Yazıma kışkırtıcı bir soruyla başlamak istiyorum: Kendimiz miyiz, kendimiz gibi yaşıyor muyuz?
Bu soruyu sormuş olmam cevabını biliyorum anlamına gelmiyor. Pascal Bruckner’in ‘Masumiyetin Ayartıcılığı’ kitabından esinlenerek bu sorulara ve modern insana bakmaya çalışacağım.
Yazar “kendin ol” diyor. Her ne kadar öğüt verici eda ile böyle dese de insanın kendisi olması çok kolay değil. Hele bu devirde. Kolay değilse de bizlere düşen bu konuda zorlukları aşmaya çalışmaktır.
Bunun başlıca yolu da;
· Kimi özverilere razı olmak.
· Sınır aşan isteklerden vaz geçmek.
· Dünyanın düzenini değil de kendi arzularını yenmenin yeğ olduğunu öğrenmek.
· Engelin bir olumsuzluk değil ama özgürlüğün asıl koşulu olduğunu keşfetmek.
· İnsanın tümden kendine ait olmadığını kabul etmek.
· Egemenlik düşüncelerimizi sarssa bile -yerine göre- başkasına adanmak gerektiğini bilmek.
· Sınırlarımızı öğrenmek/bilmek.
· Burnumuzun sürtülmesi pahasına çılgın emellerimizden vazgeçmek.
· Taklitten ziyade özerk olmaya çalışmak.
· Kendinden kurtulmaya olduğu kadar, kendini keşfetmeye de çalışmak.
· Eskiden ne isen o olmak.
Kimi zaman “ah gençlik!” diye gençliğimize veya çocukluğumuza vurgu yaparız. Bunun iki sebebi var:
1. Kirlenmişlikten kurtulup tekrar çocukluk masumiyetini yakalama arzusu,
2. Yaşlılığın verdiği halden şikâyet edip daha fazla yaşama arzusu.
Modern insan gençliğe/çocukluğa dönmek istiyor mu, şayet istiyorsa niçin istiyor? Bunun cevabını herkes kendi kendine verebilir.
Temel düstur, her zaman ve her koşulda sığınılacak Yegâne Varlık’la irtibatı kesmemektir.
Pascal; ‘Onsuz yalınız dışımda değil, içimde de her şey kötü gider. O’nun içinde olmadığı her bolluk kıtlıktır insana. İnsan kalbinin karanlığında, tek hakikat ve selamet kaynağı imandır’ diyor.
Tanrının sonsuz büyüklüğüne karşılık verebilmek için inananın başvurabileceği tek bir olanağı vardır: Mutlak tapınma.
Modern insan kuramsal olarak kendisinin üstlenmediği hiçbir sorumluluğu taşımadığı gibi sanal olarak sınırsız bir sorumluluk altında ezilmektedir. Onun için günlük yaşamın ağırlığından kurtulmanın en az iki biçimi var: Eğlence ve savaş.
Savaş: Korkunç bir kasaplıktır. O da insanları rutinden çekip çıkaracak bir eğlence, karı-koca ve aile yaşantısının sıkıcılığına açılmış bir araç, düzen ve eşitliğe verilmiş büyük bir aradır. Savaş, ürküttüğü kadar coşturur da. Sürekli kışkırtmaya ve yasal olarak öldürmeye izin verdiği için savaş bir çeşit cezalandırmadır da.
Modern insan artık tatminsiz. Yaşanan gelişmeleri görmüyor artık; sadece yetersizlikleri, güçsüzlükleri görüyor. Artık aralıksız, kesintisiz buluşlar sıradan bir şey oldu.
Sanayi ve bilim bizi öyle bir bolluğa alıştırdı ki, buluşlar seyrekleşince doyumu ertelemek gerekeceği için insan verip veriştiriyor. “Çekilmez be!” diye haykırıyor. Durumumuz, bir oyuncağın önünde tepinen ve “istiyorum onu” diye bağıran kaprisli bir çocuğun öfkesi gibi.
Pek çok şeyin değiştiği günümüzde her şeyin değişmemiş olmasına şaşırır olduk.
Elde edilen her şey çabucak doğalmış, zorunluymuş sayılıyor, ondan yoksun olmak ise düşünülemez geliyor insana.
