Tüm etki ve yönleriyle “asrın felaketi” nitelendirmesine karşılık gelen büyük Şubat depreminin ikinci yıldönümündeyiz. Yüreğimize kor düşen o günden bugüne, milletçe yaşadığımız felaketin acısı tüm derinliğiyle hala her yanımızda. O günden bugüne devlet ve millet işbirliğiyle yaraların sarılması, acıların bir nebze de olsa dindirilmesi için eşsiz bir çaba gösterilmekte.  Bu noktada hem Diyanet İşleri Başkanlığımız tüm birim ve unsurlarıyla hem de Türkiye Diyanet Vakfı tüm olanaklarıyla, ilk andan itibaren deprem bölgesinde ve vatandaşlarımızın yanında yer aldı, almaya da devam etmekte. Bu kapsamda; ilk andan itibaren, komşu iller başta olmak üzere ülkemizin dört bir yanından binlerce Diyanet personeli “gönüllü” olarak deprem bölgesine koştu. “Din gönüllüsü” kardeşlerimiz, “deprem gönüllüsü” oldu adeta. Depremin ilk günlerinde “gönüllülük” başvurusunda yığılma olunca; hem işlerin sağlıklı yürütülebilmesi hem de sürecin ilerleyen dönemlerinde de ihtiyaca cevap verilebilmesi amacıyla bir planlama yapıldı ve görev almak isteyen personelimiz, belirlenmiş plan çerçevesinde ve intizam içinde bölgede görevlendirilerek depremin ilk ve en zor günlerinden itibaren vaziyet aldılar. Deprem bölgesinin tüm il ve ilçelerinde Başkanlığımız personeli; “Koordinatör”, “Yerel İdareci”, “Yerel Görevli Grup”, nöbet sırası kendisine gelmiş ve başka bir şehirden ilgili bölgeye intikal etmiş olan “İl Dışı Görevli Grubu”, “Vakıf Sorumlusu ve Görevlileri” şeklinde teşekkül ettirilen hiyerarşi çerçevesinde, sistemli ve planlı bir çalışmayla son derece planlı ve düzenli bir şekilde faaliyet icra ederek yaraları sarmaya çalıştılar.

Bahsi edilen bu görevlendirmeler kapsamında Bendenize de, depremin hemen ardından 10 gün süreyle, “Koordinatör” sıfatıyla, bölgede/Gaziantep ili İslahiye ilçesinde bulunmak nasip oldu, hamdolsun. Bu süre zarfında, planlama dâhilinde orada görevlendirilen mesai arkadaşlarımla beraber; hem faaliyetlerin herhangi bir aksaklığa mahal verilmeden yürütülmesi için azami hassasiyet gösterdik hem de depremzede personelimiz ile vatandaşlarımızın gönüllerine -bir nebze de olsa- dokunabilmek amacıyla yanlarında bulunmaya çalıştık.

İki yıl önce bu zamanlar, konteyner ve çadır kentler ile prefabrik evlerde ikamet eden vatandaşlarımızı ziyaret amacıyla düştüğümüz yolların iki tarafında; o meşum geceye kadar tüm haşmetiyle geçenleri selamlayan, binlerce insanımızın ikametgâhı olan, cıvıl cıvıl, renkli ve hayat dolu binaların yerinde; ürperten bir duyguyla ruhumuzun derinliklerine işleyen, acı bir yumruk misali yüreğimize oturan, gündüz ve aydınlık olmasına rağmen şehrin üzerine çökmüş bir karanlık hissiyatı uyandıran soğuk enkaz eşlik etmişti bizlere, seyahatimiz boyunca. Tanık olunan manzaranın hissettirdiği duygudan olsa gerek; adeta yuvalarından fırlamış gözler ile yıkıntılar üzerinde gezinen hayret dolu bakışlar kaplamıştı içinde bulunduğumuz aracı. Hayat dolu bir şehrin, on yıllar boyunca ilmek ilmek işlenerek ikame edilen bir kentin bir dakikada nasıl yerle bir olduğunu, olabileceğini idrak etmeye çalışıyorduk; kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Aciz kulluğumuz adeta çaresiz kalıyordu aşkın ilahî tecellî karşısında, havsalamız iktifa etmiyordu yaşanan hakikatin künhüne vakıf olma uğraşlarımıza.

