Ebû Musa'dan (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) (Habeşistan'a hicret eden Müslümanlar hakkında)… şöyle demiştir:

“Ey gemi ahalisi! Sizin için iki hicret (sevabı) vardır.”

عَنْ أَبِى مُوسَى (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) …فَقَالَ النَّبِيُّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “لَكُمْ أَنْتُمْ ﴿يَا﴾ أَهْلَ السَّفِينَةِ هِجْرَتَانِ.”

(B3876 Buhârî, Menâkıbü'l-ensâr, 37)

***

عَنْ أُمِّ سَلَمَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) زَوْجِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَتْ…فقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “إِنَّ بِأَرْضِ الْحَبَشَةِ مَلِكًا لاَ يُظْلَمُ أَحَدٌ عِنْدَهُ فَالْحَقُوا بِبِلاَدِهِ حَتَّى يَجْعَلَ اللَّهُ لَكُمْ فَرَجًا وَمَخْرَجًا مِمَّا أَنْتُمْ فِيهِ…”

Hz. Peygamber'in (sas) hanımı Ümmü Seleme (ra) anlatıyor:...Resûlullah (sas) (Mekke'de işkence gören) ashâbına şöyle demiştir:

“Habeşistan'da, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır. Allah (cc) sizin için bu durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın...”

(BS18232 Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ , IX, 17)

***

عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَاتَ الْيَوْمَ عَبْدٌ لِلَّهِ صَالِحٌ أَصْحَمَةُ” فَقَامَ فَأَمَّنَا وَصَلَّى عَلَيْهِ.

Câbir b. Abdullah'ın (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sas), "Bugün Allah'ın salih bir kulu olan Ashame (Necâşî) vefat etti." buyurdu. Sonra kalkarak bize imam oldu ve onun (gıyâbî) cenaze namazını kıldırdı.”

(M2208 Müslim, Cenâiz, 65)

***

عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: نَعَى لَنَا رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) النَّجَاشِيَّ صَاحِبَ الْحَبَشَةِ، الْيَوْمَ الَّذِى مَاتَ فِيهِ فَقَالَ: “اسْتَغْفِرُوا لِأَخِيكُمْ.”

Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sas) bize Habeşlerin meliki olan Necâşî'nin ölüm haberini, öldüğü gün bildirdi ve "Kardeşiniz için Allah'tan mağfiret isteyin." buyurdu.”

(B1327 Buhârî, Cenâiz, 60)

***

Mekke’den Medine’ye hicretin üzerinden yaklaşık yedi yıl geçmiş, Müslümanlar yeni yurtlarında yaşamaya alışmışlardı. Artık huzur içindeydiler. Aslında bu, Müslümanların ilk hicreti değildi. İslâm’ın cefakâr muhacirleri ilk hicretlerini Habeşistan’a yapmışlardı. Gün geldi, Allah’ın lütfuyla Medine muhacirleri ve Habeşistan muhacirleri Medine’de buluştu. İşte onlardan biri, Ca’fer b. Ebû Tâlib’in sevgili eşi, Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan olan Esmâ bnt. Umeys idi. Esmâ, kendisi gibi Habeşistan muhaciri olan Hz. Ömer’in (ra) kızı Hafsa’yı ziyaret etmek için onun evine gitmişti. Tam bu sırada Hz. Ömer (ra) de kızını görmek için onların yanına geldi. Kızına, "Bu kadın kim?" diye sordu. Hafsa, "Umeys’in kızı Esmâ" diyerek onu tanıttı. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), "Habeşli mi, şu deniz yolcusu mu?" şeklinde ona takıldı. Esmâ da "Evet." dedi. Hz. Ömer (ra), Esmâ’ya dönerek, "Medine’ye hicret ile biz sizi geçtik. Biz Resûlullah’a (sas) sizden daha lâyığız." dedi. Esmâ bu söze alınarak cevap verdi: "Hayır. Vallahi siz Resûlullah’la (sas) birlikte hicret ettiniz ve o sizin açlarınızı doyurdu, cahillerinizi eğitti. Biz ise Habeşistan’da Müslümanların uzağında, onlara nefret besleyen bir memlekette bulunuyorduk. Bütün bu sıkıntılar, Allah ve Resûlü’nün (sas) rızası içindi. Allah’ın adına yemin olsun ki, bana dediklerini gidip Resûlullah’a söyleyinceye kadar ne bir lokma yiyeceğim ne de bir yudum su içeceğim. Biz eziyet görüyorduk ve korkutuluyorduk. Hz. Peygamber’e (sas) bunları söyleyeceğim ve ona soracağım. Yemin olsun ki ne yalan söylerim ne de gerçeği saptırırım. Tek bir kelime bile eklemeden anlatırım."

