Ne asık suratlı, ne de kasvetli, mütebessime yakın tatlı bir bakışı var.
Çok konuşkan değil. Sorarsan cevap veriyor. Çok şey anlatayım diye telaşlanmıyor. Anlatırken de tane tane ve anlaşılır bir dil kullanıyor. Duruşu, bakışı insana güven veriyor. Dingin bir hali var.
Yerel lisanla tok, teknik terimle bas denebilecek bir sese sahip. İnsanın gönlüne hoş gelen tatlı bir Kur’an okuyuşu var.
Kısaca vasfetmeye çalıştığım kardeşim, Nevşehir’de varlıklı bir ailenin yaptırdığı biblo gibi güzel, namaz kılarken insana huzur veren bir caminin imamıdır.
Namaz öncesi bilgilendirici okumalar yapıyor. Sabah namazı öncesi güzel sesiyle Kur’an okuyup ardından anlamını veriyor. Bu sabah da İsra Suresinin ilk yedi ayetini okudu.
Kuranın mucize oluşuna bir kez daha iman ettim.
Oysa Kur’an’ı ve ismi geçen sureyi hem de anlamıyla birlikte defalarca okumuş olmama rağmen sanki yeni dinliyormuşum hissine kapıldım. Zihnime iyice yerleşsin diye de eve gelip birkaç meal ve tefsirden tekrar okudum.
Dikkatimi her ne kadar yedinci ayet çektiyse de meseleyi daha iyi anlayabilmek için dört ila yedinci ayetlerle birlikte okumak gerekiyor.
Ayetlere geçmeden birkaç kritere işaret etmek istiyorum. Kâinatta yaratılmış canlı-cansız bütün varlıklar, kıymetli, değerli ve muhteremdir.
Varlıkların en şereflisi insan da bu yaratılmışlara değer verip, haklarını teslim etmekle emrolunmuştur. Ne olursa olsun insana, ötekileştirici, yok sayıcı, imha edici bir durum yakışmaz. Özellikle de son dinin mensuplarına hiç mi hiç yakışmaz. Zira insanlığın son Rehberi, yaratıcının Sevgilisi; insanları bir tarağın dişleri, bir elin parmakları, bir bedenin uzuvları, bir zincirin halkalarına benzetiyor. Hal böyle olunca insanlar arasında, kim üstün kim engin, kim efendi kim parya, kim beyaz kim siyah tartışması yapmak abesle iştigaldir.
İnsanların kıymeti, Allah’a yakınlıklarıyla ölçülebilir. Bu da Yüce Yaratıcının işidir. Mutlak hâkim olan, taksim eden odur. Bize düşen şairin; hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen –kendine iyi bak çünkü âlemin özüsün sen- dediği gibi, insanlara ve hatta tüm yaratılmışlara iyi bakıp iyi görmekle mükellefiz.
Hiç şüphesiz kulluk kitabımız Kuran, birçok kavim ve milletten bahseder. En çok da Ben-i İsrail’den. Bahseder ki ümmet-i Muhammed ibret alsın. Onların yaptığı iyilikleri yapsınlar yanlışlardan da vazgeçsinler diye.
Bu temel ölçüleri zikrettikten sonra bahsi geçen ayetlerden bahsedebilirim.
Kâinatın yaratıcısı dördüncü ayette: “Ve kitapta İsrailoğullarına ‘Siz yeryüzünde iki kez bozgunculuk yapacak; azdıkça azacaksınız!’ diye hükmettik.” (4) buyuruyor.
Kendilerini Allah’ın imtiyazlı kulları kabul eden İsrailoğullarını iki kez taşkınlığa sevk eden, yaptıkları taşkınlıklardan dolayı onları perişan edenler kimler? Gerek Tevrat’ta ve gerekse tefsir kitaplarında bunların; Babil’ler ve Romalılar olduğu şeklindedir.