Kimi kısmen kimi ise tamamen kaldırılmış enkazdan kalan molozlar ile henüz daha olduğu gibi duran yıkık binaların oluşturduğu kıyameti andıran manzara, acı veren bir tortu oluyor ve çarpıyordu gönüllerimize. Karşı karşıya kaldığımız manzara bir taraftan bu derin üzüntüyü yaşatırken bizlere, diğer taraftan da hem dünyaya hem de ebedi âleme dair nice ibretlik dersler haykırıyordu sanki. Koca koca binaların, ihtişamlı şehirlerin, milyarlarca liralık maddi değerin, onlarca yıllık alın teri ve emeğin; o “en acı bir dakika” sonrasında nasıl bir noktaya geldiği gerçeği, insanın dünya denilen imtihan yurdundaki esas gayesine dair önemli ipuçları sunuyordu bizlere ve herkese.

Enkazın içinden geçip çadır kente geldiğimizde; çadırının önünde, yıkılan evinin enkazından çıkardığı tahta taburesinde otururken teneke içinde yaktığı ateş ile ısınmaya çalışan amcamıza sarılmıştık. Bizleri görünce dolan gözlerindeki yaşları silmek istemiştik, hasbihal ederken. O “en acı” anı tekrar yaşıyormuşçasına gözleri dalıp gidiyordu; sakin ve kesik kesik cümleler dökülüyordu dudaklarından. Çadır kente kurulan çocuk parkında oynayan torununu eliyle işaret ederken, öksüz kaldığını söylüyordu hıçkırıklar eşliğinde. “Dağ olsa yıkılacak” bu manzara karşısında “eyvallah” çektik, sessiz hıçkırıklarımızı içimize akıtırken.

Çadır mescitten yükselen “Allahuekber” nidaları karışıyordu, acı hasbihalimize. Seyyar lavabolardan abdestimizi alıp öğle namazına geçmiştik.

Namazdan sonra, çadır mescidin önünde musafaha yaptığımız, hal hatır sorduğumuz Ali Amca’nın “Helalleşme” anları, çaresizce dizlerimizin üzerine yığılacak şekilde takatsiz bırakmıştı bizleri: Depremden sonra yıkılan evinin enkazından bir şekilde kurtulan Ali Amca, enkazın altında kalan ve kendisinden yardım talebinde bulunan eşini ve çocuklarını bulundukları yerlerden çıkarabilmek için adeta çırpınıyor. Ancak; o çaresizlik ortamında tek başına verdiği mücadele yeterli olmuyor çocuklarının üzerinde kalan duvarları ve kolonları kaldırmaya. İlk etapta bir umutla büyük bir mücadele ortaya koyarak ulaşmaya çalışsa da ailesine; dakikalar geçtikçe gücü tükeniyor ve çaresizlik tüm ağırlığıyla çöküyor Ali Amca’nın üzerine. Yine de evlatlarının ve eşinin seslerini duyuyor olması, bir şekilde teselli veriyor kendisine. Ancak bu teselli de enkazın karanlıklarında kül olup gidiyor bir süre sonra. Zira Ali Amca, türlü uğraşlarla çıkış yolu ararken ansızın çıkan yangın, umutlarını da evlatlarını da ailesini de alıp götürüyor. “Hakkınızı helal edin, sizi oradan kurtaramadım, beni affedin” şeklindeki hitabı, son diyaloğu oluyor eşi ve evlatlarıyla. Türlü zorluklarla, bir süre sonra yangının söndürülmesinin ardından, yeni bir umutla bir kez daha enkazın içine giren Ali Amca, evladının kolonun arasından simsiyah olmuş vaziyette sarkan elini görünce, daha fazla dayanamayarak oracıkta kendinden geçiyor. Yaşadıklarını, travmatik ruh haliyle ve hıçkırıklarla zar zor anlatan Ali Amca’ya, ne söyleyeceğini bilmez bir şekilde ve acı dolu bir çehreyle bakarken; haykıran bir sükûttan ve içimize akıttığımız kan misali gözyaşlarından başka bir reaksiyon gösterememiştik. Bu denli tarifsiz bir acıya ve derin hüzne rağmen, “bana dua edin de Rabbim aklıma mukayyet olsun” diyerek, büyük bir teslimiyet örneği ortaya koymasıyla; bir nebze de olsa su serpilmişti yüreğimize, Ali Amca’nın yanından ayrılırken.

