Müminlerin annesi Hz. Âişe (ra) anlatıyor:
… “Hatice, (Hz. Peygamber'e (sas)) şöyle demişti: “Hayır, Vallahi! Allah (cc) seni kesinlikle utandırmaz. Çünkü sen, akrabalık bağlarını sıkı tutar, doğru söz söyler, bakıma muhtaç olan kimselere yardım eder, elinde avucunda olmayana verir, misafiri ağırlar ve haksızlığa uğrayanlara destek olursun…”
عَنْ عَائِشَةَ أُمِّ الْمُؤْمِنِينَ أَنَّهَا قَالَتْ:…فَقَالَتْ لَهُ خَدِيجَةُ: كَلاَّ وَاللَّهِ! مَا يُخْزِيكَ اللَّهُ أَبَدًا، إِنَّكَ لَتَصِلُ الرَّحِمَ، وَتَحْمِلُ الْكَلَّ، وَتَكْسِبُ الْمَعْدُومَ، وَتَقْرِى الضَّيْفَ، وَتُعِينُ عَلَى نَوَائِبِ الْحَقِّ…
(B3 Buhârî, Bed'ü'l-vahy, 1)
***
عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) قَالَ: لَمَّا نَزَلَتْ: ﴿وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ اْلأَقْرَبِينَ﴾... خَرَجَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) حَتَّى صَعِدَ الصَّفَا… فَقَالَ: “أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخْبَرْتُكُمْ أَنَّ خَيْلاً تَخْرُجُ مِنْ سَفْحِ هَذَا الْجَبَلِ أَكُنْتُمْ مُصَدِّقِىَّ؟” قَالُوا: مَا جَرَّبْنَا عَلَيْكَ كَذِبًا…
İbn Abbâs (ra) anlatıyor: “"En yakın akrabanı uyar..." (Şuarâ, 26/214) âyeti inince, Resûlullah (sas) Safâ tepesine çıktı... Ardından şöyle dedi: "Ne dersiniz, size şu dağın arkasından (sizinle savaşmak üzere düşman) atlılar geliyor diye haber versem bana inanır mıydınız?" diye sorunca onlar, "Biz senin hiç yalan söylediğini görmedik." demişlerdi...”
(B4971 Buhârî, Tefsîr, (Leheb) 1)
***
عَنِ الْمِسْوَرِ بْنِ مَخْرَمَةَ وَمَرْوَانَ يُصَدِّقُ كُلُّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا حَدِيثَ صَاحِبِهِ قَالاَ:…فَرَجَعَ عُرْوَةُ إِلَى أَصْحَابِهِ، فَقَالَ: أَىْ قَوْمِ، وَاللَّهِ لَقَدْ وَفَدْتُ عَلَى الْمُلُوكِ، وَوَفَدْتُ عَلَى قَيْصَرَ وَكِسْرَى وَالنَّجَاشِىِّ وَاللَّهِ إِنْ رَأَيْتُ مَلِكًا قَطُّ، يُعَظِّمُهُ أَصْحَابُهُ مَا يُعَظِّمُ أَصْحَابُ مُحَمَّدٍ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) مُحَمَّدًا…
Misver b. Mahreme ve Mervân'ın birbirlerinin sözünü doğrulayarak naklettikleri habere göre… (Kureyş'in ileri gelenlerinden) Urve (b. Mes'ûd) (Hudeybiye görüşmelerinden dönüşte) Kureyşlilere şöyle demişti: “Ey kavmim! Vallahi, ben birçok kralın huzuruna çıktım; heyet olarak Kayser'e, Kisrâ'ya ve Necâşî'ye gittim. Vallahi, Muhammed'in ashâbının ona tazim ettiği kadar hiçbir krala adamlarının tazim ettiğini görmedim…”
(B2731 Buhârî, Şurût, 15)
***
Kâbe tarihî süreç içerisinde çeşitli sebeplerden ötürü hasar görmüş ve her defasında, Mekke'deki kabileler tarafından onarılmıştı. Son olarak Cürhüm kabilesinin tamir ettiği Kâbe, yağan yağmurlardan ve sellerden etkilenerek aşınmıştı. Resûlullah'ın mensup olduğu Kureyş kabilesi, Kâbe'yi yeniden onarmaya karar vermişti. Her kabile ayrı ayrı taş toplamak suretiyle Hacerülesved'in konulacağı yere kadar Kâbe'nin duvarlarını örmüşler, sıra Hacerülesved'in yerine konulmasına gelince kabileler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Neredeyse