“Bilinçaltı” denince akla ilk gelen isim, hiç şüphesiz Avusturyalı psikolog Sigmund Freud (ö. 1939)’tur. Freud, rüya analizi ve serbest çağrışım tekniğini kullanarak, insanın geçmişteki etkili cinsel ve saldırgan dürtülerini yüzeye çıkarmayı hedeflediği psikanaliz yöntemiyle, insan zihninin “bilinçdışı” adı verilen gizli kalmış bölümünü keşfetmeye çalışmıştır. Freud bu çabalarının sonucunda, zihnin derinliklerinde saklı ilkel ve saldırgan güçleri kontrol eden bir bariyer olduğunu dile getirerek, bu engelleyici gücün insanların duygularını bastırdığını ve söz konusu potansiyelin kontrol edilemediği takdirde, birey ve toplumun kaosa sürükleneceğini ileri sürer.
Kısa sürede farkındalık yaratan ve Freud’u hatırı sayılır bir üne kavuşturan psikanaliz yöntemi, gücü elinde bulunduran odakların iştahını kabartmış ve bu merkez kimlikler, kalabalıkları kontrol edip hâkim unsur olabilmek için bahsi geçen metodu kullanmak istemişlerdir. Bunların başında da Viyana’da yaşayan amcası Freud’un, kendisine hediye ettiği Psikanalize Giriş kitabından etkilenerek bu alana yoğunlaşan yeğen Edward Bernays (ö. 1995) gelir. Kendi içinde tutarlı bir düşünce sistematiğine sahip olan Freud’a nispeten Bernays, kliniğe hasredilen psikanaliz yöntemini topluma yaymış ve kitleleri maniple etmek için hassasiyeti yüksek yöntemlere başvurarak kapitalizmi hortlatmıştır. Zira Bernays, piyasadaki ürünleri insanların bilinçdışı arzularıyla ilişkilendirerek, ihtiyaçları olmayan şeyleri onlara aldırmak için hangi ikna yöntemlerinin kullanılması gerektiğini Amerikan şirketlerinin kulağına fısıldayan ilk kişidir.
Amerikan’ın sosyal ve siyasi tasarruflarının makyajını yaparak, ortaya çıkan malzemeyi tüm dünyaya pazarlayan psikanalist Bernays, günümüzde yaygın bir şekilde kullanılan “halkla ilişkiler” kavramını ortaya atan ilk kimsedir aynı zamanda. Bu durumun bir yansıması olarak Bernays, her bireyin farklı kişilik yapısında olmasına rağmen toplumsal uyma davranışının pratik sonucu olarak tek tip davranış kalıbının kişilere sunulduğunu belirtip, insanın fantastik kişilik özelliklerini yansıtamadığından yakınır. Bu serzenişin çıkış noktası ise kapitalizmin ekmeğine yağ süren ve İslam’ın da şiddetle karşı duruş sergilediği ferdiyetçilik düşüncesidir.
Bilginin, davranışı kontrol altına aldığını ve insanların karar aşamasında birçok değişkenden etkilendiğini belirterek, “zihin okuyan adam” olarak nam salan ve önemli bir reklam/pazarlama sihirbazı addedilen Bernays, insan duygularıyla piyasadaki ürünler arasında irrasyonel bir bağlantı kurmuştur. Diğer bir ifadeyle, zihnin derinliklerindeki bencil arzuları kontrol etmenin biricik yolu olarak gördüğü psikanaliz yöntemi, insan yığınlarını birer uslu çocuk haline getirip “tüketen insan modeli” oluşturmak için Bernays’ın görünmez kahramanı olmuştur. Bu itibarla, ürünlerin psikolojisini de okuyan Bernays’a göre, bir ürünü satın alma hikâyesinin altında, ihtiyacın aksine kişinin kendisini daha iyi hissetme ve bunu başkasına gösterme düşüncesi yatmaktadır. Hal böyleyken, insan zihninde yaratılan bu imgesel ilişki sonucunda, başlangıçta ortaya çıkan müspet hava, aslında sonun başlangıcını haber vermektedir. Dolayısıyla, sözü edilen geçici iyilik halinin sonucu, kişinin tüm benliğini kaplayan mutlak pişmanlık ve hüsran olacaktır.