Evet, “İslam kardeşliği” duygusuyla ve “hep beraber Milletiz” düşüncesiyle depremzede kardeşlerimizin gönüllerine dokunmaya çalışmıştık, ancak; onların yüreklerinden sadır olan ve bizim gönüllerimize dokunan dua ve niyazlarla, hem duygulanmıştık hem de motive olmuştuk iki yıl önce bu zamanlar. 

Çadır kentin içindeki sokakları gezerken; deprem sonrasında ikametgâh edindikleri çadırların önünde, büyük şeyler olduğuna dair sezintileri olduğu yüzlerindeki buruk tebessümden anlaşılan, ancak her zaman taşıdıkları masumiyetle yaşananların derinliğinden ve vahametinden habersizce koşup oynayan çocuklarımızın, o buruk tebessümlerine ortak olmaya, burukluklarını bir nebze de olsa azaltmaya gayret göstermiştik, bir yıl önce bugünlerde.

Depreme evinde yakalanıp, sarsıntının durması sonrasında, şans eseri ayakta kalan evinden kendini can havliyle dışarıya atan, ancak sokağa çıktıktan sonra evinin etrafındaki diğer tüm binaların yıkılmış olduğuna tanıklık eden ve karşılaştığı manzara karşısında çaresizce dizlerinin üstüne çöküp öylece kalakalan personelimize; depremin ilk anında, çocuğunu kucağına alıp bir şekilde evinden dışarıya çıkmayı başarabilen, o anda yıkılmakta olan binaların altında kalmamak için de sokak boyunca koşarken kucağındaki çocuğuyla beraber yüzüstü kapanan anneye şahitlik eden esnafımıza;  çok ilginç bir şekilde, giriş ile beraber altı katlı bir binanın, üstten dört katı, alttan da giriş katı ayakta durduğu/hasar görmediği halde, sadece birinci katın dış duvarlarının kendi içinde çökmesi neticesinde torununu ve kızını kaybeden dedeye ve daha nice acı veren yaşanmışlıklara kulak vermiştik, ziyaret ettiğimiz bir başka konteyner kentte, iki yıl önce bu günlerde.

Birbirinden farklı yüzlerce acının birbirine komşuluk ettiği ziyaretgâhtan ayrılmak üzereyken, bu defa semaya yükselen akşam ezanıyla konteyner mescide yönelmiş ve yine depremzede vatandaşlarımızla saf tutmuştuk. Hep beraber namazımızı eda ettikten sonra ellerimizi semaya açıp Yüce Yaratana birlikte yakarmıştık:

“Ya Rab, Memleketimize ve Milletimize bir daha böylesine bir acı yaşatma!

İçinde bulunduğumuz girdaptan bizleri bir an evvel salimen çıkart!

Ocaklarına ateş, yüreklerine kor düşen kardeşlerimize metanet ihsan eyle Ya Rab!

Bizlere merhamet eyle, çaresiz bırakma, güç, kuvvet ihsan eyle!

Yüce Devletimizi ve Kadirşinas Milletimizi ilelebet payidar eyle ya Rab!”

Amin!