İnsan, tasarrufu başkasına ait olana karışmamalıdır. Her varlık kendine tahsisli işle meşgul olmalıdır. Değişik ifadeyle herkes taksimatı ilahiyeye razı olmalıdır. Bu aynı zamanda kanaattir, edeptir, saygıdır, müsamaha ve hoşgörüdür. Değil mi ki bunlardan yoksunuz! İşte o zaman denge bozulur, her şey içiçe girip hercümerç olur. Koruyamadığımız güzel hasletlerin yerini kötü adetler alır. “Her şey denge üzerinedir” ilahi mesajının öğretisi de tam olarak bu değil midir?
Yılda bir ay belirli kurallara uyarak sabahtan akşama kadar gözümüzle harama bakmadan, kulağımızla yanlış dinlemeden, elimizle haram tutmadan, ayağımızla kötü yere gitmeden; tüm bunların ötesinde bırakınız haramı, helal olan nimetleri dahi yemeden, içmeden sabır ve tahammülle akşam ezanını beklemektir oruç. Bu Yüce Yaratıcının koyduğu bir ölçüdür. “Elest bezmi”nde Rabbimize verdiğimiz sözün yerine getirilmesidir.
Geldiğimiz bu noktada ramazan ayı müddetince Yunus Emre’nin Molla Kasım’ı gibi yaptıklarımız, yapmamız gerektirip de yapmadıklarımızdan dolayı kendimizi “siygaya çektiğimizi” düşünüyorum.
Musallat olan coronavirüsten dolayı artık önceliğimiz değişti. Bakış açımız değişti. Böyle giderse daha birçok şeyimiz değişeceğe benziyor. Kısaca değer yargılarımız değişiyor.
Görülen o ki, her şeyi ben yarattım edasındaki insanların acizliği ortaya çıktı. Birçok yönüyle dünyevileşen, bundan dolayı manevi değerleri terk eden veya öteleyen insanlığın, yaratıcının gücünü yeniden ve bir kez daha anladığını, anlaması gerektiğini düşünüyorum.
İnsan, nimetin kıymetini elinden gittikten sonra değil, elinde iken bilirse kıymetlidir. Tüm dünyanın müptela olduğu, görülmeyen ve fakat hepimizi bir şekilde esir alan virüs sebebiyle aylardır zorunlu evlerimize mahkûm olduk. On bir ayın sultanı ramazanı da böyle bir atmosferde karşıladık.
Müptela olduğumuz hastalık münasebetiyle günlük ölümlerin her geçen gün arttığını görüyoruz. Maalesef televizyonlardan seçim sonuçlarını takip eder gibi ölüm ve hastalık haberlerini izliyoruz. Hangi ülke de kaç kişi hastalığa tutulmuş, kaç kişi iyileşti, kaç kişi öldü ona bakıyoruz. Oysa izlediğimiz ölülerden biri biz de olabiliriz. Hem de bırakın uzaktan gelmesini beklediğimiz dostlarımız, en yakınlarımızın dahi cenazemize katılamayacağı gibi
Efendimizin mübarek lisanıyla; “Akıllı insan: Dünya menfaati ile ahiret menfaati karşı karşıya geldiğinde, ahiret menfaatini tercih edendir.” Kendimizi muaheze ederek, ‘yeni normal hayat’ımızı ona göre şekillendirmeliyiz.
Okumakta olduğumuz kulluk kitabımız Kuran’ı, anlayarak tekrar tekrar okuyalım. Okumakla da kalmayıp, uygulamaya çalışalım.
Evlerimizde ramazan ayı boyunca hayırlı işlerle meşgul olduğumuzu düşünüyorum. Aşığın maşukuna kavuşma anındaki mahcubiyet ve heyecanla biz de mutlak terbiyecimize duyduğumuz aşk ve heyecanla; “Ya Rabbi! (farzların dışında) Çokça namazım, sadakam, orucum yok lakin Allah ve Resûlünü çok seviyorum. diyebilelim.