Hz. Ömer (ra), Esmâ’yı hicret gibi hassas bir konuda kızdırmıştı. Çektikleri türlü sıkıntılar karşılığında Hz. Ömer’in (ra) söyledikleri ağrına gitmişti. Durumu Allah Resûlü’ne (sas) anlatmak üzere hemen onun yanına gitti. Peygamberimizin cevabı Esmâ’nın yüreğine su serpmişti: "O, bana sizden daha lâyık ve yakın değildir. O ve onunla beraber hicret eden arkadaşları için bir hicret sevabı vardır. Ey gemi ahalisi! Sizin için ise iki hicret (sevabı) vardır. Birisi Habeşistan’a hicret, öbürü Medine’ye, Peygamber’in yanına hicret."

Allah Resûlü’nden (sas) müjde niteliğindeki bu sözleri duyan Esmâ’nın mutluluğu tarif edilemezdi. Esmâ’nın ağzından Hz. Peygamber’in (sas) bu kutlu sözlerini duymak isteyen diğer gemi yolcuları onun yanına geliyorlardı. Onların ifadesiyle, dünyadaki hiçbir şey, Peygamber’in Habeşistan muhacirleri hakkındaki bu güzel şehâdetinden daha büyük ve daha sevinç verici olamazdı. O kadar ki sahâbîlerden bazısı defalarca Esmâ’ya gelerek Allah Resûlü’nün (sas) bu sözlerini ondan tekrar tekrar dinlemek istemişti.

Sevgili Peygamberimiz (sas), Habeşistan muhacirlerine iki hicret sevabı olduğunu bildirirken ne kadar da haklıydı. Çünkü onlar, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke müşriklerinin baskı ve zulümlerine maruz kalmışlardı. Mekke’de 610 yılında Hira Mağarası’nda doğan hidayet güneşi yayıldıkça Mekkeli putperestlerin Müslümanlara karşı olan baskı ve şiddeti de çoğalmıştı. Hakaret ve işkencelere maruz kalan Müslümanlar, canlarından da endişe eder duruma gelmişlerdi. Doğup büyüdükleri, o çok sevdikleri yurtları Mekke, artık onlara dar geliyordu.

Allah Resûlü’nün (sas) vahye muhatap oluşunun üzerinden henüz beş yıl geçmişti. 615 yılının Recep ayıydı. Ashâbının çektiği eziyet ve işkenceye karşı bir şey yapamamanın ızdırabını duyan Rahmet Peygamberi (sas), onlara bu sıkıntıdan kurtulabilmeleri için hicret etmelerini tavsiye etmişti. Kuşkusuz kolay değildi insanın her şeyini ardında bırakarak hiç bilmediği diyarlara göç etmesi. Ancak bu göç, inandığı dini yaşamak gibi ulvî bir değer uğruna yapılınca, mükâfatı da bir o kadar yüce olmaktaydı. Zira Allah Teâlâ (cc), bu kutlu insanlar için şöyle buyuruyordu: "Zulme uğradıktan sonra Allah (cc) yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi." Bu ilâhî müjdeye nail olabilmek için inananların yolculuk yapacakları yer ise Allah Resûlü’nün (sas) sevdiği ve güvendiği bir memleket olan Habeşistan’dı.

Habeşistan, o dönemde ticarî yolculukların yapıldığı, deniz yoluyla ulaşılma imkânına sahip olan, Müslümanlarca da bilinen bir ülkeydi. Bununla birlikte, hicret için tercih edilmesinin asıl sebebi güvenli bir yer olmasıydı. Arabistan çevresindeki diğer bölgeler, yeni bir dine mensup olan bu insanları kabul etmezdi. Semavî bir din olan Hıristiyanlığı benimseyen ve âdil bir hükümdara sahip olan Habeşistan, hicret için en uygun ülke idi. Nitekim Allah Resûlü (sas), "Habeşistan’da, ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir kral vardır. Allah (cc) sizin için bu durumdan bir çıkış ve kurtuluş yolu gösterinceye kadar orada kalın." demişti. Böylece, Allah Resûlü’nün (sas) övdüğü ve vefatında da, "Bugün Allah’ın (cc) salih bir kulu olan Ashame (Necâşî) vefat etti." diye nitelendirdiği ve güvendiği Necâşî’nin ülkesine hicret izni verilmiş oldu.

