bir de ne göreyim! Eteğim kapıya sıkışmış. Çektim çıkardım. Üzerimde çarşaf, ayağımda büyük erkek terliğiyle bilmediğim bir istikamete doğru hızla gidiyorum. Bir taraftan da ha yakalandım ha yakalanacağım endişesiyle iki de bir sağa, sola ve arkama bakıyorum. Çünkü bir an önce oradan uzaklaşmam gerektiğini biliyorum.
AZZAVİ KABİLESİNE MENSUP AİLE VE “SUSEN” Gecenin bir saatinde kim olduklarını, neyle karşılaşacağımı bilemediğim bir evin kapısını Tanrıya sığınarak çaldım. Kapıyı açtılar. Şaşkın şakın yüzüme baktılar ve içeri aldılar. Fakir Sünni ve kalabalık bir aile olduklarını sonra öğrendim. Kendimi tanıttım ve yardımcı olmaları için adeta yalvardım.
Bir taraftan da ailenin DEAŞ’çi olup olmadığı konusunda endişe duyuyorum. Aile ve bendeki şaşkınlık yok olunca evin babası “sana yardımcı olacağız” dedi. O anda nasıl sevindiğimi anlatamam. Ardından “sakın evden dışarı çıkmayın. Bırakın dışarı çıkmayı camdan bile bakmayınız” dedi. Yaklaşık yedi gün evin bireyi oldum. Hatta mutfakta yardım bile ettim. Yedinci günün sonunda Kerkük’te çok tutulan Susen ismiyle adıma yeni bir kimlik çıkarttılar. Gerekli hazırlıkları yaparak ismi gibi yardım ever -kâğıt üzerinde kocam olan- Nasır’la yola çıktık.
Artık Nadia değil Susen’dim. Yukarda yazdığım gibi bu isim Kerkük’te tutulan bir isimmiş. Eğer bir suale muhatap olursam heyecanlanmadan, paniklemeden cevap verebilmem için yeni çıkartılan kimliğimi iyice ezberledim. Nasır’ın Kerküklü eşiyim. Ailemi görmeye ziyarete gidiyoruz.
KERKÜK SÜLEYMANİYE ZAHO İki DEAŞ bir Kerkük kontrol merkezinden geçerek nihayet Kerkük’e vardık. Özellikle DEAŞ’in birinci denetim merkezinden geçerken ne söyleyeyim aşırı heyecanlandım. Çünkü kaçabileceğim endişesiyle resmimi birçok yere asmışlar. Burada da vardı. Bana her ne kadar araba içinde baktılarsa da benden ziyade Nasır’la görüştüler. Tuttuğumuz arabayla yola devam ettik. Artık çok ciddi sorun geride kalmış oldu. Kerkük’ten Süleymaniye oradan da Zaho’da ailemin geride kalanları, Koçulu ve diğer Ezidilerin kaldığı kampa gittim.
Tanıştığım bir aktivistle önce Almanya’ya oradan BM’nin İsviçre’deki merkezinde durumumu/zu anlatmak için bir konuşma yaptım. Daha sonra BM’nin Amerika’daki merkezinde tüm Ezidi ve diğer mazlumların durumunu anlatma fırsatı buldum.
BM, İNSAN TİCARETİNDEN KURTULANLARIN ONURU İÇİN NADİA’YI “İYİ NİYET ELÇİSİ” SEÇTİ.
Burada kısa bir açıklamada bulunmak istiyorum. Ezidilere yapılanları BM “soy kırım” olarak kabul etti. Fakat Arıkanlı Müslümanlar dünyanın güzü önünde zulme maruz kalmalarına, binlerce insanın ölmesine ve hatta yerinden yurdundan edilmesine rağmen Ezidî’lere tanınan hak, onlara verilen imtiyaz maalesef Arıkanlılara onlara tanınmadı/tanınmıyor…
Az denmeyecek kadar ülke, gene az denemeyecek kadar da şehir gezdim. Mekke, Medine ve Kudüs’ün manevi olgusunun dışında gittiğim her yerde memleketimi hep özler oldum. Hatta uzun soluklu ülke ve şehirlerden geldikten sonra da diz çöküp ülkemin/memleketimin toprağını öptüğüm olmuştur. Acı, sıkıntı ve ayrımcılığa maruz kalmasına rağmen Nadia bu hissiyatımı şu cümlelerle çok güzel dile getirmiş: “Aktivist olarak yaptığım seyahatlerde pek çok güzel ülke gördüm ama Irak’tan başka yaşamak istediğim bir ülke yoktu”
Yazar kitabını şu sözle bitiriyor. “Dünya üzerinde hikâyesi benimkine benzeyen “son kız” olmak istiyorum.” Ben de bu söze canı gönülden katılıyorum. Tüm dünyaya barış gelsin. Adalet gelsin. İnsanlık gelsin. İnsanca hak-hukuk ve adalet içinde yaşayalım.
