Ayların en kıymetlisi olan ramazan-ı şerifi idrak ettik. Ramazan ve ramazan bayramları sizin muhayyilenizde, düşünce dünyanızda nasıl makes bulmakta, hangi yönleriyle öne çıkmaktadır?
Ramazan, Kur’an-ı Kerim’in insanlığa armağan edildiği ay. Kur’an şuuru ayı. Bizi şuurlu bir mümin olmaya davet eden otuz kutlu gün. Geçen ömrümüzü kalıcı kılmak, zayıflayan irademizi güçlendirmek, dağılan dikkatimizi toparlamak için bir tazelenme imkânı. Oruca bir “kalp yumuşatma eylemi” olarak da bakabiliriz belki. Zira kalp, yumuşamadan iyiliklere yönelemiyor. Bayrama gelince; nefis maratonunu tamamlayıp ipi göğüslemeye benziyor. Yarışa katılan herkes birinci olmuş, başarılarını bayram namazıyla taçlandırarak birbirlerine sarılmışlar. Minberdeki hoca, kardeş olduklarını söylemiş onlara. Bildikleri ancak hatırlamaları gereken bu hakikatle aynı dünyayı paylaştıkları insanlara bakışları değişmiş. Bu yeni bakış, neden erdemli davranışların habercisi olmasın! Olmalı. Zira paylaşmaya razı olmadığımız bir dünyada kimseye huzur yoktur.
Merhum şairimiz Sezai Karakoç, “Biz oruç tutuyoruz oruç da bizi tutmalı, oruç da acıkır.” diyor. Orucun insanı tutması, terbiye etmesi, olgunlaştırması nasıl gerçekleşir; bu manevi tedrisat kişide nasıl görünüm kazanır?
Orucu “açlık” olmaktan çıkaran şey iradedir. Açlık yıkıcı, oruç yapıcıdır bu yüzden. Açlık alçaltıcı, oruç yücelticidir. “Yiyip içmekten kesilmek oruç değildir. Oruç ancak kötü sözlerden, fena ve nefsani arzulardan vazgeçmektir.” diyor Peygamberimiz. Orucun bizi tutması kötülüklerden alıkoymasıdır belki. Fakat sadece kötülüklerden uzak durmak yetmez iyiliklere de yönelmek gerekir. Sezai Karakoç’un “Oruç da acıkır.” cümlesi bana bir hadis-i kutsiyi hatırlattı. “Ey Âdemoğlu! Beni doyurmanı istedim, doyurmadın.” buyurur yüce Allah. “Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirdim.” diye cevap verir Âdemoğlu. “Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Ona yiyecek verdiğinde, verdiğini benim katımda bulacağını bilmez misin?” buyurur yüce Allah. Orucun acıkmasını bu bağlamda düşünebiliriz. Acıkan oruç, hakkı verilmeyen oruçtur. Oruç öğretmendir, evet. Empati yapmamızı öğretir en çok. Kendini başkasının yerine koyamayan insan, başkalarının ihtiyaçlarını hafife alır, yaralarını küçümser, ölümlerine seyirci kalır.
Ramazan ayı Müslümanlar için rahmet ve arınmaya vesile olan bir ay. Aynı zamanda ömrümüzün muhasebesini yapmamız açısından da bir imkân veriyor bizlere. Bu konuda neler söylersiniz?
Muhasebe bir durum tespitidir, bir kâr zarar hesabı. Geçmişine bakarak geleceği için doğru kararlar almaya çalışır muhasebe yapan. Ramazan bir tefekkür zemini oluşturduğu için insana kendiyle yüzleşme fırsatı tanır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Mümin kul iki korku arasındadır: Geçmiş ve kalan ömrü arasında. Zira ne geçmiş ömrü hakkında Allah’ın nasıl hükmedeceğini bilir ne de kalan ömrü hakkında.” buyuruyor. Aynaya bakmak bunun için önemli. Muhasebe yapmayan bu korkuları nasıl duysun! Ya da bu korkuları duymayan nasıl muhasebe yapsın!
Çocukların dünyasında ramazanın ve bayramın çok farklı bir yeri oluyor. İnsan, hayatı boyunca o neşe anlarını unutamıyor. Nedir bu hayat boyu devam eden neşenin, sevinçli hatıraların kaynağı sizce?
Büyümek büyük bir sevinçtir çocuklar için. Ramazan ayında büyüyor çocuklar. Oruca, sahura ve teravihe katılarak büyüklerin dünyasının bir parçası oluyorlar. Tekne orucu tutan çocuk, büyüklerin ayakkabılarıyla yürüyor gibi sevimli. Sahur neşesinden pay almak için yalvarıyor anne babasına: “Ne olur beni de kaldırın sahura.” Bayram tahtının sahibi olmak kolay mı! Bu tahtta harçlıkları kabul etmek. O harçlıkları saklaması için annesine vermek…
Sizin çocukluğunuzun ramazanlarına gitsek… İlk oruç, ilk teravih, ilk bayramlar dediğimizde hangi hatıralar canlanıyor muhayyilenizde?
