İnsan eşref-i mahlukat yani yaratılmışların en değerlisidir. Ahsen-i takvim olarak her açıdan en güzel şekilde var edilmiştir. Akıl ve irade gibi üstün özelliklerle donatılmış, vahiy ve peygamberle desteklenmiştir. Yeryüzü insanın emrine amade kılınmıştır.
Tüm bunların bir gereği olarak onun yeryüzünde elbette özel bir görevi olacaktır. İslam düşüncesinde iman ve tevhit ekseninde ele alınan söz konusu misyon; ahlak ve hukuk zemininde kişinin kendisinin, toplumun ve yeryüzünün imarını ifade eder. Dolayısıyla insanı varlık aleminde özel kılan; kendisi, insanlık ve tüm canlılar adına taşıdığı duyarlılık ve sorumluluktur.
Diğer yandan yeteneklerini ıslah ve iyilik için kullanmakla yükümlü olan insan, yaratılış gayesini ve âlemdeki seçkin konumunu idrak etmekten uzaklaşarak ifsat ve kötülüğü tercih ettiğinde, başta kendisi olmak üzere tüm canlılar, tabiat ve gelecek için en ciddi tehdit haline gelebilmektedir. Bu bağlamda belirleyici olan insanın niyeti ve tercihleridir. Nasıl bir duruşa sahip olduğudur. İnsanın duruşunu ortaya koyan ise inandıkları ve reddettikleri, savundukları ve itiraz ettikleridir. Dolayısıyla neyi reddettiği kadar neyi teklif ettiği de önemlidir. Mesela emperyalizme karşı olmak önemlidir ve anti-emperyalizm büyük oranda bir ortak zemin olabilmektedir. Ancak onun yerine teklif edilen ahlak ve hukuk sisteminin kimliği de aynı derecede önemlidir.
İnsanın hayatın ve değerler sisteminin içindeki yeri itirazları ve savunduklarıyla belirginleşir. Bu bağlamda insanı tanımak için onun sevinçlerini hüzünlerini, hayallerini öfkelerini bilmek gerekir. Sahici itirazları ve teklifleri olmayanın insani değerler ve erdemler haritasındaki yerini bulmak da çok zordur. Yani renksiz insan yersiz insandır. Kişinin ufku, tefekkür dünyası ve ahlakî tutumu da savundukları ve reddettiklerinde aşikâr olur.
İmanın ikrarı ve ilanı olan kelime-i tevhit, ilahlık iddiasında bulunan tüm sahte, aciz ve yapmacık nesne ve varlıkları reddederek sadece Allah’a teslimiyeti ifade eder. Peygamber efendimiz Mekke’de tevhidi savunurken şirk inancını reddetmiştir. Özgürlüğü, adaleti ve emeğin karşılığını savunurken, köleliğe, zulme ve haksızlığa karşı çıkmıştır. O, daima hakkın ve haklının yanında yer almıştır.
Sırat-ı müstakim ve istikamet üzere olmanın ölçüsü kişinin kimin/neyin yanında ve kimin/neyin karşısında durduğu ile belli olacaktır. Bir mümin için en belirleyici husus haklı ve haksızın, zalim ve mazlumun, ıslah ve ifsat edenin her daim var olduğu yeryüzünde, nerede durduğu ve duruşunun arkasında yer alan niyetidir. Bu bağlamda tarafsızlık söz konusu olamaz. İnsan iyinin, doğrunun, hakkın, adaletin, merhametin yanında olmaya muhtaçtır. Kötülüklerin ve batılın da karşısında olmaya mecburdur.
Öyleyse muhalif olmayı ve itiraz etmeyi anlamlı kılan, öncelikle evrensel insanî ve ahlaki erdemler zeminindeki yerini almaktır. Bu duruşa, zulmetmemek ama zulme rıza da göstermemek, haksızlık yapmamak ama kendisine haksızlık yapılmasına müsaade etmemek de dahildir. Ancak, ilkeleri değil şahsi menfaati, çıkar ve bencilliği, kişisel beklentileri merkeze alarak ortak faydayı göz ardı eden tavır ve yaklaşımlar, itiraz ve sahiplenmeler de kayda değer değildir. Asaletten uzaktır. Bir ırkı, rengi, dili, coğrafyayı merkeze alarak dostluk veya düşmanlık tavrı geliştirmek oldukça ilkel bir yaklaşımdır.
İslam inancında, Müslümanın düşünce ve ahlakında sevgi ve tavır alışın çok açık ve muhteşem bir ölçüsü vardır. Peygamber efendimiz birçok hadis-i şerifinde bu ölçüyü ilan etmiştir. O da “Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.” Menfaat ve beklentilerden uzak, sadece Allah için birbirini seven, bir araya gelen insanların bu yaklaşımı her daim övülmüş, onların Allah katındaki kıymeti ve sahip oldukları ahlakın büyük mükafatlara değer olduğu vurgulanmıştır. Aynı şekilde itiraz ve tavır alışları, muhalefet ve öfkeyi de değerli yapan söz konusu ölçünün varlığıdır. Yani soylu bir duruşa, Allah’ın insanlar için koyduğu ilkelere ve evrensel değerlere dayalı oluşudur. Diğer yandan farklı düşünce, inanış ve hayat tarzlarına sahip olmak da asla düşmanlık ve ötekileştirme sebebi olamaz. Ancak zulüm, haksızlık ve ifsada karşı, ahlak ve hukuk ilkeleri çerçevesinde mücadele etmek iman ve insanlık görevidir.
İtiraz ve muhalefet ahlakının önemli bir ilkesi de doğru bilgi ve bilinçle hareket etmektir. Neye ve niçin itiraz ettiğinin farkında olmaktır. Kişi itiraz ettiği şeyi bilmekle yükümlüdür. Aksi halde haklıyı savunmak niyetiyle haksızlığa destek olmak, mazluma yardım etmek gayesiyle zalime katkı sunmak mümkündür. Algı operasyonlarıyla hakikatin tersyüz edilebildiği, bilgiye ulaşmanın çok kolaylaştığı ama doğru bilgiyi bulabilmenin epeyce zorlaştığı bir çağda söz konusu durum çok daha hayati hale gelmiştir. Bu noktada Hucurat Suresi’nin; “size bir fasık, güvenilir olmayan, tanımadığınız biri bir haber getirdiğinde onu iyice araştırın” ikazı temel bir prensip olarak önümüzde durmaktadır. Peygamber efendimizin; “Her duyduğunu aktarması kişiye günah olarak yeter” hadis-i de müminleri araştırmaya ve kaynağını kesin olarak bilmedikleri sözlere itibar etmemeye davet etmektedir.
Diğer yandan itiraz ya da tenkit etmek esasında teklif de içermelidir. Yanlışı ifade etmek doğrusunu ortaya koymakla anlam kazanacaktır. İyi niyet ve doğru bilgiye dayanırsa eleştiri gerçeğe ulaşmak ve daha güzel işler yapmak için önemli bir imkandır. Elbette gelişigüzel yaklaşımlar, hakaret ve iftira asla eleştiri ve itiraz değildir.
Hak ve hakikatin yanında, kötülük ve yanlışın karşısında, ferasetli bir tutum içinde olmak herkese iyi gelecektir.