عَنْ زِيَادٍ قَالَ: سَمِعْتُ الْمُغِيرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) يَقُولُ: إِنْ كَانَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) لَيَقُومُ أَوْ لِيُصَلِّىَ حَتَّى تَرِمَ قَدَمَاهُ أَوْ سَاقَاهُ: فَيُقَالُ لَهُ، فَيَقُولُ: ‘أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا؟
Ziyâd, Mugîre’nin (ra) şöyle dediğini işitmiştir:
"Hz. Peygamber (sas) ayakları (ya da bacakları) şişinceye kadar (gece) namaz kılardı. Bu durum hakkında ona bir şey söylendiğinde, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" derdi."
(B1130 Buhârî, Teheccüd, 6)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : ‘مَنْ لاَ يَشْكُرِ النَّاسَ لاَ يَشْكُرِ اللَّهَ.
Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez."
(T1954 Tirmizî, Birr, 35)
***
عَنْ جَابِرٍ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: ‘مَنْ أَبْلَى بَلاَءً فَذَكَرَهُ فَقَدْ شَكَرَهُ، وَإِنْ كَتَمَهُ فَقَدْ كَفَرَهُ.
Câbir (b. Abdullah) (ra) tarafından nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Bir kimseye bir nimet verilir de onu (hayırla yâd ederek) dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur."
(D4814 Ebû Dâvûd, Edeb, 11)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: ‘الطَّاعِمُ الشَّاكِرُ بِمَنْزِلَةِ الصَّائِمِ الصَّابِرِ.
Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir."
(T2486 Tirmizî, Sıfâtü’l-kıyâme, 43; İM1764 İbn Mâce, Sıyâm, 55)
***
İsrâiloğulları içerisinde cildi alacalı, kel ve kör üç kişi vardı. Allah bunları imtihan etmek istedi ve onlara bir melek gönderdi. Melek, derisi alacalı olan adama geldi ve en çok istediği şeyin ne olduğunu sordu. Adam, güzel görünümlü bir cilt istediğini, çünkü insanların, mevcut görüntüsüyle kendisini çirkin bulup ondan iğrendiklerini söyledi. Bunun üzerine melek, adamın vücudunu sıvazladı ve şifa bulan adamın çirkinliği gitti. Ona çok güzel bir renk ve hoş bir görünüm verilmişti. Daha sonra melek ona en çok hangi malı sevdiğini sordu. Hastalıktan kurtulan adam, deveyi sevdiğini söyleyince, ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek, devenin onun için hayırlı olmasını temenni ederek adamın yanından ayrıldı ve başı kel olan adamın yanına gitti. Ona da en çok istediği şeyin ne olduğunu sordu. O da kendisinden kelliği giderecek güzel bir saç istediğini söyledi. Melek onun başını sıvazlar sıvazlamaz kellikten eser kalmadığı gibi çok güzel saçları da oluverdi. Melek ona da en çok hangi malı sevdiğini sordu. O, ineği sevdiğini söyleyince, kendisine gebe bir inek verildi. Melek bu adama da bahşedilen ineğin hayırlı olmasını temenni ederek yanından ayrıldı. Melek son olarak âmâ olan adamın yanına geldi ve dünyada en çok istediği şeyin ne olduğunu ona da sordu. O, görmeyen gözlerinin açılmasını ve böylece insanları görmek istediğini söyledi. Melek adamın gözlerini sıvazladı ve adam görmeye başladı. Ardından daha öncekilere sorduğu gibi ona da hangi malı çok sevdiğini sordu. Adam koyunları sevdiğini söyleyince, kendisine kuzulu bir koyun verildi.
Bir müddet sonra bu kişilere bahşedilen hayvanlar yavruladı ve çoğaldı. Bu suretle birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu sığırı, ötekisinin de bir vadi dolusu koyunu oldu. Aradan yıllar geçti. Melek, bu üç kişinin karşısına bir kez daha çıktı. Ama bu sefer onların karşısına çıkma sebebi, nimeti veren Allah’a karşı onları şükür imtihanına tâbi tutmaktı. Bu amaçla önce cildi alacalı olup da Allah’ın sıhhat ve mal verdiği adamın yanına geldi. Tıpkı onun eski hâli gibi hastalıklı ve yoksul bir insan suretine girmişti. Ona dedi ki, "Ben fakir biriyim. Bütün çarelerim tükendi. Yolculuğu tamamlayabilmem önce Allah’ın inayeti sonra da senin yardımınla mümkündür. Şimdi ben, sana güzel bir renk, güzel bir görünüm ve mal veren Allah rızası için, senden bir deve istiyorum. Bu sayede yolculuğumu tamamlayayım ve memleketime ulaşayım." İnsan suretindeki meleğin isteklerini dinleyen adam, "(İyi ama malımda) hak sahipleri çoktur." diye cevap verince, melek ona, "Sanki seni tanır gibiyim. Sen insanların iğrendiği, cildi alacalı olan kişi değil miydin? Fakir olduğun hâlde Allah bu malı mülkü sana vermedi mi?" diye sordu. Meleğin sorularına karşılık adam, "(Hayır) yemin olsun ki bu mal mülk bana atalarımdan miras kaldı." dedi. Melek de ona cevaben, "Eğer sen yalan söylüyorsan Allah seni eski hâline döndürsün!" dedi ve oradan ayrıldı.
