Duyu organlarıyla çevresini algılayan insan, elde ettiği kazanımı tasavvura dönüştürerek objektif bir değere, yani bilgiye ulaşmaktadır. Söz konusu boyutun yaşam süreçlerinde deneyimlenmesiyle de tecrübe meydana gelmektedir. Duygu ise bilgi öncesi ya da bilgiyle birlikte varlık gösteren daha sübjektif bir potansiyeldir. Bu açıdan, hakikat perdesini aralamada en önemli işlevsel faktör bilgidir. Buna mukabil duygu, bilgiye tadını ve ruhunu verip zihinsel arşivde saklı kalmasını temin eden önemli bir yardımcıdır. Bu sebepledir ki, eşya ve hadise hakkında hüküm verirken bu iki kuvvenin dengesini gözetmek gerekir. Buradan hareketle, dinî literatürde istendik neticeye ulaşmada itibara alınan merkez nokta illettir. Meselenin hikmet boyutu ise illetin doğal sonucu olarak makes bulmaktadır. Dolayısıyla, dinî bir meselede hüküm ortaya koyarken doğrudan hikmete, yani soyut çıktı ve sübjektif değerlendirmelere teslim olmak kişiyi varmak istediği asıl menzilden alıkoyabilmektedir.
Dinî meselelerde Cenâb-ı Hakk’ın muradına tevafuk edebilmek için muteber ilk kaynak nastır. Nassın muhkem ve çağlar üstü hitabı ise objektifliği temin etmede oldukça önemlidir. Buna göre, nassı yorumlama gayretinde olan bir kimsenin bu süreçte elini güçlendiren ikna edici başat unsur delildir. Bu sebepledir ki İslam düşüncesinde ortaya konan bir fikir, mutlaka delil ile çürütülmüş ya da itibara alınmıştır. Bu maruf ve makul yolun dışında gerekçelendirilmemiş, indi yorumlara dayanan hiçbir görüş tarih boyunca revaç bulmamıştır. Bu da özellikle dinî meselelerde görüş ve hüküm ortaya koyanları doğal olarak okumaya, incelemeye, araştırmaya; özetle kadim müktesebatı her yönden içselleştirmeye sevk etmiştir. Dolayısıyla, dinî konularda muhatabı ilzam etme noktasında, delilden yola çıkarak yüce Allah’ın muradını gerçekleştirmek ve meseleyi kişiselleştirmeden ve(ya) genellemeden sadece olay ya da olgu üzerinden değerlendirip hükme bağlamak ilmî geleneğimizde asil ve zarif bir çaba olarak göze çarpmaktadır. Bu da Allah hakkını savunmada kalemi yahut sözü kullananlara bilginin ahlakına dayalı kişisel varlık alanı açmakta; tabiilerine de usul ve esası merkeze alan bu maruf yolun ideal olduğunu göstermektedir. Her ne kadar belirli bir dönem cahiliye taassubundan neşet eden mezhep merkezli kişisel ve toplumsal kaotik hadiseler tarihin sayfalarına not düşse de söz konusu ilmî usûl ulema tarafından asla terk edilmemiştir.
