“İçinde yaşadığımız ahir zamanın bireysel ve toplumsal boyuttaki en büyük problem alanı nedir?” diye sorulduğunda, hiç şüphesiz “ahlak” cevabı, yüksek sesle ve topluca dile getirilen bedihi bir ifade olacaktır. Zira bugün insan, tabiat ve kâinat üçgeninde, ispat-ı vücut derdine düşen insanoğlunun, maddenin karşı konulmaz bağımsızlığını tanımasıyla, çevresiyle iletişim ve etkileşimi kopmuş, zihinler harman yerine dönmüş, sekinetin mekânı kalp, yerini devren anlamsız bir telaşa bırakmıştır. İşte, böylesi bulanık bir suda hayatta kalma mücadelesi veren insan, zikredilen nabzı yüksek zamanlarda elinin altındaki ahlak sermayesini mirasyedi bir zihniyetle tarumar etmiş ve çok geçmeden iflasını açıklamıştır. Hal böyleyken karşımızda, ya fıtratına tamamen yabancılaşan, ahlaktan nasiplenememiş aykırı bir figür ya da ahlaki istikamet noktasında şerit kayması yaşayan, söz ve eylemlerinde senkron problemi göze çarpan ara bir kimlik müşahede edilmektedir.
Bir kavram ne kadar çok söze bulanırsa o denli örselenir, matlaşır, ucuzlar ve nihayetinde anlamı ve gayesi buharlaşıp yok olur. Dolayısıyla bir ifadenin, düşüncenin, tutumun, tavrın ve eylemin kadim üslupla, ya bir mefsedeti def; ya da bir menfaati celp etmesi gerekir. Bugün adeta gözü kuruyan/körleşen bir kaynak suyu misali, değeri her geçen gün daha da iyi anlaşılan erdemler ülkesinin şahı ahlak üzerine sarf edilen olanca söz anlamını yitirdiği gibi, her türlü iyi niyetli çaba da maalesef teşhis, tespit ve tasvirden öte gidememektedir. Dolayısıyla, oldukça mustarip olunan bu konuda olgun teklifler ortaya kon(ula)maması, meselenin palyatif ve kozmetik dokunuşlarla irdelendiğini göstermektedir. Bu noktada, “peki ne yapmak gerekir?” sorusu tüm içtenliğiyle bizleri karşılamaktadır. Bu doğrultuda bir yol haritası çizilecek olursa, öncelikle inançtan kaynaklanan bir motivasyonla kişinin varlık, anlam, değer ve gaye yönüyle kendinin farkında olması, her daim aktif bir tefekkürle hemhal olması ve en önemlisi imanı besleyen tüm menfezleri açık tutması gerekir. Çünkü sünnetullah dairesinde ortaya çıkan hiçbir netice sebepten vareste olmadığından, bugün bizleri yozlaşan ahlaka; vasıf, unsur, boyut ve yansımaları törpülenmiş bu müsebbebe götüren asıl faktör evvelemirde iman çürüklüğüdür. Nasıl ki, eğri cetvelden sağlam bir doğru beklemek hayal kırıklığı ile sonuçlanacaksa, imandaki kondisyon eksikliği sebebiyle ahlak da doğal olarak irtifa kaybetmektedir.
İman cevheri insan hayatında ne kadar mühimse, onu yüce Mevla’ya yaklaştıracak değerli davranışlar, yani salih ameller de o denli önemi haizdir. Bugün insanlığın, inançtan neşet eden yüce değerlerine yabancılaşmasının neticesinde ahlaki yozlaşmayla karşı karşıya kalmasında ihmal edilen bu pratik boyutun etkisi yadsınamaz. Sözü edilen menfi tablonun en bariz sebebi, Allah Rasülü’ne (s.a.s.) iman, amel ve ahlak düzleminde bir bütün olarak indirilen vahyin kategorize edilmesi, diğer bir ifadeyle iman-amel bütünlüğünün göz ardı edilmesidir. Çünkü teoriden ziyade eylem yönüyle proaktif bir karaktere sahip olan ahlak, ancak motorize edildiğinde anlama konu olur. Aksi takdirde varlık sahası bulmamış bir davranış, iyi ya da kötü olarak değerlendirmeye tabi tutulamaz. Bu açıdan, bilfiil müspet bir girişimde bulunmadan bireysel ve toplumsal ahlakı temenni etmek beyhude bir çabadır.