Sonra kel olan adamın yanına kel bir insan suretinde gitti ve aynı şeyleri söyledi. Bu adam da alacalı adamın yaptığı gibi meleğe yardım etmeyi reddetti. Melek de ona, "Eğer sen bu sözlerinde yalancı isen, Allah seni eski hâline döndürsün!" dedi.
Ardından âmâ bir insan suretine girerek eskiden âmâ olan adamın yanına giden melek, ona dedi ki, "Ben garib bir yolcuyum. Yolda kaldım. Önce Allah’ın, sonra senin yardımınla ancak gideceğim yere ulaşabilirim. Şimdi ben, sana görme kabiliyetini bahşeden Yüce Allah’ın rızası için, senden bir koyun istiyorum ki ondan istifade ederek gideceğim yere ulaşabileyim." Meleğin bu isteği üzerine âmâ olup da Allah’ın sıhhat verdiği adam dedi ki, "Evet ben gerçekten kördüm. Allah bana görme kabiliyetini bahşetti. Fakir idim, beni zenginleştirdi. (İşte koyunlarım!) Dilediğin kadar al. Allah’a yemin ederim ki, bugün Allah rızası için benden alacağın hiçbir şeyde sana sınır koymam." Bunun üzerine melek ona, "Malın senin olsun. Siz imtihan edildiniz; neticede Allah senden razı oldu; diğer iki arkadaşın ise Allah’ın gazabına uğradılar." dedi.
Her nimet bir imtihan vesilesidir. Nimeti vereni hatırlamak ve ona teşekkür etmek, hem nimeti artırır hem de bereketlendirir. Nimeti vereni tanımamak ve nimetin asıl sahibini unutmak ise küfrân-ı nimet yani nimete karşı nankörlüktür. Allah Resûlü (sas), insanın acziyetini, varlıklı hâlini, şükür edip etmeme durumunu çarpıcı bir misalle arkadaşlarına anlatmıştır.
Sahâbenin meşhur öğrencilerinden ve asrının ileri gelen âlimlerinden Atâ b. Ebû Rebâh ile Ubeyd b. Umeyr (ra), bir gün Resûl-i Ekrem’i en yakından tanıyan sevgili eşi Hz. Âişe’ye (ra) gelirler. Ubeyd b. Umeyr (ra), "Anneciğim! Resûl-i Ekrem’de gördüğün en hayretâmiz davranışı bize anlatır mısın?" der. Hz. Âişe bir müddet sustuktan sonra şöyle cevap verir: "Bir gece bana,"Ey Âişe! İzin verirsen kalkıp bu gece Rabbime ibadet edeyim." dedi. Ben de "Vallahi, ben sana yakın olmayı da seni sevindirecek şeyi de severim" dedim. Kalkıp abdest aldı. Sonra namaza başladı. Namazda ağladı ve gözyaşları göğsüne, sakalına ve secde ettiği yere damladı. Daha sonra Bilâl-i Habeşî (ra) sabah ezanını okumaya geldi. Allah Resûlü’nün (sas) ağladığını görünce, ‘Yâ Resûlallah! Yüce Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği hâlde niçin ağlıyorsun?’ dedi. Allah Resûlü (sas) ona şu cevabı verdi: "Ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?"
Allah Resûlü’nü mübarek ayakları ya da bacakları şişinceye kadar ibadete yönlendiren duygu, Allah’a şükretme duygusudur. Kendisine yeni inen ve göklerin ve yerin yaratılışını, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gitmesini akıl sahipleri için ibret olarak takdim eden âyetten sonra derin tefekkür sahibi bir Peygamber elbette O’na şükretmeyi seçecekti.
‘İnsana biri ‘şükür/teşekkür’, diğeri ‘küfür/nankörlük’ olmak üzere iki yol gösterilmiştir. Yüce Yaratıcı ona akıl ve irade vermiştir; ister şükreden biri olsun, isterse inkâr eden biri! İster kadirşinaslığı yani iyiliklerin değerini bilme yolunu tercih etsin, isterse nankörlük yolunu!