Sabitelerin yerine gerçeküstü duygulanımı merkeze alan Bernays, toplumu ihtiyaç kültüründen arzu ve haz kültürüne evirmenin ilk basamağında, kendisine ikincil bir rol biçildiğini düşündüğü kadına yönelmiştir. Acıkan kapitalist organizmayı doyurmak için erkeğe nispetle daha duygusal bir donanımda olan kadına ait tabuların yıkılması gerektiği düşüncesinden yola çıkan Bernays, kadını tam manasıyla nesneleştirmiştir. Bu doğrultudaki ilk hamleyi, bilinçaltında erkeğin cinsel uzvunu temsil ettiğini ileri sürdüğü zararlı alışkanlık sigara konusunda yapmıştır. Buna göre, sigara içen kadın da mecazi olarak erkekleşecek ve böylece erkek hegemonyasına kafa tutup özgürleşebilecekti. Buna mukabil aynı sistem tarafından, erkeğin zihin dünyasına da cinsel gücü ile özdeşleştirilen araba gibi dominant nesneler sunulmuş ve böylece eşrefü’l-mahlûkât olan insan, eşya ile aynı seviyede konumlandırılmıştır. Derinlere inildiğinde, tüm bu çabaların arka planında Freud’un, insanın tekâmüle kabil olmayan vahşi bir hayvan olduğu önermesini görmek mümkündür.
Meseleye ahlaki açıdan yaklaşıldığında, belli mihrakların çıkarlarını ihya etme adına, içinde olup biten her şeyi dışa vurması istenen ve güçlü/özgür birey imajıyla ifsat edilen kadın özelindeki toplum, moda anlayışa hizmet eden tüm ürünlerle her geçen gün kan kaybetmeye devam etmektedir. Nitekim Barbie bebeklerle yetiştirilen dünün kız çocukları, bugün moda dergilerinin tutkulu takipçilerinden olmuştur. Günümüzde vizyona dair ortaya konan her resmin altında da şüphesiz aynı imza vardır. Tam da bu noktada ifade etmek gerekirse, “Enceşe hadisi” (bkz. Müslim, Fedâil, 18 [2323]) ile kadınların birer billur cam olduğunu belirtip, onlara kırmadan nazikçe davranmanın öneminden bahseden Hz. Peygamberin (s.a.s.) ümmetine mensup kadınların ruhları, bugün tahrip gücü yüksek ağır bir bombardıman altındadır. Zira popüler rüzgârların yönünü tayin ettiği moda anlayışı, Kur’an’ın “kânitât” (itaatkâr) (bkz. Nisâ, 4/34) olarak tavsif ettiği kadını, her geçen gün daha da hoyratlaştırmakta ve erkekle arasındaki fıtrî makası daraltmak istemektedir.
Diğer taraftan, psikanalist ve kapitalist birlikteliğin ortak bakış açısına göre, tüketim toplumu oluşturmanın en önemli adımı, yerleşik elit tüketiciye ilaveten, sıradan insanların da duygularına hitap ederek onların değerli olduklarını ihsas ettirmek ve bu kırılgan kesimi oyuna dâhil etmektir. Dolayısıyla, başlarda kudretli bir avuç azınlığa hitap eden bu hedonist anlayış, sonraki süreçte imkân sahibi olmayanları da daha fazla çalıştırarak yarıştan koparmama gayesi gütmüştür. Böylece, bahse konu yapının var ettiği küresel rant lobilerinin dünya sakinleri üzerine attığı zaman ayarlı sismik bombalar, bereketin alın teri ile özdeşleştiği ve finansal matematiğin “2x2”nin “4” sonucunu vermediği toplumlarda, değişimin fitilini ateşlemiştir. Neticede bugün, bereketin fön rüzgârlarının yerini, para hükmündeki küçük bir kartta koparılan kısa süreli fırtınalar almıştır. Özetle, tikel varlık olan insanı, birey olmaktan çok kitlesel sermaye olarak gören kapitalizm, günümüzde irrasyonel dokunuşlarla insan balyalarını peşinden sürüklemeye devam etmektedir.