bu anlaşmazlık yüzünden aralarında savaş çıkacaktı. Hz. İbrâhim (as) tarafından, tavafın başlangıç noktasını belirlemek için yerleştirilen bu taşı yerine koyma şerefini kimseyle paylaşmak istemiyorlardı. Abdüddâroğulları içi kan dolu bir kap getirmiş ve bu kabın içindeki kana ellerini sokmak suretiyle Adîoğulları ile ölümüne sözleşmişlerdi. Bu olay üzerine Kureyş dört beş gün beklemiş, sonra Mescid-i Harâm'da toplanıp istişare etmişler ancak anlaşamamışlardı. En sonunda Kureyş'in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye b. Muğîre'nin teklifi üzerine Harem-i Şerîf'in kapısından ilk giren kişinin hakemliğini kabul etmek üzere anlaşmışlar ve gelecek olan kişiyi beklemeye başlamışlardı. Harem-i Şerîf'in Benî Şeybe Kapısı'ndan ilk olarak kendisine el-Emîn (güvenilir kişi) lakabını verdikleri genç Muhammed (sas) girmişti. Onu gördüklerinde, “Bu gelen, kendisini sevdiğimiz güvenilir (Emîn) kimsedir; bu, Muhammed'dir.” diyerek memnuniyetlerini ifade etmişlerdi. Kendisine aralarındaki anlaşmazlığı anlatarak hakemlik etmesini istediklerinde Hz. Muhammed (sas) onların bu güvenlerini boşa çıkarmayacak ve herkesi memnun edecek bir çözüm sundu. Hacerülesved'i ortaya serilen bir örtünün üzerine koydu ve her kabile bu örtünün bir ucundan tutarak taşı konulacağı yere kaldırdı. Muhammedü'l-Emîn taşı örtünün üzerinden aldı ve yerine koydu. Herkes bu duruma razı olmuş, kimseden bir itiraz gelmemişti. Aralarında anlaşmazlığa sebep olan taşı Hz. Muhammed'in (sas) yerleştirmesine razı olmalarında onun toplumdaki itibarı da etkili olmuştur.
Câhiliye toplumunda insanı saygın kılan temel özelliklerin başında mensup olduğu kabilenin soylu oluşu gelmekle birlikte, kendisinin güvenilir olması, akrabayı gözetmesi, cömertliği, güçsüzü koruması, yetimi kollaması, komşusuna iyilik yapması gibi ahlâkî erdemler de kişiye, toplumda itibar ve saygınlık kazandırmakta idi.
Döneminin en soylu kabilelerinden birine mensup olmasının yanında, sahip olduğu ahlâk ve üstün meziyetler Hz. Peygamber'i (sas) toplumda ayrıcalıklı hâle getirmişti. Yetim büyüyen, çobanlık yapan, hayatını kazanmak için ticaretle uğraşan bir ismin bu derece saygın bir konuma sahip olması, elde ettiği itibar ve saygı sadece kabilesinin soylu oluşuyla izah edilemezdi. Hacerülesved hakemliğinde görüldüğü gibi güvenilir oluşu, ona bu itibarı ve saygınlığı kazandıran en önemli özelliğiydi. Nitekim o dönemde ticaretle uğraşan Hz. Hatice (ra) de dürüst ve güvenilir olmasından dolayı kervanında çalıştırmak üzere onu tercih etmişti. Kendisiyle bir süre çalıştıktan sonra onu toplumda saygın bir yere oturtan bu ahlâkını yakından görme imkânına sahip olmuş ve hayran kalmıştı. Ahlâkî değerlerin yozlaştığı bir dönemde Hz. Peygamber'in (sas) takdire şayan ahlâkını, bu değerleri unutmayan ve bunlara kıymet veren Hz. Hatice (ra) takdirle karşılamış ve kendisine evlilik teklifi etmiştir.