Cenabı Hak, Hz. Yahya ve Hz. Şe’ya’yı katleden Yahudilerin üzerine Babil hükümdarı Buhtunnasır’ı gönderdi. Kudüs’te taş taş üstünde bırakmadan yıktı. Yahudileri de kılıçtan geçirdi. Hakeza Romalılar da yakım ve yıkım da Buhtunnasır’ı aratmayacak tarzda katliam yaptı. Ortalıkta hiç Yahudi görülmeyince de evlere girip saklandıkları yerden çıkartıp onları öldürdüler. (Filistin’in Beytüllahim -et ev- anlamına gelen şehri, ismini bu katliamından dolayı almıştır.)
“Bu ikisinden ilkinin vadesi gelince, üzerinize çok güçlü ve acımasız kullarımızı gönderdik. Evlerin arasına kadar girip köşe-bucak (Yahudi) aradılar!.. Bu, gerçekleşmiş bir vaattir.” (5)
Gözüken o ki, Allah, mazlumun intikamını bir zalimle de almaktadır. Mümin de kâfir de Allah’ın kuludur. Mümin iken azan bir kavme kâfir bir kavmin tasliti (musallat edilmesi) ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslahı kabul etmeyenlerin akıbeti budur.
Zayıf olduklarında yalvarırcasına medet uman Ben-i İsrail topluluğu, güçlendiğinde hemencecik acımasız ve kural tanımaz hale dönüşüvermekteler. Yaptıkları kural tanımazlık ve haksızlıklarına rağmen Yüce Yaratıcı, onlara tekrar toparlanma, çoğalma imkânı verdi. Fakat fesadın ilk belirleyici vasfı olan kibirli tavırlarıyla hiçbir şey olmamış gibi eski azgın ve acımasız durumuna tekrar dönüverdiler.
“Bunlardan sonra sizi, tekrar onlara galip getirdik, mallar ve oğullarla size yardım edecek sayınızı artırdık.” (6)
Allah ne Yahudilere ve ne hiçbir kuluna zulmedici değildir. Cenabı Hak, insanların kendilerine verilen imkânı kuralına uygun kullanmaları halinde bu dünyada iyilik vaat ettiği gibi öbür dünyada da buradakinden çok daha iyisiyle muamele edecektir.
“İhsan üzere hareket ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz; yok, kötülük ederseniz, o da kendinizedir; çünkü (o iki bozgunculuktan) sonuncusunun vadesi gelince, yüzlerinizi kötületsinler, ilk defa girdikleri gibi yine Mescide girip ele geçirdikleri her yeri harabeye çevirsinler diye (yine üzerinize güçlü ve acımasız kullar göndeririz)!..” (7)
Zemahşerî bu ayetle ilgili yaptığı yorumda; ‘İyilik ve kötülüğün her ikisi de size mahsustur. Fayda ve zararı sizden başkasına sirayet etmez derken Hz. Ali’nin de –Kimseye ne iyilik ettim ne de kötülük- (Yani ettiğim iyilik de kötülük de aslında kendimedir.) deyip bu ayeti okuduğu nakledilmiştir.
Sonuncusunun vadesi gelince kullarımızı göndeririz ki; “YÜZLERİNİZİ KÖTÜLETSİNLER”
Zulüm namütenahi değildir. Bir gün mutlaka zalimin yüzü kötüleşecektir. Çünkü bu vadi ilahidir. Fakat bu kötüleşmenin de kendiliğinden olmayacağı bilinmelidir.
Nasıl geçmişte Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere nankörlük ettiler, kuralları tanımadılar, öğüt veren peygamberleri öldürdüler, haksızlık-zulüm yaptılar bu yüzden yüzlerini kötüleştiren Babilliler, Romalılar, Ömerler ve Selahaddinler çıktıysa, günümüzde ve gelecekte de bu tür haksızlık yapan, zulmedenlerin de yüzlerini kötületen birileri çıkar.