Abdurrahman AKBAŞ
DİB Başkanlık Vaizi
İnsan, yaratılışı itibarıyla kendisine eşya üzerinde tasarruf imkânı verilen bir donanıma ve potansiyele sahiptir. Akıl, irade, duygu, sezgi, muhakeme gibi üstün özelliklerinin bir tezahürü olarak bilme, anlama, kanaat ve tutum geliştirme yetenekleri, onu yaratılmışlar arasında müstesna bir yere konumlandırır. Bu yönüyle insanın varlığı, varoluşsal zemininde ulvi bir amacın varlığına da işaret etmektedir. İnsan, elbette bu âleme bir amaç için gelmiş olmalıdır. Böyle bir gerekliliği yok saymak, her şeyden önce insana haksızlık ve onu var edene saygısızlık olacaktır.
İnsandan daha büyük ve güçlü varlıkların yüklenmekten imtina ettiği bir emaneti Yüce Allah, fıtri kıvamına (akıl ve irade gibi özelliklerine) binaen bir emanet olarak insana tevdi etmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzab, 33/72.) ayeti, insanın yüklendiği sorumluluğun büyüklüğüne ve ağırlığına işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Uhdesindeki bu ağır emanetle insan, başlangıcı belli ve sonu kesin bir sürenin sınırlı öznesi olarak şehadet âleminden her şeyin apaçık ortaya konulacağı hesap gününe (yevmün meşhûd) doğru yol almaktadır. Onun bu yoldaki varlık gayesinin temel çerçevesi, yüklendiği emanetin gereğince Yaratıcı’yı tanımak, O’na iman/ibadet etmek, aklını ve iradesini daima iyiliğin öznesi olmak için kullanmaktır. İnsanın yol boyunca söz konusu emanete riayet etme kabiliyeti olduğu gibi ihanet etme özgürlüğü de vardır. Ancak, sona ermesi an meselesi olan bu yolculuğun ardından seve isteye kabul edilecek bir menzile varabilmek için insan, taşıdığı emanetin ve yükümlü olduğu gayenin bilinciyle hareket etmek dışında bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü o, bu yolun ardışığı olan sonsuz hayatın keyfiyetini burada, kendisine bahşedilen zamanda, bizzat kendisi belirlemektedir. Ebedî hayatın azığı olan her hasadı bu dünyada zamanla elde etmektedir.
Bu bağlamda zaman, insan için en değerli sermaye, en kıymetli imkândır. Nitekim İslam, zamanın dünyevi boyutu olan ömrün, gerçek hayat olarak nitelenen ahiretin mahiyetini belirleyecek bir fırsat alanı olarak görülmesini ve geçici olanın ebedî kazanca dönüştürülmesini istemektedir. Bu sebeple insan, korusunu bekleyen nefer misali, bu değerli sermayesini korumak ve onunla sonsuz hayatın huzur iklimini kazanmak için her an teyakkuzda olmalıdır. Geçmiş ve gelecek kaygısından kurtularak yaşadığı anı en iyi şekilde değerlendirmenin gayreti içinde (ibnu’l-vakt) olmalıdır. Kendisini gafletin, ihmalin ve ihanetin hüsrana sürükleyen girdabından uzaklaştıracak, varlık-emanet-gaye denkleminde sonsuzluğa yol almasını temin edecek kıvamda bir zaman bilinci kuşanmalıdır. Kuşkusuz böyle bir bilinç, yolun oyalayıcı nimetleri, ayartıcı güzellikleri ve aldatıcı cazibesi karşısında insana mukavemet imkânı sağlayacaktır.
Zaman bilinci, aslında insanın kendi varlığının idrakine ermesidir. Zira biriktirilemez,
yenilenemez ve yinelenemez bir biçimde akıp giden her an, insanın özünden ve ömründen bir parçadır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de çeşitli evrelerine yemin edilerek zamanın kıymetine dikkat çekildiğini görüyoruz. (Fecr, 89/1; Şems, 91/1-4; Leyl, 92/1; Duha, 93/1; Asr, 103/1.) Bu meyanda İnşirah suresindeki “Bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul!” (İnşirah, 94/7.) ifadesi, atalete mahal bırakmaksızın insanın tüm zamanını kuşatan bir kulluk sorumluluğunun ifasına delalet etmektedir. Zaman hususunda farkındalık oluşturan ve onu sorumluluk ekseninde emanet bilinciyle değerlendirmenin önemine işaret eden daha pek çok ayet-i kerime (Fatır, 35/37; Müminun, 23/99-100.) ve hadis-i şerif (Buhari, Rikak, 3; Tirmizi, Zühd, 25.) vardır. Esasen namaz, oruç, zekât, hac gibi edası zamanla ilişkilendirilmiş ibadetlerin de derûnunda böyle bir hikmet barındırdığı söylenebilir. Muvakkaten emredilen tüm bu ibadetler, insana kim olduğunu, niçin var olduğunu hatırlatarak bir yandan onun benlik ve kulluk şuurunu diri tutarken diğer yandan da zaman, emanet ve sorumluluk bilincini pekiştirmektedir.