İslâm’ın ilk hicreti böylece Habeşistan’a gerçekleştiriliyordu. Ashâbdan on bir erkek, dört kadın, Şuaybe Limanı’ndan bindikleri gemiyle Kızıldeniz’i aşarak, Habeşistan (Etiyopya) yani Afrika topraklarına ayak basmış oldular. İlk muhacirler arasında Hz. Osman (ra) ve Peygamberimizin kızı olan hanımı Rukayye, Ebû Seleme ve han ımı Ümmü Seleme, Zübeyr b. Avvâm, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz’ûn, Ebû Huzeyfe b. Utbe ve hanımı Sehle bnt. Süheyl, Âmir b. Rebîa ve hanımı Leylâ bnt. Ebû Hasme, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr ve Süheyl b. Beydâ yer almaktaydı.

Hicret edenler arasında bulunan Ümmü Seleme’nin naklettiğine göre, muhacirler Habeşistan’da en hayırlı komşu olan Necâşî’yle birlikteydiler. Orada dinlerini emniyet içinde yaşama imkânı buldular. Hiç kimse dinleri aleyhinde bir tutumda bulunmamış ve kötü bir söz söylememişti. Habeşistan’a yapılan bu ilk hicretten birkaç ay sonra, Mekke’de durumun düzeldiğine dair bazı asılsız söylentiler çıkmış, bunun üzerine Müslümanlardan bir kısmı Mekke’ye geri dönmüştü. Ancak burada müşriklerin daha da artan baskılarıyla karşılaşılması üzerine, Allah Resûlü (sas) ikinci bir gruba Habeşistan’a hicret için izin verdi. İlk hicretten yaklaşık bir yıl sonra Peygamberimizin amcasının oğlu Ca’fer b. Ebû Tâlib’in de aralarında bulunduğu yüz kişiyi aşan yeni bir grupla Habeşistan’a ikinci kez hicret edildi.

İkinci hicretle birlikte Mekke’den kimi tek başına kimi ailesiyle pek çok kişi ayrılmış bulunuyordu. Fakat Müslümanların sığındıkları memlekette kendi ülkelerinden daha rahat oldukları haberleri gelince bu durum Mekke müşriklerini çok rahatsız etmişti. Kendi menfaatlerini yakından takip eden Mekkeli müşrikler, Habeşistan’a yerleşip dinlerini rahatça yaşayan, kimse tarafından hor görülmeyen Müslümanların durumunu, ileriye dönük bir tehlike olarak gördüler. Bunun üzerine Kureyşli kabile reisleri gecikmeden toplanarak muhacirlerin buradan çıkarılıp sürülmeleri için elçi göndermeye karar verdiler. İçlerinden siyaset konusunda yetenekli, ikna kabiliyetleri yüksek iki seçkin kişiyi görevlendirdiler. Bunlar, daha sonra önde gelen sahâbîler arasında yer alacak olan Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebû Rebîa idi. Necâşî ve kumandanlarına sunulmak üzere türlü hediyelerle donatılmış olan bu heyet, Habeşistan’a gönderildi. Amaçları Necâşî’nin, ülkesine sığınan bu çaresiz insanları kabul etmemesini, kendilerine geri vermesini sağlamaktı.

Heyet Habeşistan’a geldiğinde kralın huzuruna çıkmadan önce, beraberinde getirdikleri değerli hediyeleri kumandanlara takdim ettiler. Böylece, Necâşî’nin huzuruna çıkıldığında kendilerini desteklemelerini sağlamak istiyorlardı. Ayrıca, muhacirlerin Habeşistan’a geldikleri hâlde Hıristiyanlığı kabul etmediklerine de işaret ederek Necâşî ve çevresindekileri onlar aleyhinde kışkırtmaya çalışıyorlardı. Nihayet söz alarak Necâşî’ye taleplerini bildirdiler:

"Ey Hükümdar! Aramızdan sefih bazı gençler senin ülkene sığındılar. Onlar kendi toplumlarının dinini terk ettiler ve senin dinine de girmediler. Aksine bizim de senin de bilmediğin yepyeni bir din icat ettiler. Bizi sana, onları geri vermen için kendi toplumlarının ileri gelenleri, babaları, amcaları ve aşiretleri gönderdi. Onların kavimleri kendilerini daha yakından tanımakta ve daha iyi bilmektedirler."