İman ve kulluk yolculuğunda kişiyi ideal ahlaki menzile ulaştıracak bazı mühim yol işaretleri bulunmaktadır. Buna göre, ahlakı temin eden ve istikameti belirleyen başlıca unsur bilgidir. Bugün başımıza gelen istenmedik her türlü gelişmenin altında yatan illet, bilginin cehaletle yaptığı ucuz mübadeledir. Hal böyle olunca, eşya ve hadise arasında kişiyi hakikate ulaştıracak sahih irtibat kurulamamış ve insanlık tümden duygusallığa terk edilmiştir. Bu meyanda, Allah’a kulluk ve yeryüzünü iyilikle imar etme yükümlüğünü sırtlanan insanoğlunun bu gayeye ulaşması için azami gayret sarf eden peygamberler, iman ve kulluk silsilesinin en zarif halkası olan ahlak değerini hukuktan azade ele almamışlar ve böylelikle dünyayı cennete tahvil etmişlerdir. Bu yönüyle hukuk, âlemlere her an bir yaptırım halinde olan yüce Allah’tan her an haberdar olma çabasıdır. Bu da hem Hâlik’a hem de mahlûka yönelik çift yönlü bir murakabeyi zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, ahlakın mütemmim cüzü hukuk olmadan ahlaki ikameden söz etmek laf-ı güzaftır. Nitekim hukukla, Yaratanın ve yaratılanın hakkı teminat altına alındığında oluşacak mülayim ortam, etik ilke ve değerlere doğrudan kapanmaz bir kapı aralayacaktır.
Yüce Yaratıcının insan, tabiat ve kâinata vurduğu husün mührünü arama, algılama ve anlama çabası olarak ifade edebileceğimiz estetik, bahse konu ahlakın cilasıdır. Güzel(liğ)in tecessüm ettiği bu değer, pratik boyutuyla yaşamın tüm alanlarına dair estetik kaygıyı, yani olanın ve(ya) olması gerekenin en iyisine imza atma çabasını insana daima telkin etmektedir. Bu da doğal olarak bireyi, içinden gelerek ve özgür iradesiyle ortaya koyduğu eylemleri açısından “aktif ahlak” idealine yönlendirmektedir. Buna mukabil, estetik bakış açısının hayattan el-etek çektiği durum ve ortamlarda ise kişide, davranışların çıkış noktasını birtakım kural ve kısıtlamaların belirlediği “pasif ahlak” eğilimi söz konusu olmaktadır.
İlk insandan bugüne genel geçer kurallar manzumesi olan, Habil ile Kabil'in arasını tefrik ve temyiz eden başat değer ahlak, bireyi; kendilik algısı gelişmiş, özünü bulan/bilen, çevresine karşı edilgen tutum sergileyen, hayatı anlamlandıran; hülasa “insan-ı kâmil” olarak muttasıf bir kişilik kıvamına getirecek en güçlü içeriğe sahip potansiyeldir. Öz-posa ayrımında nirengi nokta olması sebebiyle önemli bir varlık alanı oluşturan bu donanım/kazanım, kişiyi tüm mürettebatıyla terk ettiğinde mahiyet kaybolmakta ve elde sadece form kalmaktadır. Bugün dikkat ve şikâyet çeken şeklî dindarlık popülasyonunu gündemde tutan ana sebep, dindar bünyede ahlaka dair umulan rezervin bulun(a)mayışıdır. Bu bağlamda, dindarlığın çeşitli dünyevi motivasyonlarla imaja feda edildiği nevzuhûr dindarlık anlayışından en çok zarar gören de gayesi yeryüzünde tevhit ve vahdeti ikame etmek olan dinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla dini; toplumda mevki elde etme, başkaları nezdinde itibarlı olma, korkuları yatıştırıp güven temin etme, sıkıntılar için teselli, yoksunluklar için telafi gibi insani birçok istek ve ihtiyacı karşılamada elverişli bir vasıta durumunda gören dindardan sadır olan kemale ermemiş bazı ifade, tepki ve tavırlar Müslümanlardan ziyade İslam’a mâl edilen kasır anlayışları beslemektedir.