Maddeyi önceleyip manayı elinin tersiyle iten kapitalizmin ağına düşen beşerin bilinçaltındaki karanlık dehlizlerde dolaşıldığında, onun maddeye olan aşırı muhabbetinin, aslında menfaat ilişkisine dayanan göstermelik bir sevgi olduğu görülür. Zira fakirin hakkını vermeyen, her gece yatmadan saydığı sermayesi sebebiyle şizofren bir ruh haline bürünen ve hayatı bu dünyadan ibaret zanneden söz konusu tipolojinin zihin kıvrımlarında, sonsuzluğa ulaşma yani ölümsüz olma düşüncesi yatmaktadır. Fakat insan-mal ilişkisinin detaylandırıldığı Hümeze Sûresi’ndeki; “O, malının, kendisini ebedileştirdiğini sanır.” (Hümeze, 104/3) ayetiyle boşa çıkarılan bu yanılsama, yerini dünya ve ahiret birikimleri ile ilgili iflası ilan edilen derin bir pişmanlığa bırakır.
Hz. Peygamberin ifade ettiği üzere, “malım, malım” diye dil döküp durduğu halde yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip gönderdiğinden başka, bu dünyaya dair aidiyet numunesi bulunmayan insan (bkz. Müslim, Zühd ve Rikâk, 53 [2958]), maddeye meftun oluşunun anlamsızlığını ilahi hakikat ölümle idrak edecektir. Öte yandan, her şeyde olduğu gibi madde ile mana arasında da orta yolu takip eden İslam, kişinin dünyadaki nasibini unutmaması gerektiğini belirtirken (bkz. Kasas, 28/77), aynı zamanda bu yolculukta yoldan gelip geçen bir garip yolcu tavrını takınması gerektiğini söyler (bkz. Buhârî, Rikâk, 3). Zaten yaşamın konu edildiği bu oyun ve eğlencenin bir gün biteceğinin farkında olan insan, anayolu bırakıp tali heyecanlar aramaz.
İnsan nefsi de maddeye dair her unsur gibi yükselmek, yukarılara çıkmak ister. Onun bu çıkışlarını bastırıp kontrol altına almak da akıl sahiplerinin kârıdır. Nitekim Hz. Peygamberin; “Akıllı, nefsini aşağılayan ve ölüm sonrası için çalışan kimsedir…” sözü (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25), vaziyeti özetleyen ve zihinlerde soru işareti bırakmayan ibretli bir ders niteliğindedir. Bu bağlamda, insanın maddeyle olan münasebetine; “…Yiyin, için fakat israf etmeyin…” (A’râf, 7/31) ve “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.” (İsrâ, 17/29) ayetleri ile ölçü getiren İslam, dünya hayatında zarûriyyât ve hâciyyât merkezli bir yaşam şekli sunarken, insanın arzu ettiği her şeyi bulabileceği cennet tasviriyle de (bkz. Yâsîn, 36/57) ahirete dönük kanaatkâr, umutlu ve dinamik bir mümin portresi çizmektedir.
Dinî literatürde kötülük, kalbin rahatsız olduğu ve başkalarının muttali olmasından hoşlanılmayan şeydir (bkz. Müslim, Birr ve’s-sıla, 5 [2553]). Bu sebeple, kişinin kendine ait bazı hususi alanlarının olması da pek tabiidir. Fakat insan zihninin derinliklerinde, yaş/kuru ne varsa bulup ortaya çıkaran psikanalizm, dinin mahremiyete dönük tüm umdelerini yıkmakla kalmamış, maddeyle yapmış olduğu işbirliğiyle de anlam boyutu ağır basan insanı mekanikleştirmiştir. Buna mukabil, insanı mana cihetiyle muhatap alan, vesilenin aksine makâsıt açısından konumlandıran ve eşyayı ona boyun eğdiren İslam, düğmeye basarak kitleleri harekete geçiren kapitalizmin psikolojik akıl oyunlarına karşı bugün olduğu gibi yarın da en büyük sığınaktır. İşte, büyük fotoğrafı görerek yürüme mesafesindeki bu sükûnet yurduna koşar adım ilerleyen insan, içindeki fıtrî potansiyeli harekete geçirip bir an önce dünya-ahiret terazisini kuracak ve asıl bonusları o zaman kazanacaktır.