Güzel ahlâkından dolayı onunla evlenen Hz. Hatice (ra) ilk vahyin tedirginliğini yaşayan Hz. Peygamber'i (sas) teselli ederken de bu değerlere vurgu yapmış ve Allah'ın (cc) kendisini utandırmayacağını söylemişti: “Hayır, Vallahi! Allah (cc) seni kesinlikle utandırmaz. Çünkü sen, akrabalık bağlarını sıkı tutar, doğru söz söyler, bakıma muhtaç olan kimselere yardım eder, elinde avucunda olmayana verir, misafiri ağırlar ve haksızlığa uğrayanlara destek olursun.”
Toplumda böyle önemli bir saygınlığı olan Peygamberimiz (sas) kendisine risâlet verilip de dinin emirlerini tebliğ etmeye başladığında çeşitli itirazlarla karşılaşmıştı. Kendisine duyulan güven ve sahip olduğu saygın konum sebebiyle Mekkelilerin onun ahlâk ve şahsiyeti hakkında hiçbir endişeleri olmamasına rağmen, yine de getirdiği öğretiye itiraz etmişlerdi. Şahsiyetinde var olan üstün değerleri inkâr edemeseler de yeri gelmiş onu delilik, şairlik, sihirbazlık, şaşkınlık ile suçlamışlardı. Oysa risâlet sonrası “En yakın akrabanı uyar.” âyeti inince, Hz. Peygamber (sas) ilk olarak açıktan tebliğ etmek üzere bir gün Safâ tepesine çıkıp bütün Kureyş'e seslenmiş ve toplandıklarında onlara, “Ne dersiniz, size şu dağın arkasından (sizinle savaşmak üzere düşman) atlılar geliyor diye haber versem bana inanır mıydınız?” diye sorunca onlar, “Biz senin hiç yalan söylediğini görmedik.” demişlerdi.
Hz. Peygamber'e (sas) olan güvenlerini bu şekilde ifade etmelerine rağmen onun çağrısını kabullenmek işlerine gelmemişti. Nitekim Kur'an onların bu tavrını şöyle tasvir etmekteydi: “Ey Muhammed! Biz çok iyi biliyoruz ki söyledikleri elbette seni incitiyor. Onlar gerçekte seni yalanlamıyorlar fakat o zalimler Allah'ın (cc) âyetlerini inadına inkâr ediyorlar.”
Hz. Peygamber'in (sas) tebliğini etkisiz kılabilmek için öncelikle onun insanlar nezdindeki saygın konumunu zedelemeleri gerektiğini fark edince yeni söylemler geliştirmeye çalıştılar: “Kâfirler, kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar ve şöyle dediler: "Bu, yalancı bir sihirbazdır. İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Gerçekten bu çok tuhaf bir şey!" İçlerinden ileri gelenler, "Gidin, ilâhlarınıza tapmaya devam edin. İşte bu istenen şeydir. Biz bunu son dinde (en son dinî inanışlarda) duymadık. Bu ancak bir uydurmadır. O zikir (Kur'an) içimizden ona mı indirildi?" diyerek kalkıp gittiler. Hayır, onlar benim zikrimden (Kur'an'dan) şüphe içindedirler. Hayır, henüz azabımı tatmadılar.”
Rum kralı Hirakl, ticaret için Şam'a gelen Ebû Süfyân ve arkadaşlarını, peygamberliğini ilân eden kişi hakkında bilgi almak üzere sarayına davet etmişti. Henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyân'ın Hz. Peygamber'le (sas) ilgili yaptığı şu itiraf, aslında müşriklerin Allah Resûlü'nün (sas) saygınlığını inkâr edemediklerinin açıkça dile getirilmesinden başka bir şey değildi: “Vallahi, yalancılıkla itham edilmekten korkmasaydım, onun (Peygamber'in) hakkında yalan ithamlarla ileri geri konuşacaktım.” Aralarında geçen konuşmada Hirakl'ın Hz. Peygamber'le (sas) ilgili olarak, “Hiç anlaşmaya ihanet ettiği oldu mu?” sorusuna “Hayır! O yaptığı anlaşmaya ihanet etmez ancak biz şimdi onunla bir süreliğine ateşkes yaptık. Bu süre içinde ne yapacağını bilmiyoruz.” şeklinde cevap vermişti. Ardından Ebû Süfyân'ın bu cevabıyla ilgili olarak, “Onunla ilgili olumsuz bir söz olarak, konuşmama ancak bu sû-i zannımı sokuşturabildim.” şeklindeki kendi itirafı da oldukça dikkat çekicidir.