Şükür, Yüce Allah’ın (cc) sayısız nimetlerine karşı kalp, dil ve beden ile övgüde ve teşekkürde bulunma, nimetleri saygı ile itiraf etmedir. Kalbin şükrü, nimetleri verenin Allah olduğuna inanmak; dilin şükrü, Allah’ın verdiği nimetlere hamdetmek; bedenin şükrü, varlığını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde sürdürmek, namaz, oruç gibi ibadetleri eda etmek ve O’nun yasaklarından uzak durup buyruklarını yerine getirmek; malın şükrü ise sadaka ve zekât vermektir.
Şükür, aslında bir kulluk bilinci, bir yaşama biçimidir. Kur’an’ın ifadesiyle Allah’a kul oluşun bir gereğidir. Güzel isimlerinden biri de ‘Şekûr’ olan, yani kendisine yapılan şükranları kabul eden Allah, insanın kendisine şükretmesini, nankörlük yapmamasını istemektedir. Ayrıca O, yapılan şükrü karşılıksız bırakmamakta, şükre karşı daha fazlasını lütfetmektedir: "Eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz gerçekten azabım çok şiddetlidir!" Aslında, "Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, (bilmelidir ki) Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, çok kerem sahibidir." Ne var ki çoğu insan şükretmez! Bir kısmı da çok az şükreder!
İnsanlığın örnek şahsiyetleri olan peygamberler, hep Rablerine şükretmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Nuh hakkında, "O, çok şükreden bir kul idi." derken; Allah’ın nimetlerinden dolayı Hz. İbrâhim’in; kendilerine verilen ilimden dolayı Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın hamd ve şükürlerinden bahsetmektedir.
Hz. Peygamber (sas), sevindirici bir durumla karşılaştığında Allah Teâlâ’ya şükür için secdeye kapanırdı. Bir keresinde Mekke’den Medine’ye giderken Azverâ denilen yere yaklaşınca bineğinden indi. Sonra ellerini kaldırıp Allah’a bir süre dua etti, sonra secdeye kapandı, uzun bir müddet secdede kaldı, sonra kalktı, ellerini kaldırıp bir miktar daha Allah’a dua etti, sonra tekrar secdeye varıp uzun bir vakit secdede kaldı. Sonra secdeden kalktı, ellerini kaldırıp biraz daha Allah’a dua ettikten sonra yine secdeye vardı ve sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden dilekte bulundum ve ümmetim için şefaat niyaz ettim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek için secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetim için (bağışlanma) diledim. O da ümmetimin üçte birini bana bağışladı. Ben de bunun üzerine Rabbime secdeye kapandım. Sonra tekrar başımı kaldırıp Rabbimden ümmetim için (bağışlanma) diledim. O da bana ümmetimin geri kalan üçte birini bağışladı. Ben de Rabbime şükretmek üzere secdeye kapandım." Allah Resûlü’nün (sas) bu ve benzeri uygulamalarından dolayı bir nimetin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin atlatılmasından dolayı kıbleye dönerek tekbir alıp secdeye varmak, secdede iken Allah’a hamdettikten sonra yine tekbir alarak ayağa kalkmak şeklindeki şükür secdesi güzel görülmüştür.
İbadetlerde gözetilen hikmetlerin başında, şükretme duygusu gelir. Ramazan’da tutulan oruçlar, hac mevsiminde kesilen kurbanlar, bilhassa zekât, sadaka ve Allah yolunda infak gibi malî ibadetler, nimetleri veren Yüce Allah’a şükretme hikmetine dayanmaktadır. İnsanın şükretme ihtiyacı yaratılışı gereğidir. Tertemiz fıtratını koruyan her insan, kendisine küçük bir iyilik yapana karşı bile vicdanen bir teşekkür borcu hissediyorsa, bütün nimetleri ikram eden Yaratanına karşı hamd ve şükretmemesi düşünülemez. Bu, kulluğun ve İslâmî terbiyenin doğal sonucudur. İnsan, kendisine sayısız nimetler lütfeden Rabbine şükretmekle kalmamalı, iyiliğini gördüğü insanlara da teşekkür etmelidir. Hz. Peygamber (sas) bir defasında bunu şöyle ifade etmiştir: "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez."