Heyeti dinleyen Necâşî, kendisine sığınan insanları dinlemeden karar veremeyeceğini ifade ederek, Müslümanlardan bir grubu huzuruna çağırdı. Peygamberimizin amcasının oğlu Ca’fer b. Ebû Tâlib başkanlığındaki grup Necâşî’nin huzuruna çıktı. Ancak hükümdara secde etmediler. Genç ve gözü pek bir sahâbî olan Ca’fer, söz alarak durumlarını gayet veciz bir şekilde ifade eden şu konuşmayı yaptı:

"Ey Hükümdar! Biz câhiliye toplumuyduk; putlara tapar, leş yer, çirkin işler yapardık. Akraba ilişkilerine değer vermez, etrafımızdakilere kötülük ederdik. Güçlülerimiz zayıflarımızı yok ederdi. İşte biz bu hâlde iken, neticede Allah (cc) bize içimizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetini iyi bildiğimiz bir resûl gönderdi. Bu peygamber bizi Allah’a, tevhid inancına ve ona ibadet etmeye davet etti. Bizim ve atalarımızın Allah’ın dışında tapmış olduğumuz taşlardan ve putlardan kurtulmamızı öğütledi. Doğru söylemeyi, emanete riayet etmeyi, akraba ile iyi ilişkiler kurmayı, komşulara iyi muamelede bulunmayı, haram yemeye ve kan dökmeye son vermeyi emretti. Aynı şekilde çirkinlikleri, yalan sözü, yetim malı yemeyi, namuslu kadına iftira etmeyi de yasakladı. Sadece tek olan Allah’a ibadet etmeyi ve O’na bir şeyi şirk koşmamamızı emretti. Namazı, zekâtı ve orucu da bize emretti."

Ca’fer, İslâmî esasları açıkladıktan sonra sözlerine şöyle devam etti: "Biz onu tasdik ettik, ona iman ettik ve onun getirdiği ilâhî mesaja uyduk. Artık sadece Allah’a ibadet ettik, O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl kabul ettik. Bunun üzerine kendi toplumumuz bize düşman kesildi. Tekrar Allah’a (cc) ibadeti bırakıp putlara tapmaya döndürmek ve önceden helâl saydığımız çirkinlikleri tekrar helâl kabul etmemizi sağlamak suretiyle bizi dinimizden döndürebilmek için işkenceler yaptılar. Onlar bizi ağır bir baskıya maruz bırakınca, zorlayınca, bize zulmedince, bizimle dinimiz arasına girip inancımızı yaşamamıza engel olunca, biz de kalkıp senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik ve sana yakın olmayı istedik. Ey hükümdar! Senin yanında haksızlığa uğramayacağımızı umduk!"

Bunun üzerine Necâşî, bahsettiği ilâhî vahiyden bazı âyetler okumasını istedi. O da Hz. Yahyâ (as) ile Hz. İsa’nın (as) dünyaya gelişlerinden bahseden Meryem sûresinden bir bölüm okudu. Bu âyetlerden etkilenen Necâşî’yle birlikte kumandanları gözyaşlarını tutamadılar. Sonra Necâşî, "Vallahi, bu ve Musa’nın (as) getirdiği aynı kaynaktandır." dedi. Ardında da Mekkeli elçilere dönerek, "Siz, çıkın gidin. Vallahi ben onları size asla teslim etmeyeceğim, bunu yapmayacağım!" açıklamasını yaptı. Bu tavırla karşılaşan Mekkeli elçi Amr b. Âs, ertesi gün Müslümanların Hz. İsa (as) hakkında kötü şeyler söyledikleri iddiasıyla Necâşî’nin huzuruna çıktı. Necâşî, İsa (as) hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için Müslümanları tekrar huzuruna çağırttı. Ca’fer, "Onun hakkında Peygamberimizin bize getirdiğini söylüyoruz. O, Allah’ın kulu, peygamberi, ruhu ve bakire ve iffetli Meryem’e (rahmine) bıraktığı kelimesidir." şeklinde cevap verdi. Bunu duyduktan sonra Necâşî eliyle yerden bir çöp aldı ve şöyle dedi: "Vallahi, Meryem oğlu İsa senin söylediğinden şu çöp kadar bile farklı değildir."