Ankara’da geçti çocukluğum. İlk orucumu hatırlamıyorum. Fakat ilkokul öğretmenimin “İçinizde oruç tutan var mı?” diye sorduktan sonra parmak kaldıranları lavaboya su içmeye gönderdiğini hatırlıyorum. Su içer gibi yapıp ağzımı yıkamıştım. İftarlarımızın tacı babaannemdi. Orucunu açmadan önce “Ey mağfireti geniş Allah’ım beni bağışla.” duasının Arapçasını okur sonra kaşığını çorbaya daldırırdı. Rahmetli babam yeraltı camilerinden birine götürürdü beni teravih için. O vakit çok cami yoktu Ankara’da. Apartmanların bodrumundaki minaresiz mescitlerdi yeraltı camileri. Teravih namazının en çok aralarda söylenen salavatlarını severdim.
Önemli bir toplumsal olgu olarak ramazanlar ve bayramlar şiirimize, edebiyatımıza nasıl yansıdı? Yeterince yansıdı mı? Bir de en sevdiğiniz mısraları bizimle paylaşır mısınız?
Ramazan ve edebiyat dendiğinde hatırıma önce Yahya Kemal’in “Atik-Valde’den İnen Sokakta” adlı şiiri gelir: “İftardan önce gittim Atik-Valde semtine, / Kaç def’a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, /Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti/ Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti…” mısralarıyla başlayan bu şiirde Yahya Kemal, oruçlu olmasa da dindar insanlara imrenişini dile getirmiştir: “Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri. / Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!/ Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz…” Yine de bir tesellisi vardır, bu neşesizlik içinde, gizli bir neşesi. Dinini tam olarak yaşayamasa da manevi hisleri hâlâ canlıdır: “…Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;/ Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: /‘Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; /Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.’” Bayram ve edebiyat dendiğinde yine Yahya Kemal’i hatırlarım. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” yalnız bir şiir değil Süleymaniye Camii’nin manevi tapusudur. Bayram namazına gelenler sadece yaşayan müminler değil bu toprakları vatan kılan şehitlerin mübarek ruhlarıdır. “Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, /Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya. /Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, /Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor. / Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı/Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı. /En güzel mabedi olsun diye en son dinin/ Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin…” mısralarına karışıp her bayram sabahı Süleymaniye’de olmak isterim.
“Ramazanlar ve bayramlar günümüz edebiyatçılarının metinlerine nasıl yansıyor.” sorusu bir araştırma konusudur. Ben de Yahya Kemal gibi bazı hassasiyetlerimizin hâlâ canlı olduğunu düşünüyor, bu hislerin bir gün bizi kaybettiğimiz manevi hazinelere götüreceğine inanıyorum.
Bayram rutinleriniz nasıldır, ilk kimleri ziyaret edersiniz, kimleri ararsınız?
Babam sağ olmasa da baba evi ilk ziyaret ettiğimiz yer. Şükürler olsun ki annemin ellerinden öpebiliyorum hâlâ. Rahmetli babam kimseye el öptürmez, sarılırdı ziyaretine gelenlere. Bayram biraz da anne baba demek. Biri eksik olunca bayram da yarım oluyor. Muhabbetin vesilelere ihtiyacı var. Bayram da onlardan biri. Kime daha çok muhabbet duyuyorsak önce onu aramamız gerekiyor. İşimizin düştüğü ya da düşeceği insanları değil.
Zaman ve mekân gözetmeksizin bir soru soracak olsak: Bayram sofranızda kimi ağırlamak isterdiniz?
Mehmet Akif Ersoy’u.
Bir koku vardı, sizi bayram sabahlarına götüren, neydi o koku?
Limon kolonyası kokusu.
Tabiri caizse bu bayram sevincimizi kursağımızda bıraktılar. Buruk ve mahcup bir bayram yaşıyoruz. Soykırımcı İsrail, Gazze’de dünyanın gözü önünde kardeşlerimizi öldürdü, öldürmeye devam ediyor. Yaşanan katliamlar bize hangi sorumlulukları yüklüyor?
Sevinç kelimesini telaffuz ederken yüzümüz kızarıyor şu günlerde. Hangi sevinç! Gazze bir çocuk mezarlığı hâline geldi. “Çocuk Mezarlığı” dünyanın en yakıcı tamlaması. İsrail, binlerce çocuğu ailesinden, arkadaşlarından ve okullarından kopartıp gömdü toprağa. Büyümesinler diye yaptı bunu. Büyüyüp ülkelerinin özgürlüğü için savaşmasınlar diye. Çocuk bahçelerinin çocuk mezarlıklarına döndüğü bir dünyada sevinçten söz edilemez. Bu çocukların âhı yerde kaldıkça başımız yerde olacak. Dünya kaybettiği onurunu ancak soykırımcıları cezalandırarak geri alabilir.
Son olarak sizden bir bayram mesajı alabilir miyiz?
Allah hepimize bayramı hak eden Müslümanlardan olmayı nasip etsin.