Ebû Süfyân'ın sözünü ettiği ateşkes, Hudeybiye Antlaşması'dır. Müşriklerle Müslümanlar arasında yapılan bu antlaşmanın maddelerinden biri, müşrikler tarafından Müslüman olup da Müslümanların yanına giden biri olursa müşriklere geri iade edileceğine dairdi. Bu antlaşma yapılmış fakat henüz tamamlanıp imzalanmamıştı. Tam bu sırada, Müslüman olduktan sonra müşriklerin eziyetleriyle karşılaşan ve ayaklarından zincirlenerek hapsedilen Ebû Cendel kaçarak Müslümanlara sığınmıştı. Ebû Cendel müşriklerin antlaşma imzalamak üzere gönderdiği elçi Süheyl b. Amr'ın oğlu idi.
Süheyl antlaşma gereği Resûlullah'tan (sas) oğlunu iade etmesini istedi. Daha antlaşma imzalanmamış olmasına rağmen Allah Resûlü (sas) sözünden dönmedi ve Ebû Cendel'i iade etti. Bu olay, Ebû Süfyân'ın ateşkes sürecinde Hz. Peygamber'in (sas) tavrının belli olmadığıyla ilgili dile getirdiği sû-i zannının da yersizliğini gösteriyordu.
Hz. Peygamber'in (sas) bu saygın ve itibarlı konumu sadece müşriklerce değil Yahudi ve Hıristiyanlar arasında da kabul gören bir durumdu. Hz. Peygamber (sas) Medine'ye vardığında, onu görmeye gelen Yahudi bilginlerinden Abdullah b. Selâm, onunla görüştükten sonra “Resûlullah'ın (sas) yüzünü gördüğümde hemen anladım ki onun yüzü, bir yalancı yüzü değildir.” demişti. Hz. Peygamber'in (sas) saygınlığını, onun yüz ifadelerinden okuyan ve etkilenen bu bilge zât çok geçmeden İslâm'ı seçmişti. Yine Yahudilerin kendi meselelerinde hakemlik etmesi için Hz. Peygamber'e (sas) başvurmaları da ona olan güvenlerini ortaya koyması açısından zikre değerdi.
Resûlullah'a (sas) gelen vahiyler de onun Allah (cc) nezdindeki ayrıcalıklı durumuna vurgu yapmaktaydı. Toplumda zaten var olan saygınlığı, peygamberlik sonrasında Allah (cc) katındaki değerini vurgulayan âyetlerle güçlendirilmişti. Kur'an'ın bu vurgusu, Hz. Peygamber'i (sas) inananların nazarında daha da yüceltmişti. Müslümanların, Allah'ın (cc) ve Peygamberi'nin (sas) önüne geçmeme konusunda uyarılmaları, onun yanında yüksek sesle konuşmamalarının emredilmesi, onun herhangi biri olmayıp Allah'ın Resûlü (sas) ve peygamberlerin sonuncusu olduğunun vurgulanması, Allah'a (cc) itaatin yanında Resûlü'ne (sas) itaatin emredilmesi, kendisine tâbi olunması hâlinde bunun Allah'ın (cc) sevgisini kazanmaya vesile olacağının belirtilmesi, anlaşmazlığa düştüklerinde onu hakem tayin edip verdiği kararı itiraz etmeksizin uygulamalarının istenmesi, peygamberi her şeyden ve herkesten çok sevmenin imanla ilişkilendirilmesi muhatapları nazarında onun ağırlığını ve saygınlığını pekiştirmişti. Böylece Cenâb-ı Allah (cc) kendi nezdinde saygın bir konum bahşettiği peygamberinin bu durumunu Müslümanların kalbine de yerleştirmişti.