[i] Y E Z İ D Î L İ K (EZİDÎ/YEZİDÎ)
NADİA’NIN DİLİNDEN EZİDİLİK
Farsça tanrı anlamına gelen “Yezed” sözcüğünden türediği düşünülen kelime Farsça “Yezidi” Kürtçe “Ezidi” denmektedir. Her iki kelime de aynıdır. Nadia’ya göre dünyada bir milyon Ezidi var. Dilleri Kürtçedir. Yerine göre Tanrı, yerine göre de kendilerini Allah’a yakınlaştırdığına inandıkları kutsal bir varlık olan Melek Tavus. Melek Tavus’un yeryüzüne inandıkları Çarşamba günü dua günüdür. Reenkarnasyona inananılar. Tenasühü kabul ederler. Marul yemezler. Mavi rengi çok severler. Kutsal kabul ettikleri Laleş Vadisinde vaftiz edilirler. Aralık ayında üç gün oruç tutarlar. Yumurta boyamak iyidir. Duayı; sabah güneşe, gün içinde Laleş’e, akşam/gece Aya karşı ederler.
DEVE Mİ? KUŞ MU?
Nadia kitabının hiçbir kısmında Yezidilik ve Emevilerin ikinci halifesi Yezid’den hiç bahsetmiyor. Oysa bu anlayışın kutsal kişilerinden bir ve hatta birincisi Zeyd Bin. Muaviye’dir. Yakın tarihe kadar Nusayriler, Dürzilik gibi bir ekolken Osmanlı Sultanı Abdülaziz zamanında (1872) askerlikten muaf olmak için on dört maddelik bir deklarasyon (bildirge) sunmuşlar. Bildirgenin kabulüyle “Ehl-i Kitap” kabul edilmişler. Ne zaman başladılar bilemiyorum ama belki de o tarihten sonra Lâleş’de vaftiz olmaya başlamışlar.
- Abdülhamit Ortadoğu’da bulunan tüm gruplara kendilerini tanımlamasını istemiş. Bu tanımlamada Ezidiler Batılıların da desteklemesiyle sultana başkaldırmışlar. Fakat Padişah’ın karalı tutumundan dolayı devletin kurallarına uymak zorunda kalmışlar.
Kesin olmamakla beraber 1074 yılında Suriye’de doğup 1162 yılında ölen Adiy Bin Müsafir, Sührevirdi, Gazali gibi Ehl-i Sünnet ulemasından ders gördü. Ayrıca Mekke, Medine ve Bağdat’ta muhtelif hocalardan ders aldı. Hakkâri’ye kadar gelerek Lâleş adlı köyde bir zaviye kurdu. Lâleş bugün
Tarihte din konusunda uçuk görüş ileri sürenler hep olmuştur. Bunların en önemlilerinden bir de “Dini İlahî” diye Hıristiyanlıktan, Yahudilikten, Mecusîlikten, Hinduizm’den, Budizm’den ve çok azda İslamiyet’ten birer bukle alarak yeni din kurmaya çalışmıştır. Ama kendiyle beraber yok olmuştur.
Musul’a altmış km mesafede bir yerdir. Eskiden Hakkâri adıyla anılan ve Kürtlerin meskûn olduğu bir yerleşim birimdir. Müsafir ölünceye kadar burada yaşadı. Ölünce de buraya defnedildi.
Adiy Bin Müsafir ve ömrünün sonuna kadar yaşadığı Lâleş bugün Ezidilerin liderleri ve kutsal mekânlarıdır.
Allah’ın varlığına ve her şeye kadir olduğuna inanmakla beraber onun üç meleğinin Melek Tavus (Azazil-Şeytan), Şeyh Hadi ve Sultan Yezid olduğunu kabul ederler. Onlara göre Tanrı, yeryüzündeki bitki ve canlıların yaratılması görevini bu üç meleğe tahsis etmiştir. Melek Tavus tanrının en büyük meleği olarak, dünyanın koruyucusu, yöneticisi ve tanrı iradesinin yöneticisidir…
Allah iyidir. Ondan kötülük sadır olmaz. Şeytan ise kötüdür. Ondan kötülük gelir. Onun için şeytanın kötülüğünden emin olmak, sevgisini kazanmak için ona tapmak daha iyidir.
Kutsal kitap olarak Adiy Bin Müsafir’in yazdığı kabul edilen Kitab-ı Cilve ve Mushaf-ı Reş’teyi kabul ederler.
“İslam Mezhepleri Tarihi”; Prof. Dr. Halil İbrahim Bulut; DİB
[ii] Sebaya: Kadın savaş esirleri