Ne var ki günümüz dünyasının algıları kuşatan yapaylığı, varoluşu anlamlandıran değerlere karşı yabancılaşmaya yol açmıştır. Özellikle son yıllarda büyük bir ivmeyle gündelik hayatı dönüştüren teknoloji ve iletişim unsurları, insanların hakikat bilincini yaralamış; benlik, zaman ve hayat algılarında derin savrulmalara sebep olmuştur. Hızına erişilmez bir tüketim kültürünün insanların hakikat idrakini perdelediği böyle bir vasatta, hayatın bu dünya ile sınırlı olduğu yanılgısı daha da belirginleşmiş; ötesini umursamadan bütün zamanın haz ve ihtiras ekseninde harcanmasını marifet addeden bir yaklaşımın egemenliğine kapı aralanmıştır. Bugün daha fazla tüketme adına hızı hayat standardına dönüştüren modern insan, sahip olduklarının ve tükettiklerinin bile lezzetine tam anlamıyla varamadan kendisini yeni arayışlara sürükleyen çokluk yarışının rüzgârında vaktini ve ömrünü heder etmektedir. Dolayısıyla çağın bir açmazı olarak bencilliği, bireyselliği ve duyarsızlığı besleyen hazza dayalı derinliksiz bir hayat ve zaman algısı, insanlığın behemehâl kurtulması gereken bir cenderedir.
Zamana ve hayata dair hakikatli bir tasavvuru olanların, insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit eden bu manzara karşısında bigâne kalması, elbette yadırganacak bir şeydir. Bilinmelidir ki bu çağın sadece duyulara hitap eden yüzeysel idrak alışkanlıkları karşısında varlığın hakikatine yönelik yeni bir farkındalık oluşturma sorumluluğu, Müslümanların uhdesindedir. Zamanın ve mekânın Rabbine iman edenlerin, varlığın aşkın boyutunu çağın idrakine sunma ve İslam’ın hayata anlam katan değerlerini yeniden insanlıkla buluşturma yükümlülüğü bulunmaktadır. Zira bugün yeryüzü, ufuktan yükselen bir umut ışığı olarak tüm zamanları kuşatan, zihinleri aydınlatan, gönüllere şifa ve ferahlık veren İslam’ın mesajlarına, ilkelerine ve değerlerine susamış vaziyettedir.
Bu noktada Asr suresi, ihtiva ettiği mesaj, ilke ve ölçülerle müminler için öz ve önemli bir referanstır. Bu surede Yüce Allah, “Asra (zamana) yemin olsun ki iman eden, iyi işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insan hüsrandadır.” ikazıyla hüsrandan kurtuluşun iman, amel, hak ve sebat bütünlüğü içerisinde ortaya koyulacak bir duruşla mümkün olduğunu vurgulamaktadır. Böyle bir duruşu benimsemek ve temsil etmek, kendisini, insanlık için çıkarılmış en hayırlı ümmetin bir ferdi olarak görenlerin iman ve kulluk sorumluluğudur. Diğer taraftan İslam’ın hakikatlerini hayata hâkim kılmak için zamanın nabzını tutup yeni bir perspektifle numune-i imtisal olacak bir duruş ortaya koymak, bütün zamanı kudret elinde tutan Yüce Allah’a verilen ahdin bir gereğidir. Kaldı ki Müslümanın karakteristik özelliği, yaşadığı zamanın şahidi olmasıdır. Bu gerçek, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın onu “Müslüman” diye isimlendirmesinin temel gerekçesi olarak ifade edilmektedir. “Allah yolunda, gerektiği gibi cihat edin. Sizi O seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrahim’in dininde olduğu gibi. O size hem daha önce hem de bu Kur’an’da ‘Müslümanlar’ adını verdi ki peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz.” (Hac, 22/78.) Şahit olmak, sorumlu olmaktır. Şahit olmak, temsil ettiği kimliğin farkında olarak bizzat hayatın içinde yer almaktır. Olup bitenler karşısında inisiyatif almak, samimi bir iman, şahsiyetli bir duruş ve güçlü bir irade ortaya koymaktır. Ve nihayetinde şahit olmak, zamanın ruhunu kavrayarak Kur’an ve sünnetten alınan ilhamla asrın idrakine rehberlik etmektir.