İslâm'ın Hz. Peygamber (sas) için öngördüğü bu saygınlık sahâbenin onunla olan ilişkilerini şekillendirmişti. Sahâbenin Resûlullah'la (sas) olan konuşmalarında kullandıkları, “Anam babam sana feda olsun!” cümlesi ona olan bağlılıklarının, Resûlullah kendilerine bir şey sorduğunda söyledikleri, “Allah (cc) ve Resûlü (sas) daha iyi bilir.” cevabı ise Allah (cc) ve Resûlü'ne (sas) olan saygı ve teslimiyetlerinin bir ifadesiydi. Bu bağlamda Allah Resûlü'nün (sas) getirdiği ilâhî emirlere itaat ve iman eden sahâbe ona karşı saygısız davranışlarda bulunmaktan kaçındıkları gibi bazı bedevîlerin kaba davranışlarına da müdahale etmek istemişlerdi. Zira Kur'an'ın Allah (cc) ve Resûlü'nü (sas) incitenlerle ilgili şu uyarısı onların zihinlerinde çok canlıydı: “Allah ve Resûlü'nü incitenlere Allah (cc), dünyada ve âhirette lânet etmiş ve onlar için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.”
Kureyş'in ileri gelenlerinden Urve b. Mesûd'un, Hudeybiye görüşmeleri dönüşünde Resûlullah'la (sas) ilgili olarak Kureyşlilere, “Ey kavmim! Vallahi, ben birçok kralın huzuruna çıktım; heyet olarak Kayser'e, Kisrâ'ya ve Necâşî'ye gittim. Vallahi, Muhammed'in (sas) ashâbının ona tazim ettiği kadar hiçbir krala adamlarının tazim ettiğini görmedim.” şeklindeki beyanı da muhatapları nazarında Resûlullah'ın (sas) saygınlığının açık bir ifadesidir. Bununla birlikte Resûlullah (sas) gerek kendisine inananlar, gerekse inanmayanlar nazarındaki bu saygın ve itibarlı konumunu hiçbir zaman gurur ve kibir vesilesi yapmamıştır. Aksine müminleri yanlış anlamalara ve uygulamalara sebep olabilecek saygı gösterileri ve davranışlardan uzak durmaları konusunda özellikle uyarmıştır.
Sahâbe'nin Hz. Peygamber'e (sas) olan bu sevgi ve saygısı ona salavât getirmeyi salık veren Kur'an âyetleri ve nebevî öğretiyle de pekiştirilmiştir. Kur'an'da, “Şüphesiz Allah (cc) ve melekleri Peygamber'e (sas) salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm edin.” buyrulur. Peygamberimiz (sas) de “Kıyamet günü insanların bana en yakın olacak olanı, bana en çok salavât getirenidir.”, “Bana salavât getiriniz. Çünkü nerede olursanız olun, sizin salavâtınız bana ulaşır.” diyerek kendisine salavât getirmelerini Müslümanlara öğütlemiştir. Zira salavât sadece Hz. Peygamber'i (sas) anmak ya da ona dua etmek değildir. Onu yâd etmeye, dolayısıyla onun öğretilerini ve sünnetini hatırlamaya bir vesiledir. Peygamberi'ne (sas) salavât getiren müminler sadece onu hatırlamakla yetinmemeli hayatını onun öğretileri doğrultusunda şekillendirmeli ona lâyık ümmet olmaya çalışmalıdırlar. Bu bağlamda sahâbeden sonraki nesillerin de ona salavât getirmesi ve onu anması, Hz. Peygamber'in (sas) manevî saygınlığının, otoritesinin ve ümmetiyle olan sıkı ilişkisinin devamını sağlaması açısından önem arz etmektedir.
Cenâb-ı Allah (cc) Son Peygamber'ine (sas) diğer peygamberler arasında da saygın bir konum bahşetmiştir. Onlardan kendilerine verdiği kitap ve hikmetten sonra bunları doğrulayıcı olarak göndereceği Peygamberi'ne (sas) iman edeceklerine dair söz almıştır. Müminlerden ise kendi peygamberlerine iman ettikleri gibi Allah'ın (cc) diğer bütün peygamberlerine de aralarında ayrım yapmaksızın iman etmelerini istemiştir. Bu nedenle Müslümanlar nazarında bütün peygamberler saygındır. Bütün Müslümanlar kendi peygamberlerine iman ettikleri gibi bu peygamberlere de iman eder ve aynı şekilde en ufak bir saygısızlık yapmaktan da sakınırlar.