Bugüne gelindiğinde, dinî zeminde inanç, soyut düşünce ve ideali merkeze alan, sahih bilginin yön verdiği bireysel hakikat arama çabalarının yerini; kişilerle kaim, gündelik hadiselere ve otantikliği tartışılır verilere dayalı sübjektif, duygusal ve kitlesel hareketler gasp etmektedir. Son zamanlarda daha da yakından hissedilen bu tutum, kolaycılığın zorunlu neticesi olan, kendini var etmek isteyen, usulden, adaptan, zarafetten oldukça uzak, çoğalmacı, nobran ve hoyrat bir anlayışı istem dışı gündeme taşımaktadır. Bahse konu zihniyet, orta döktüğü eylemler manzumesiyle gerek gerçek hayatta gerekse sanal sosyal mecralarda kul hakkını örselediği gibi, Allah hakkını da zihin ve gönüllerde unutulmaya terk etmektedir. En başta belki de iyi niyet ve samimi gayretle uç veren, sonrasında bir görüşü inşa etmeden çok imha üzerine kurulu, ezberi arkasına alan, tekelci, makul olmayan, etik ve estetikten vareste bir kimliğe bürünen bu tavır, son tahlilde maalesef tekfir silahıyla kişinin kendi dindarlığını tatmin etmede manivela görevini üstlenmektedir. İslam geleneğinin en önemli değerlerinden tevhit ve vahdeti yaralayan bu fotoğrafta, genellikle oluşturdukları aidiyet örgütleriyle kimliğini deklare edebilen, nitelikten ziyade nicelikle gündeme gelen, duygunun baskın olduğu; analiz, sentez ve hüküm değerinden yoksunluk sebebiyle taklit, taassup ve kutuplaşmadan beslenen bir varlık haritası söz konusudur. Dolayısıyla bu vasatta çoğu kez, kırsaldan kente göç ederek dinin Ortodoks yapısını savunma motivasyonuyla, öncülleri olmaksızın diğer tüm dinî görüş, fikir ve beyanlara muhalefet etmeyi kendisine görev addeden, bilgi ve şuur düzeyine ulaşarak marifetle taçlanan ideal Müslüman ekseninden sapmalar gösteren, sosyolojik açıdan “ara blok dindarlık” olarak isimlendirilebilecek kompleks bir yapı gözleme konu olmaktadır.
İnsan(lığ)ı dinî açıdan aydınlatmada ve rehberlik etmede aslolan hiç şüphesiz rasyonalitedir. Bu kadim usûl, dinin irşat yoluyla kişide var etmeyi hedeflediği birçok kazanımı da esasında temin etmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki, dinî bilginin sunumunda nesnelliği teşhis ve tespit edilememiş duygusal öğelere müracaat etmek doğrudan istismara kapı aralayacaktır. Nitekim dini anlama ve yaşama noktasında melankolik ve asılsız anlatılara maruz kalan, cehalet ve kendini gerçekleştirememe saikiyle anlam problemi yaşayıp birey olamayan; bu onulmaz açığı dinsel kurumsallaşmayla biteviye aşmaya/tatmin etmeye çalışan ve son kertede bir kişi ya da yapının sadık bayraktarlığına, yılmaz savunuculuğuna soyunan bir tipoloji istismarın en yalın resmidir. Yeryüzü sorumluluğunu unutup belirli merkezlerin ateşlediği işaret fişeğiyle manipüle edilen böylesi bir kimliğin, dinin kameti adına koyduğu bilgi ve bilinçten yoksun işlenmemiş davranışları ne yazık ki öncelikle dine mâl edilmektedir. Bu da dinin bireysel temsil ve sorumluluğunun ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir.
Sonuç olarak, tek başına yaratılıp son tahlilde yine tek başına hesaba çekilecek insana (bkz. En’âm, 6/94; Kehf, 18/48) yaraşan, yüce Mevla’nın kendisine bahşettiği akıl nimetiyle, Kur’an ve sünnet bütünlüğünü merkeze alan bir anlayışı kuşanıp bilgi-duygu dengesini kurarak dinî metinleri anlama gayretine girişmesidir. Bu meyanda, sözü edilen süreçte hem vesile hem de maksat açısından Allah rızasını her daim göz önünde bulunduran, dinin izzetini her şeyin üstünde tutan, İslam’ın sahih bilgisini haiz, insanlığın meseleleri üzerine imali fikirde bulunup ana eksenden kopmadan çözümler üretebilen, kişinin sağlam karakterli bir birey ve kimlik sahibi bir dindar olmasına katkı sunan değerli hocaların varlığı da kuşkusuz oldukça önemlidir. Söz konusu maruf yollarla elde edilen sahih dinî bilgi neticesinde kişi, insan-ı kâmil olma yolunda önemli mesafeler kat ederek dilini, zihnini ve gönlünü arındıracak; kendisinin, çevresinin, kâinatın ve nihayetinde Rabbinin idrakine sahip olacaktır.