Gerçek hayatın ruh taşımayan yansıması mesabesindeki sanal mecra, bugün zengin-fakir/genç-yaşlı ayırt etmeksizin herkesin evine ve cebine konuk olmaktadır. Kişinin ilk çocukluk evresinden, hayatının son demine kadar beraberinde getirdiği algı ve ihtiyaçlarının yön verdiği eğilimler, kulağı çınlatılan bu yatılı misafiri ağırlamanın boyutlarını tayin etmiştir. Buna göre, kuytu köşelerde veya kalın duvarlar arasında gerçek hayattan kaçamak yaparak bağlanılan sanal odalar, süreli tatminlerle kişiyi oyalamakta ve avutmaktadır. Az maliyetle, sermayesiz bir şekilde oturulduğu yerden yürütülen bu meşgale; haberleşme, bilgi edinme, hayatı kolaylaştırma gibi faydalı alanlara kapı aralamakla birlikte, genelde Hz. Peygamberin (s.a.s.), kişinin aldandığı iki nimetten biri olarak belirttiği boş zamanın (bkz. Buhârî, Rikâk, 1) tescil edilmiş en büyük düşmanıdır.
İçinde bulunduğumuz enformasyon çağından onlarca yıl öncesine giderek, o vakti yaşayan insanlara bugünkü sözü edilen fotoğrafın gösterilme imkânı olsa, bunun ancak hayal olabileceği şeklindeki tepkiyi kestirmek çok da zor değildir. Dolayısıyla, müşterek aklın hayalî bir boyut olarak değerlendirdiği bu ortama bakıldığında, uyku halindeki rüya gerçekliği gibi, sabit bir mekândan birçok pencereye açılan harikulade manzarayı görmek mümkündür. Bu açıdan, bir yolcu otobüsü şoförünün aslında taşıdığı yolcuları da gideceği yere götürdüğü halde, sürüş esnasında bulunduğu sınırlı mekândan dolayı kendisini tek başına algılaması gibi, sanal yolculuğa çıkan kişi de birçok değişik kişilik profili ile mukabele ve muarefede bulunmasına rağmen, içinde bulunduğu fiziki sebeplerden ötürü kendisini yalnız ve savunmasız hisseder.
İşte, söz konusu algıdaki derinliğin kaybolması hali, insanın yalnızken gerçekleştirdiği iş ve işlemleri, huzurda da aynıyla belki daha fazlasıyla icra etmesine sebep olmaktadır. Binaenaleyh, temas edilen algı ve ihtiyaçlar doğrultusunda sanal merkezlere başlangıçta güvercin tedirginliği ile birbirinden farklı ve özenle seçilmiş fotoğraflar veren dijital insan, sonrasında Hz. Peygamberin; “…Kötülük, kalbine rahatsızlık veren ve insanların muttali olmasından hoşlanmadığın şeydir” (Müslim, Birr ve Sıla, 14 [2553]) hadisine muhalif olarak normal şartlarda “asla!” dediği her şeyi, çok daha fazlasını elde etmek ve(ya) daha vurucu olanı yakalamak için hoyratça ortalığa saçmıştır.
Toplumsallaşmadan bireyselliğe geçişin en bariz yansıması olan bahse konu mecrada kişi, en ideal ve mükemmel olanı ortaya koyma adına hırslı bir yarışa girerek, gerçek hayattakinden çok farklı bir profil çizmektedir. Bu bağlamda, Avusturyalı psikolog Sigmund Freud’un (ö. 1939) sistematize ettiği psikanaliz yönteminin odak noktasını teşkil eden bilinçaltı süreçleri, zikredilen tutumda aktif rol oynamaktadır. Zira baskıcı uygulamalara tabi tutulduğundan dolayı edilgen kişilik yapısına bürünen sıradan birey; beğenilme, takdir edilme, özgür olma vb. isteklerinin sonucunda, bilinçaltında hayalini kurduğu imajı piyasaya sürerek, gündüz hizmetçilik yapan külkedisinin gece prenses oluşu gibi, gerçek hayatta gerçekleştiremediklerini var edebilmenin saman alevi sevincini yaşamaktadır. Dolayısıyla, irili ufaklı ekranlarda sınırlı karakterle namütenahi bir kimlik inşasına soyunan gerçeküstü insanın bu rüyadan uyanması, çok da uzun zaman almayacaktır.