Müslüman muhacirler Necâşî’nin ülkesinde huzur içinde yaklaşık on üç yıl yaşamaya devam etmişler ve orada bulundukları süre içinde Habeşistan’ı yurt edinmişlerdi.

Muhacirlerden bir kısmı Mekke’ye, bir kısmı da hicretten sonra Medine’ye çeşitli zamanlarda, farklı şekillerde geri dönmüşlerdi. Ca’fer b. Ebû Tâlib’in de içinde bulunduğu en son grup ise 628 yılında, Hayber’in fethi sırasında Medine’ye dönmüştü. Hayber’de Ca’fer’in geldiğini gören Allah Resûlü (sas), onu kucaklamış, iki kaşının arasını öpmüş ve şöyle demişti: "Hangisine daha çok sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi yoksa Ca’fer’in dönüşüne mi!"

Hayber günü, savaşa katılanların yanında, Habeşistan muhacirlerine de ganimetten pay ayrıldı. Ca’fer ve arkadaşlarıyla birlikte gemiyle Habeşistan’dan henüz dönen muhacirlere, savaşan gazilerle birlikte ganimet mallarından verildi. Bu nasipli gemi yolcuları arasında bulunan Ebû Musa el-Eş’arî (ra), daha sonraki yıllarda bu durumu övünç vesilesi olarak insanlara anlatmaktaydı. Hatta muhtemelen onların bu durumunu kıskanan bazı Müslümanların, "Medine’ye hicret etmekle biz sizi geçtik." şeklindeki sözlerini de naklediyordu.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü (sas), hicretin yedinci yılında diğer çevre ülkelerle birlikte, Habeşistan’a da İslâm’a davet mektubu göndermiştir. Esasında kaynaklarda Hz. Peygamber’in (sas) Amr b. Ümeyye ed-Damrî vasıtasıyla Necâşî’ye iki mektup gönderdiği rivayet edilmektedir. Bunlardan biriyle Necâşî’yi İslâm’a davet eden Allah Resûlü (sas), diğeri ile de Necâşî’den Habeşistan muhacirlerinden olan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe’yi kendisine nikâhlamasını ve diğer muhacirlerle birlikte Medine’ye göndermesini istemişti. O dönemde müşriklerin reisi olan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe, kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret etmiş, ancak kocası orada ölmüştü. Resûlullah’ın isteği üzerine Necâşî, dört bin dinar mehir ile Ümmü Habîbe ve Peygamberimizin nikâhlarını kıymış ve Ümmü Habîbe’yi diğer muhacirlerle birlikte gemiyle Medine’ye ulaştırmıştı. Necâşî, Medine’ye dönen muhacirlerin yanında Peygamberimize çeşitli hediyeler ve bir heyet göndermişti. Hz. Peygamber (sas), minnettar olduğu Necâşî’nin heyetini karşılamış ve bizzat ağırlamıştı.

Allah Resûlü’nün (sas), kendisine sığınan Müslümanlara kucak açan Habeşistan kralı Necâşî Ashame’ye gönderdiği ve onu Müslüman olmaya çağırdığı mektup şöyledir:

"Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Allah’ın Resûlü Muhammed’den Habeş kralı Necâşî Ashame’ye...

Müslüman ol! Kendisinden başka tanrı olmayan gerçek melik, mukaddes, selâm, koruyucu, kurtarıcı olan Allah’a hamdimi sana iletirim. Meryem oğlu İsa’nın, Allah’ın ruhu ve bakire, iffetli, temiz ve namuslu Meryem’e (rahmine) bıraktığı kelimesi olduğuna şehâdet ederim. Böylece Meryem, İsa’ya hamile kalmıştır. Allah (cc), Âdem’i kudreti ve nefesi ile nasıl yarattı ise İsa’yı da kendi ruh ve nefesinden öylece yaratmıştır.