Kendisine bir iyilikte bulunana ya da hayrı dokunana teşekkür etmek İslâm ahlâkının gereğidir. Bunun nasıl olacağını Hz. Peygamber’den (sas) öğrenmekteyiz: "Kendisine bir ikramda bulunulan kişi, imkân bulduğu takdirde karşılığını versin. Bulamazsa (o iyiliği yapana) övgüde bulunsun. Çünkü (bir iyiliği) öven, şükran borcunu yerine getirmiş olur. İyiliği gizleyen ise nankörlük etmiş olur." "Kendisine bir iyilik yapılan kimse, iyiliği yapana, "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!" derse, en güzel övgüde bulunmuş olur." Bir diğer hadiste, "Bir kimseye bir nimet verilir de onu (hayırla yâd ederek) dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse ona nankörlük etmiş olur." ifadeleri yer almaktadır. Bu durum eşler söz konusu olunca daha fazla önem arz eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (sas) bir hadisinde, Allah Teâlâ’nın (cc), eşinin yaptığı iyiliğe teşekkür etmeyen bir kadının yüzüne bakmayacağını belirtmektedir. Kuşkusuz aynı durum eşinin verdiği emeğe, gösterdiği iyi niyete ve sunduğu hayra teşekkür etmeyen erkek için de geçerli olacaktır.
Yaratan’ını tanıyan her müminin, O’nun bahşettiği nimetlerin değerini bilmesi ve onları kendisine karşılıksız vereni hatırlaması kulluk bilincinin gereğidir. Dolayısıyla inanan kulun üzerine düşen görev, bu nimetleri kendisine nasip eden Yüce Allah’a (cc) karşı hamd ve şükür vazifesini her zaman yerine getirmesidir. Hz. Peygamber hangi malın hayırlı olduğunu öğrenip hayırlı mal edinmek istediğini ifade eden Hz. Ömer’e (ra), mal yerine, "şükreden bir kalp, zikreden bir dil ve âhiret hususunda yardımcı olacak imanlı bir eş" edinmesini tavsiye etmiştir.
Şükür, insanı yaratılış gayesinden uzaklaşmaya karşı korur. Çünkü insan, zenginliğe eriştiğinde ya da güç kazandığında zalimleşme, zorbalaşma, vicdansızlaşma eğilimindedir. Kendisine sunulan nimetleri ve imkânları Allah’ın (cc) bir lütfu olarak göreceğine, hep kendisinin elde ettiğini düşünmeye başlar. Bu aşamada şükrün yerini nankörlük hatta inkâr tavrı alır. Mayasında mal ve dünya sevgisi olan insanın, konumu yükseldikçe, varlığı arttıkça Rabbine karşı şükrü de artması gerekirken, nankörlüğü artar. "İnsan Rabbine karşı çok nankördür." Kendisini yeterli gördüğü için azgınlık eder. İşte bütün çeşitleriyle yerine getirilen şükür, bu kulluk bilincini muhafaza eder.
"Yiyip şükreden kimse sabrederek oruç tutan kimse gibidir." buyuran Peygamber Efendimiz (sas), müminin, varlıkta şükrederek, darlıkta ise sabrederek kazançlı çıkacağını belirtmiştir. Musibete uğrayınca sabreden, nimet verilince şükreden, kendisine haksızlık yapılınca affeden ve kendisi haksızlık yapınca da istiğfar eden müminlerin, korkudan emin olan ve hidayete erişmiş kimseler olduğu müjdesini vermiştir. Sayısız nimetin kendisine bahşedildiği insan, aldığı ve verdiği her nefeste, işittiği her seste, gördüğü her şeyde, tattığı her lezzette, dokunduğu her nesnede, kavradığı, idrak edebildiği her gerçekte bu kabiliyetleri kendisine veren Allah’ı (cc) anmalı, kendi âcizliğinin farkına varmalı ve kendisine hayat bahşettiği için Yüce Yaratan’a (cc) şükran duymalıdır. Unutmamalıdır ki, sadece kendisi değil melekler de dâhil olmak üzere yedi kat göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar hamd ile Allah’a karşı minnettarlıklarını dile getirmektedirler. Dolayısıyla hamdeden bir kul olmak kâinat bütününün anlamlı bir parçası olmak demektir.
Bütün bunlara rağmen, Allah Teâlâ, "Kullarımdan şükredenler pek azdır." buyurur. Bu durum, şükredenlerin bahtiyarlığını, şükretmeyenlerin talihsizliğini gösterir. Şükretmeyenler daha fazla nimete nail olanlara bakarak kendilerine çok az nimet bahşedildiğini düşünebilirler. Ancak esas olan, Peygamber Efendimizin (sas) de öğütlediği gibi, insanın zenginlik ve yaratılış bakımından kendisinden üstün olanlara bakıp dövünmektense, kendisinden aşağıdakilere bakarak sahip olduklarının kıymetini bilmesidir.