Denetim ve yönetimin etkin olmadığı vizyonel süreçlerde kusursuzluğu yakalamak isteyen güncel insanın PR çalışmalarının kaynağını, vakti zamanın Firavun’unda gözlemlemek mümkündür. Zira Firavun’un, tebaası üzerindeki tanrılık iddiasının bir sonucu olarak lavabo ihtiyacını gidermemesi ve sonunda ölümle yüzleşmesi, bu konudaki analitik bir örnektir. Bu itibarla, beşere ait hiçbir tasvir mükemmel değildir. Nitekim yaktığı meşaleyle anlam dünyamızı aydınlatan Kur’an-ı Kerim’in, Hristiyanların ilahlaştırdığı Hz. İsa ve annesinin yemek yediğini hatırlatması şeklinde zihinlere arz ettiği basit ve muhkem önermesi (Mâide, 5/75; ayrıca bkz. Enbiyâ, 21/8), Allah dışında kemal sıfatları haiz hiçbir varlığın bulunmadığını göstermesi açısından sarsıcı bir temsildir. Bu meyanda, internet ortamında takip edilip beğenilen bir avatarın ete kemiğe bürünmüş şekliyle karşılaşıldığında çoğu zaman verilen “bu muymuş?” tepkisi, yapılan analizi haklı çıkaran oldukça manidar bir durumdur. Tam da bu noktada, günümüzde sanal zihinlerin karizmatik lider aradığı ortamlarda, Kur’an’ın tüm olağanüstülüklerden arındırılmış sade bir insan olduğunu hatırlattığı Hz. Peygamberin (bkz. İsrâ, 17/93) vizyonunun, en sahici kimlik olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.
Antik Yunan filozofu Platon’un (ö. M.Ö. 347), doğru bilginin varlığını kanıtlamak için mağara metaforunu kullanarak geliştirdiği “idealar kuramı” bağlamındaki iki dünyadan biri olan ve sürekli değişim göstermesinden dolayı bilinmesinin imkânsız olduğunu savunduğu “gölgeler dünyası”, sabitenin yani “idealar dünyası”nın tipik bir taklidi konumundadır (bkz. Ahmet Arslan, İlkçağ Felsefesi Tarihi 2: Sofistlerden Platon’a, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, ss. 260-261). Bu doğrultuda, günümüzdeki gerçek dünya ile sanal âlem arasındaki münasebetin, Platon’un idealar dünyası ile gölgeler dünyası arasında kurduğu ilişkiyle mutlak uyum arz ettiğini söylemek imkân dâhilindedir. Bu noktadan hareketle ifade etmek gerekirse, “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözü kabilinden, sanal gerçekliğin yaşama hâkim oluşundan bu yana, hakiki ve soyut iki resim arasındaki belli başlı farklar kolayca tespit edilemez bir boyut kazanmıştır.
Teknolojik yaşamın etkilediği en önemli manevi süreçlerden biri olan mahremiyet ise gizemli, anlamın bozulmadığı, soba sıcaklığında savunmasız bir alandır. Hal böyleyken, toplumdaki hâkim gizem ve haz kültürünün zorunlu neticesi olan tecessüs marazı, Kur’an’ın; “…Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın…” (Hucurât, 49/12) mutlak emrine rağmen, bu aslı sağlam yapının genetiğini bozan kanser hücresidir. Yeri gelmişken ifade etmek gerekirse, inorganik sosyal platformlarda merak duygusunun tetiklediği takip hissi, kişiyi geçici iyilik haline sevk etmektedir. Kendisine şah damarından daha yakın olan Rabbini (bkz. Kâf, 50/16) unutan insan, gerçek hayatta bir kimse tarafından takip edilme ihtimalinde bile en hafifinden rahatsızlık duyarken, bu konuda her nedense anlamakta zorlanılan paradoksal bir tavır takınmaktadır. Kulak, göz ve kalbin bizzat sorumlu olduğu (bkz. İsrâ, 17/36) bu dijital röntgenciliğin devam eden süreçte beğeniyle taçlanması neticesinde de kişinin sanal kalibresi ortaya serilmektedir.
Diğer taraftan yiyip tükettiğinden, giyip eskittiğinden ve sadaka verip gönderdiğinden başka, bu dünyaya dair bir aidiyet numunesi bulunmayan insanın (bkz. Müslim, Zühd ve Rikâk, 3 [2958]), modern zamanlarda yiyip içtiğini veya giydiğini fizikötesi mecralarda itinayla gözler önüne sermesi, prim yapmayan bir alana yatırım yaptığının dikkate şayan göstergelerindendir. Anı yaşamaktan ziyade onu yavaşlatıp durduran, “Acaba buradan servis edilecek nasıl bir resim çıkar?” düşüncesiyle eşya ve hadiseye mekanik yönden yaklaşan insan, heybesinde yaş-kuru ne varsa paylaşıma sunmaktadır. Zikredilen sistematik ve(ya) dağınık popüler kültür pratiklerinin, aileler içinde ve arasında onulmaz problemlere, mevcut maddi-manevi imkân ve gayelerin istiap haddini zorlamaya, kişiyi iyilik yarışında geri bırakan kin, haset vb. duyguların tahrik edilmesine zemin hazırlayıp kişisel ve toplumsal dezenformasyona götürdüğü aşikârdır.