Seni tek ve ortaksız olan Allah’a inanmaya, O’na itaatte devamlı olmaya, bana uymaya ve bana gelen vahye iman etmeye davet ediyorum. Çünkü ben Allah’ın Resûlü’yüm. Sana amcamın oğlu Ca’fer’i ve beraberinde Müslümanlardan bir grubu göndermiştim. Sana geldikleri zaman onları ağırla ve zorbalığı bırak. Seni ve askerlerini Allah’a (inanmaya) çağırıyorum. Ben tebliğ ettim, nasihatte bulundum. Nasihatimi kabul edin!Selâm hidayete tâbi olanların üzerine olsun.

Necâşî, Allah Resûlü’nün (sas) bu davetine olumlu cevap vererek Müslüman olmuştu. Hatta kaynaklarda İslâm’ı benimsediğini ifade eden kendisine ait bir mektup da bulunmaktadır:

"Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Necâşî Ashame b. Ebcer’den Allah’ın Resûlü Muhammed’e. Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun. Allah’tan başka ilâh yoktur. O Allah ki beni İslâm’a eriştirmiştir.

Şimdi, İsa’nın (as) durumunu anlatan mektubun bana ulaştı ey Allah’ın Resûlü! Göğün ve yerin Rabbine and olsun ki İsa senin söylediğin gibidir, fazlası değil! Senin bize gönderdiğinle tanışmıştık. Amcanın oğlunu ve arkadaşlarını misafir etmiştik. Şehâdet ederim ki sen Allah’ın Resûlü’sün, doğrusun ve (Allah tarafından da) tasdik edilmişsin. Sana ve amcanın oğluna biat ettim ve onun aracılığıyla âlemlerin Rabbine teslim oldum. Ey Allah’ın Resûlü! Sana oğlum Erhâ b. Ashame b. Ebcer’i gönderiyorum. Ancak kendime sözüm geçer. Sana gelmemi istersen ey Allah’ın Resûlü, gelirim. Şehâdet ederim ki senin söylediklerin gerçektir. Sana selâm olsun ey Allah’ın Resûlü!"

Necâşî, bilge bir idareci olarak doğruya değer veren ve hakkı teslim eden bir kişiydi. Müslümanların zor anlarında onlara kucak açmış, daha sonra da Müslümanlığı seçerek hidayete ermişti. İslâm’ı seçişinde Hıristiyanlığı tanıması, Hz. İsa’nın (ra) Resûlullah’ı (sas) müjdelemesi ve Resûlullah’tan (sas) kendisine nakledilen bilgilerin öteden beri edindiği tecrübelerle örtüşmesi etkili olmuştu. Peygamberimiz (sas) Habeşistan meliki Necâşî öldüğü gün, ashâbına onun ölümünü haber vererek, "Bugün Allah’ın salih bir kulu olan Ashame (Necâşî) vefat etti." buyurmuş, imamlık yaparak ashâbına onun için (gıyâbî) cenaze namazı kıldırmış, "Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret isteyin." diyerek âdil krala karşı son görevini yerine getirmişti.

Resûlullah (sas) en zor zamanlarında kendilerine sığınan ashâbına kucak açan Habeşlilerin gösterdikleri misafirperverlik ve yardımseverliklerine karşı minnetini ifade etmek üzere onlar için, "Onlar size dokunmadığı sürece siz de Habeşlilere dokunmayın." buyurmuştur.

Allah Resûlü’nün (sas) Habeşistan kralı Necâşî ile kurduğu diplomatik ilişki, onun siyasî dehasını ortaya koymaktadır. İslâm’ın henüz ilk yıllarında kurulan bu ilişki ile Necâşî’ye İslâm dini tanıtılmış, İslâm’ın kuşandığı erdemler anlatılmış, böylece İslâm ve Hıristiyanlığın kaynağının esasında aynı olduğu fark ettirilmiştir. Bu şekilde İslâm’a hayran olması sağlanan Necâşî, ülkesinin kapılarını Müslümanlara açmış, Mekkeli müşriklerin diplomatik çabaları ise sonuçsuz kalmıştır. Necâşî’nin farklı bir dinden olan muhacirlere gösterdiği misafirperverlik, var oluş mücadelesinin verildiği bir dönemde, bunalmış ve köşeye sıkışmış Müslümanlar için âdeta bir çıkış kapısı, umut kaynağı ve önemli bir dönüm noktası olmuştur.

Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam