Prof. Dr. Ali Erbaş
Diyanet İşleri Başkanı
Diyanet Aylık Dergi Şubat 2022
İnsanoğlu, tarihin başlangıcından beri, sosyalleşme ihtiyacı, güven ve gelecek kaygısı, ihtiyaçlarını kolayca temin etme düşüncesi gibi sebeplerle yerleşim mekânları ve alanları inşa etmiştir. İlk dönemlerde tabiatın doğal unsurlarıyla inşa edilen evler ve mahalleler zaman içerisinde insanın alet yapımına ve teknik imkânlara kavuşmasına paralel olarak gelişmiş, bu alanda farklı ve kapsamlı tasarımlar ortaya çıkmıştır. Diğer yandan insanın çevresiyle iletişiminde ve sosyal ilişkilerinde olduğu gibi imar ve inşa faaliyetlerinde de inanç ve değerler dünyası önemli bir etken olmuştur. Dolayısıyla şehrin tarihi ve serüveni, teknolojik ve toplumsal değişim ve gelişimi ortaya koyarken aynı zamanda insanın inanç, değer, gelenek ve kültür dünyasını da resmetmektedir. Bu sebeple medeniyetlerin tarihi, şehirlerin tarihi ile başlar. Nitekim şehir anlamına gelen “medine” kelimesi ile “medeniyet” kelimesi arasındaki etimolojik ilişki, şehir ve medeniyet arasındaki derin ve güçlü bağı ifade eden önemli referanslardan biridir.
Şehirleri inşa eden her anlayışın kendine mahsus bir hayat felsefesi, bir dünya görüşü olmuştur. Medeniyetler kendi değerlerine göre şehirler kurmuş, her şehir kendine özgü medeniyeti aksettirmiştir. Ancak zaman içerisinde yaşanan kültürel etkileşimler, gelişen imkânlar ve ortaya çıkan ihtiyaçlar, şehircilik anlayışının önemli dönüşümler geçirmesine sebep olmuştur. Özellikle zaman ve mekân gibi kavramların sınırlarını aştığı Yakın Çağ’da küreselleşmenin de etkisiyle şehirler kültür ve medeniyete dair taşıyıcı özelliklerini kaybetmiş, gelişigüzel yeknesak standartlara hapsolmuştur. XVIII. yüzyıldan itibaren sanayi devrimiyle beraber gücü, maddeyi, üretimi/tüketimi merkeze alan bir anlayışın öne çıkması ise şehirleşme olgusunda hızlı ve köklü bir değişime zemin hazırlamıştır. Söz konusu dönemin dinamikleri neticesinde şehirler, iş gücünün yoğun olduğu, devasa binalarla kuşatılan, makinaların ve teknik cihazların âdeta insan varlığının önüne geçtiği merkezler hâline gelmiştir. Yer yer geleneksel unsurlar muhafaza edilse de bu süreçte özgün şehircilik bağlamında ciddi savrulmalar yaşanmış, metropol ve megakent gibi kavramlarla ifade edilen devasa tekdüze şehirler meydana gelmiştir.
Bu bakımdan Yakın Çağ, değer, bilgi ve kültür değişiminin en üst noktaya çıktığı bir zamana karşılık gelmektedir. Bu durum, oldukça geniş imkânlar sunduğu gibi insani değerlerle ilgili yıpranmaları ve kayıpları da beraberinde getirmekte ve birçok şey, ancak yeni anlamlar kazanarak mevcudiyetini devam ettirmektedir. Sürekli değişimin kesafet kazandığı günümüz şehirleri de bu akışa alan oluşturarak anlık değişimi harekete geçirici bir yapıyı hep zinde tutmaktadır. Hem barındırdığı nüfusun hem de yapılaşmaların büyümesiyle oluşan metropoller bilginin yanı sıra hayat tarzıyla, tüketim ahlakıyla ve değerlerle ilgili değişkenliğin en yoğun yaşandığı alanlar hâline gelmektedir. Kimlik dönüşümü, yabancılaşma, yalnızlaşma gibi hususiyetler ise söz konusu yeni şehir (metropol) hayatının icbar ettiği başlıca sorunlar olarak öne çıkmaktadır.