Ahlak öncesi tüm inşa faaliyetleri esasen imhanın birer sessiz habercisidir. Fakat ahlakın tahkim edilmesinden sonra onun verâsına konacak vasat vasıfların bile kemale giden yolda boy atıp serpileceğini ifade etmek izahtan varestedir. Öte yandan zikredilen husus, ahlakın kurgulanmayan ve kendiliğinden gelişen bir fıtrat olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Nitekim Hüccetü’l-İslâm Gazzâlî’nin (ö. 505/1111); “Ahlak, nefiste iyice yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar fikrî bir zorlamaya ihtiyaç duymadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar” (Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn, Dâru’l-ma’rife, Beyrut, t.y., III, 53) şeklinde tanımladığı bu nebevi değer, adeta tarihten bugüne gönderilmiş zarfı açılmayan bir mektuptur. Bu çerçevede ahlak, tecezziye tabi tutulamayacak derecede bütüncül, kuşatıcı, kapsamlı ve kategori üstü bir boyuttur. Fakat bugün bazı merkezlerin düğmeye basarak oluşturdukları hâkim algı, yaşanan hayatı kompartımanlara ayırarak ahlakı, yaşamın belli bir bölümüne hasretmiş ve bireyi mekanikleştirmiştir. İyilik şemsiyesi altına giren bütün güzelliklere ihtiyacın gün geçtikçe arttığı fesâd-ı zamanda, anılan hasleti en yalın ifadesiyle “güzel ahlak” olarak tanımlayan Hz. Peygamber’in (bkz. Müslim, Birr ve’s-sıla, 5 [2553]) bu küllî yaklaşımı, yaşanan tüm problemleri kökünden çözecek yegâne devadır.
Ahlak bireyde yerleşip kök saldığında, testinin içindekini dışa sızdırması gibi, kişiden dış dünyaya yansıyan nahif bir iklim hissedilir. Söz konusu farkındalık, özellikle son zamanların yitiği samimiyettir. Bu değerin, mahiyeti itibariyle doğrudan inkâr ve nifakı gönül sahnesinden silmesiyle ahlakla iman arasındaki muhkem ilişki tastamam tebarüz etmektedir. Diğer taraftan, samimiyetten neşet eden en bariz duygu mutluluktur. Bu his, modernitenin küllendirdiği ve bugün modern insan için, yerini bazı otomatik sevinç nöbetlerine bırakan, karar ve istikrar özelliğiyle maruf, anlatılmaz yaşanır bir tecrübedir. Buna göre, ahlakın dolaylı yönden bireyin dünya ve ahiret mutluluğunun teminatı olduğunu belirtmek hakkı teslim edilmesi gereken bir çıkarımdır. Ahlakın netice boyutuna göz attığımızda ise karşımıza çıkan erdem güvendir. Toplumun bugünkü gelinen noktada külli bir güven problemi yaşadığı göz önüne alındığında ahlakın önemi bir kez daha tebellür etmektedir. Buraya kadar altı çizilen güzel hasletler yaşama konu edildiğinde, ahlakın potansiyelindeki bir başkasına kolayca sirayet etme vasfından dolayı toplumsal etki yoluyla bu iyilik dalgası yeryüzüne yayılacak, böylelikle ideal topluma ulaşma iradesi artık ütopya olmaktan çıkacak ve çoraklaşan gönül haritamız tekrar yeşile boyanacaktır.
Bu itibarla, günümüzde ahlak konusunda behemehâl yapılması gereken, asrısaadette vahyin mübelliği Allah Rasulü eliyle tümdengelim esasıyla doğrudan insanla buluşan etik ilkelerin, günümüzde ihlas ve samimiyetin yön verdiği gayretkeş bir çabayla bu defa tüme varması sağlanmalıdır. “Emr bi’l-maruf nehy ani’l-münker”in fonksiyon ve mevzi kaybettiği böylesi zamanlarda bu ideal yönteme tutunulmadığı takdirde, öznesi ahlak olan konforlu şikâyet cümleleri daha çok kurulacak ve kör dövüşü hız kesmeden devam edecektir.