Çağdaş insan, sosyolojik evrilmenin karşı konulamaz neticesi olan kırsalın kent hayatı ile orantısız buluşmasıyla, kendinden öncekilerden görüp davranış haline getirdiği sahih toplumsal dinamikleri tarumar etmiş ve kayda değer bir mahremiyet dönüşümü yaşamıştır. Bu bağlamda, realitede bireysel manada güçlü bir varlık alanı ikame edemeyen kişi, sanal düzlemde yardımcı unsur olarak eşini ve dostunu yanına almakla, ahlaki duyumsama eşiğini kaybetmiş ve bilerek ya da bilmeyerek büyük bir şer girdabının içine düşmüştür. Örneğin, eskiden evin hanımının çarşıdan istediği bir şeyi satıcıya; “Evden şunu istediler” diyerek eşini sakındığını ihsas ettiren evin beyefendisinin, fıkıh usûlünde “delâletü’l-iktizâ”, belâgat ilminde ise “mecâz-ı mürsel” olarak karşılık bulan zarafet dersinin mümtaz konumunu, günümüzde klavye ürünü olan ve yanına birçok ruhsuz sembolün eklemlendiği ism-i tasgir kalıbıyla ifade edilen açık isimler gasp etmiştir.
Meseleye, dinî açıdan özenle konumlandırılmış kadın unsuru açısından yaklaşıldığında, bu nazenin konudaki mütevatir birikimin, günümüzün sanal dehlizlerindeki aşırı ses ve görüntülerin ortaya çıkardığı tabloyla taban tabana zıtlık arz eden bir husus olduğu müşahede edilmektedir. Zira gizlemenin/gizlenmenin asıl olduğu mahremiyetin, konunun başından beri vurgulanan sâiklerden dolayı fütursuzca ifşa ve ifsat edildiğini ve “Güleriz ağlanacak halimize” şeklinde tebarüz eden bu trajik neticenin, birilerinin bizleri gözetlediği online ortamlarda matlup bir karşılığı olduğunu üzülerek belirtmek gerekir. Bu aşamada, kişinin hal ve tavırlarının nirengi noktasını, utanma duygusu oluşturmaktadır. Nitekim Hz. Peygamberin; “Utanmazsan istediğini yap!” (Buhârî, Edeb, 78) sözü, sükûn ve hareketin doğuştan getirilen hayâ hasletiyle anlam kazanacağını çağlar öncesinden algılara sunmuştur. Öte yandan, müspet şeridin ihlal edildiği durumlar, gerçek hayatta tevbe süreciyle tolere edilip zihin ve belleklerden kalıcı olarak silinirken, sonradan pişmanlık sebebi olan sanal âlemdeki ifade ve tasvirler, geri dönüşüm kutusuna atılamadığından dolayı, zaman tünelinin karanlık ve sisli kıvrımlarında kişiyle birlikte güncel yolculuklara kaldığı yerden devam etmektedir.
Bahse konu sosyal ve ahlaki çöküntüyü yıllar öncesinde müşahede eden üstad Necip Fazıl’ın “Muhasebe” şiirindeki;
“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.”
dizeleri (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2000, s. 403) de günümüzün elektronik alışkanlığının evirip çevirip yozlaştırdığı toplumsal yapının ilk çözülme adımlarını göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir.
Özetle, dört duvar arasında bir başkasının duvarını gözetleyerek mahremiyet duvarını inceltip içindekileri şeffaflaştıran çevrimiçi insan, her geçen gün kötülük binasına bir tuğla daha koymaktadır. Bu donuk dünyadan el etek çektiğinde nefes aldığını hissedecek ve böylelikle kendine gelip istikamet çizecek olan yaratılmışların en seçkini, merkeze yerleştiği yeni yaşamında çevresine daha dengeli yaklaşacaktır. Bu da gerçek dünya ile sanal dünya arasındaki kıyasıya rekabette, gülen tarafın ev sahibi olacağını şimdiden göstermektedir.