Zaman içinde geçirdiği değişim ve dönüşümle birlikte şehirler, sembolik ifade biçimleriyle bir yandan tarihî birikimi, diğer yandan da çağın insan, hayat ve dünya tasavvurunu yansıtmaya devam ederler. Bu noktada insani, ahlaki ve iktisadi değerlerin belirleyici etkisi sebebiyle Müslümanların kurdukları şehirler, kendine mahsus özellikleriyle dikkat çekmektedir. Zira hayatın tüm alanlarını kuşatan bir din olarak İslam, şehirlerin siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısını da biçimlendirmiştir. Müslümanlar, karşılaştıkları kültür ve medeniyetlerden devraldıkları müktesebatı, İslam düşüncesi içinde yeniden inşa ederek kendilerine özgü bir şehir modeli ortaya koymuştur. Bu model, şehirlerin fiziksel yapılanmalarından ve mimari yaklaşımlardan ziyade onlara anlam ve canlılık kazandıran kültür, sanat ve hayat anlayışıyla öne çıkmaktadır. İslam şehirlerinden hangisi bu anlamda bir değerlendirmeye tabi tutulsa özlerinde birçok ortak noktanın olduğu fark edilecektir. Nitekim İstanbul, Bursa, Mekke, Medine, Kahire, Şam, Buhara, Semerkant gibi şehirlerin hepsinde, cami merkezli değerlerle oluşturulan İslam medeniyetinin izleri ve temel özellikleri öne çıkmaktadır.
İslam medeniyetinde şehirler, öncelikle toplumun temel değerlerinden beslenen birlik ruhu ve dayanışmaya ek olarak kültürel ve sosyal bütünlük içinde teşekkül ettirilmiştir. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretine kadar sıradan bir yerleşim yeri olan Yesrib’de farklı dinî gruplar bulunmaktaydı. Peygamber Efendimiz, farklı dinî ve etnik kökenden insanları bir araya getirmeyi başarmış ve bu yerleşim yerini medeniyete merkez olmuş bir beldeye dönüştürmüştür. Medine’de, hukuk ve ahlak temeline dayalı bir şehir kültürü inşa edilerek adaleti önceleyen ve bir arada yaşamayı kolaylaştıran ana unsurlar olarak hak ve sorumluluklar bir sözleşme ile garanti altına alınmıştır. Medine, Mescid-i Nebi’nin etrafında kurulmuş, şehir planlaması mescit merkeze alınarak yapılmıştır. Zaman içinde teşekkül eden İslam şehirleri de Medine örnek alınarak inşa edilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicreti ile başlattığı medeniyet yolculuğuna Müslümanlar, ulaştıkları şehirleri, beldeleri; camilerle, eğitim merkezleriyle, ticarethanelerle, kervansaraylarla donatarak devam etmişler, böylece İslam medeniyetinin şehir anlayışını cihanın dört bir yanına ulaştırmışlardır.
İslam düşünürlerinin şehir ve medeniyet ilişkisi üzerinde yoğunlaşması ise alanla ilgili ciddi bir ilmî müktesebat meydana getirmiştir. Özellikle Farabi’nin Medinetü’l-Fazıla ve İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserleri, bu konuda oldukça dikkat çekici yaklaşımlar sergilemektedir. Ümran filozofu İbn Haldun’un şehir, kültür ve medeniyet ilişkisini anlamlandırma düşünceleri, şehir ve medeniyet algısına önemli katkılar sağlamıştır. İbn Haldun, bir şehrin yaşanmaya değer bir beldeye dönüştürülebilmesini, sakinlerinin kendilerine bir misyon biçmelerine ve sahip oldukları değerler ile hayata müdahale etme iradesini göstermelerine bağlamaktadır. Şehri insan bedenine benzeten Farabi’ye göre amacı mutlak saadet olan erdemli şehrin en önemli özelliği, birbirleriyle yardımlaşan insanların bir araya gelmesiyle teşekkül etmiş olmasıdır.
Muhakkak ki erdemli şehirlerin inşası, öncelikle insanın inşasını gerektirmektedir. İnsanın inşası demek geleceğin inşası demektir. Bununla birlikte şehirler, mahza fiziksel yapılardan ibaret de görülmemelidir. Zira şehirler sadece çelik, betonarme yapılarla, taş ile tuğla ile çimento ile inşa edilmezler. İslam tasavvurunda şehirlerin ruhu vardır ve şehir o ruh ile anlam kazanır. Şehirleri yığınlardan arındırarak insan hayatı ile birlikte güzelleştiren bu cevher; o şehrin tarihi, kültürü, mimarisi, edebiyatı, sanatı, folkloru, maddi manevi zenginliği ve yetiştirdiği seçkin insanlarıdır. Mühendisler, mimarlar kabiliyetlerini şehrin bünyesine aksettirirken bu birikimlerle de o şehrin ruhu inşa edilmektedir. Bu sebeple şehirleri sadece fiziki özellikleriyle değil geçmişten bugüne mekânlarının taşıdığı manevi değerler ve sembollerinin ifade ettiği derin manalar aracılığıyla da anlayıp tanımlamak doğru olacaktır.