BAYRAM: Rahmeti, mağfireti ve bağışlaması bol Rabbimize karşı otuz gün boyunca oruç tutmaya çalıştık. Bunun neticesi olarak da “sevinç ve eğlence günü ve yeri” anlamına gelen bayramı hak ettik. Oruç ibadet olması münasebetiyle yılın her günü tutulabilirse de Ramazan Bayramının ilk, Kurban Bayramının ise dört günü tutulması yasaklanmıştır.
(Meşru anlamda) “yiyip-içmek, konuşup, eğlenmek meclisi” demek olan bayram, aileden başlayarak eş-dost, hısım-akraba ve tüm tanıdıklarla kaynaşmak, oynaşmak ve eğlenmektir. “Adet halini alan sevinç ve kederi bir araya toplama günü” diye de tanımlanan îd’i yani bayramı bu yıl bu tanımlamanın ötesinde icra edeceğimiz muhakkak.
TAVAF: Hacca İbranice ’de bayram denmektedir. Haccın diğer bir isminin de Devvâr/Düvvâr olduğunu düşünecek olursak Allah’ın huzurunda, kendi evinde Müslümanların bir araya gelmesi bir nevi bayram gibidir. Nasıl pervaneler yanma pahasına ışığın etrafında dönüp yok oluyorsa Müslümanlar da Allah aşkından sevinç ve mutlulukla Kâbe’nin etrafında dönerek kendinden geçip yokluğu/hiçliği yaşamaktadır. Diğer bir ifadeyle bayram yapmaktadır. Nitekim ahirette cennetlik kullar için en büyük nimetin/bayramın Allah’ı görmek olduğu gibi. Belki de Mevlana’nın vecd ve istiğrak halindeki dönüşü de bundandır. Ölümünü “şeb-ı arus” diye.
Yukarda da bahsettiğim gibi alınan tedbirlerden dolayı bu bayrama özgü, büyüklerimizin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpemeyeceğiz. Dostlarımızla musafahalaşıp, sarmaş-dolaş olamayacağız. Bir yerlere gidip muhabbet edemeyeceğiz. Öyle gözüküyor ki, bu bayramda sağlayamayacağımız fiziki birlikteliği sosyal medya hesaplarımızla yapacağız.
BAYRAMLAŞMAYA ALLAH İLE BAŞLAMAK: Bilindiği üzere bayramlaşma namazla başlar. Bunun sebebi bayramlaşmaya önce Yüce Yaratıcımızla başlamak olduğu içindir. Tıpkı tavafa da Hacerü’l-Esved’e istilam ederek başlamak gibi. Bilindiği üzere istilam da Allah’la selamlaşmaktır.
Fitre ve sadakanın bayram öncesinde verilmesinin sebebi fakirleri sevindirmek onların yeni giysiler almalarını sağlamaktır.
Arefe günü, bayram namazından hemen sonra veya bayramın başka bir zaman diliminde kabirdeki insanlar ziyaret edilir. (farklılık örflerden kaynaklanmaktadır)
Önce aile büyükleri ziyaret edilir. Küçükler büyüklerin elinden, büyükler küçüklerin gözünden öper. Önceden hazırladıkları armağanları verirler. Birlikte kahvaltı yapıldıktan sonra da komşulardan başlayarak, yakın akraba ve diğer dostlarla bayramlaşılır.
Sezai Karakoç’un deyimiyle bayram, ruh ve şuur hafifliğidir. Bayram şeker ve etini zakkum meyvesi yapmamak gerekir ama dünya Müslümanlarının içinde bulunduğu halleri de unutmamalıyız.
“Bir tarağın dişleri”, “bir zincirin halkaları”, “bir bedenin uzuvları” konumundaki Müslümanlar birbirini hiç unutur mu?
Ne mümkün! En acımasız bir şekilde Yahudi zulmüne maruz kalan Filistin/Gazze’yi unutmak. Ne mümkün! Arakan’ı, Yemen’i, Suriye’yi, Irak’ı, Afganistan ve diğer mazlum Müslümanları unutmak?
Sevinç ve neşe günü olan bayramınızı gönülden tebrik ederim.