TV; modern insanın bir başka eğlencesi televizyon (tele-oburluk). Bruckner’in, ‘canlı ve konuşan bir mobilyadır’ diye tanımladığı tv için, ‘öylesine hipnotize edici bir etkisi var ki, lambanın etrafında dönen gece kelebekleri gibi ışığında yakıyor bizi.’
Televizyon çok sayıda insan için belki zorba bir tanrıçadır, ama kendisine tapanlardan en uyuşuk, en rahat tapıncı isteyen pek geçimli bir tanrıçadır aynı zamanda.
Cam ekran, ne bir şey yasaklıyor ne de bir şey buyuruyor. Ama kendisi olmayan her şeyi gereksiz, can sıkıcı kılıyor. Ne düşünceyi denetliyor ne de okumayı; yalınız onları gereksiz kılıyor.
Tv denen bu medyumun neredeyse bir yaşam biçimi olmak gibi muazzam bir forsu var. Bizi eve bağlıyor, dikkatimizi çekmek için bin bir marifet döktürüyor, bütün dünyayı salonumuza buyur ediyor. Ne zaman istesek televizyon elimizin altında, evden dışarı adım atmadan, hatta yattığımız yerden yahut ayakta, yemek yerken, çalışırken. İzleyebiliyoruz onu. Tüm bunları o bizim emrimizde, biz ise onun esiri olarak yapıyoruz!
Bireycilik; toplumun ağırlık merkezinin, özgürlüğün tüm yükümlülüklerinin artık omuzlarına bindiği kişiye geçmesidir.
Modern insan vahyedilmiş hakikatleri ve inakları (dogma) ortadan kaldırarak büyüdü. Her türlü destek noktasıyla olan bağları kesilince önce zayıfladı. Gelenek, adet din hükümlerinin koruyucu kabuğunun dışına çıkınca da hiç olmadığı kadar güçsüz kaldı. Kendini güçsüz hisseder oldu.
Bu insan, temel değerlerden uzak kaldı. Ölçüyü kaybetti. Yolunu şaşırdı. Bu yüzden işin içinden çıkamayınca da çareyi yazgıya/kadere bağladı. Oysa kişinin yazgısı onun gayretine bağlıdır: Kusurlarımı ve yanılgılarımı kendi dışımdaki bir merciin sırtına yıkıp, yükten/yükümlülükten kurtulamam.
Eğer kendi kendimin efendisiysem, aynı zamanda kendi kendimin de engeliyim. Bana ilişkin terslik, acı ya da mutluluğun tek sorumlusu benim.
Önerim şu: Modern insan; her türlü bozgun anında özeleştiri yapabilmeli, bilinç incelemesine girişebilmeli, zayıf noktalarını görebilmeli ve ‘bu benim hatam’ diyebilmelidir.
Demokrasi: Çekememezlik, hınç, kıskançlık ve iktidarsız kin, insan doğasının en berbat kusurları olmaktan önce, demokratik devrimin doğrudan sonuçlarıdır. (…) Eli boş kalmayı besleyen ve bizi hiçbir zaman yazgımızla yetinmemeye kışkırtan da odur. Sözde demokratik yapı; insana kanaatten ziyade istemeyi, tüketmeyi, süfli emeller peşinde koşmayı veriyor.
‘Ne denli haklı olursa olsun, bir dava uğrunda ölmeye bu denli hazırlıksız olmadık hiç’ diyen Pascal, ‘Vatandaşlarına demokrasinin yazgısıyla hiç ilgilenmeme izni veren bir hükümet, demokrattır. Hiçbir ülkü uğrunda kendini feda etmeye değmiyor artık, yaşamdan üstün hiçbir şey yok’ diyor.
Modern insan; elde edemediğine, elde etmek istediğini engelleyene, nefsi emaresinin önündeki her engele düşmanca bakan; demokratlık görünümü altında despotluk, mutluluk görünümü altında mutsuzluk, tokluk altında açlık, zenginlik görüntüsü altında fakirlik, sahicilik görüntüsü altında yapmacıklık, kendisi gibi olamama içinde debelenip duran kişidir.
Kurtuluş mu? Taksimata razı olup, yaratılış maksadına uygun yaşayıp, “Tanrının içinde olmadığı her bolluğu kıtlık bilmektir…”