عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ:…فَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “…إِنَّ الْمَسْأَلَةَ لاَ تَصْلُحُ إِلاَّ لِثَلاَثَةٍ: لِذِى فَقْرٍ مُدْقِعٍ أَوْ لِذِى غُرْمٍ مُفْظِعٍ، أَوْ لِذِى دَمٍ مُوجِع.”
Enes b. Mâlik'ten (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“…Yalnızca şu üç kişi dilenebilir: Çok fakirlik çeken, ağır bir borç altında bulunan ve kan bedelinin altında ezilen.”
(D1641 Ebû Dâvûd, Zekât, 26)
***
عَنْ حَكِيمِ بْنِ حِزَامٍ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “الْيَدُ الْعُلْيَا خَيْرٌ مِنَ الْيَدِ السُّفْلَى، وَابْدَأْ بِمَنْ تَعُولُ...”
Hakîm b. Hizâm'dan (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır. Sen, (vermeye) geçimini sağladığın ailenden başla!..”
(B1427 Buhârî, Zekât, 18; M2386 Müslim, Zekât, 95)
***
عَنِ الزُّبَيْرِ بْنِ الْعَوَّامِ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنِ النَّبِيِّ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “لَأَنْ يَأْخُذَ أَحَدُكُمْ أَحْبُلاً فَيَأْخُذَ حُزْمَةً مِنْ حَطَبٍ فَيَبِيعَ فَيَكُفَّ اللَّهُ بِهِ وَجْهَهُ خَيْرٌ مِنْ أَنْ يَسْأَلَ النَّاسَ أُعْطِيَ أَمْ مُنِعَ.”
Zübeyr b. Avvâm'dan (ra) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:
“Sizden birinizin urganı alıp (dağa giderek) bir bağ odun getirip satması ve böylece Allah'ın onun itibarını koruması, bir şey verip vermeyecekleri belli olmayan kimselerden dilenmesinden daha hayırlıdır.”
(B2373 Buhârî, Müsâkât, 13)
***
عَنِ الْمِقْدَامِ (رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ) عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) قَالَ: “مَا أَكَلَ أَحَدٌ طَعَامًا قَطُّ خَيْرًا مِنْ أَنْ يَأْكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ، وَإِنَّ نَبِيَّ اللَّهِ دَاوُدَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ كَانَ يَأْكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ.”
Mikdâm'dan (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Kesinlikle hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvûd (as) da kendi elinin emeğini yiyordu.”
(B2072 Buhârî, Büyû', 15)
***
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ (صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمْ) : “مَنْ سَأَلَ النَّاسَ أَمْوَالَهُمْ تَكَثُّرًا، فَإِنَّمَا يَسْأَلُ جَمْرًا، فَلْيَسْتَقِلَّ أَوْ لِيَسْتَكْثِرْ.”
Ebû Hüreyre'den (ra) nakledildiğine göre, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Servetini artırmak için dilenen, istediği az ya da çok olsun, gerçekte kor ateş dilenir.”
(M2399 Müslim, Zekât,105)
***
Bir gün Nebî (sas) ashâbıyla sohbet ederken, ihtiyaç sahibi bir Medineli gelir ve ondan bir şeyler ister. "Evinde bir şeyin var mı?" diye sorar Allah’ın Elçisi (sas). Bir kısmını sergi olarak, bir kısmını da elbise olarak kullandıkları bir örtü ve bir de su tasından başka bir şeyleri olmadığını söyler fakir sahâbî. Rahmet Elçisi’nden (sas) maddî bir yardım beklerken, sıkıntısını kökünden hâlletmeyi hedefleyen bir öneriyle karşılaşır. Medineli zât evine gidip bu örtüyü ve tası getirecek, Allah Resûlü (sas) de onları müzayedeye çıkaracaktır. Orada bulunan diğer sahâbîler de çözüme ortak olacak ve böylece ortak sorumluluk bilinci gelişecektir.
Peygamber Efendimizin (sas) niyetini anlayan ashâbın katkısıyla bu iki parça eşya müzayede neticesinde iki dirheme satıldı. Gelen şahıs, Peygamberimizin (sas) talimatı üzerine bir dirhemle ailesine yiyecek bir şeyler, diğeriyle de küçük bir balta satın alacak ve bu balta onun ekmek teknesi olacaktı. Onunla dağdan bayırdan topladığı odunları satacak, geçimini bu şekilde sağlayacaktı. Öyle de oldu. On beş gün içinde on dirhem kazandı, ailesine yiyecek ve giyecek aldı. Resûlullah (sas), tavsiyesine uyarak ailesinin ekmek parasını kazanmayı başaran bu gayretli sahâbîye sonunda şu evrensel mesajı verdi: "Böylesi senin için kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır. Yalnızca, şu üç kişi dilenebilir: Çok fakirlik çeken, ağır bir borç altında bulunan ve kan bedelinin altında ezilen."
Başkalarına el açmanın veya dilenmenin insan onurunu zedeleyen bir davranış biçimi olduğu muhakkaktır. Ancak şartlar zorunlu kıldığında bu yolun kaçınılmaz olabildiği de aşikârdır. İçinde yaşadığı toplumun olumlu olumsuz tüm koşullarına tanık olan Peygamberimiz (sas), dilenmeyi tasvip etmemekle birlikte, onun toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmiştir. O (sas), "Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır. Sen, (vermeye) geçimini sağladığın ailenden başla!.." buyurarak gerek alan gerekse veren el durumundakilere yönelik mesajlar vermiştir. Buna göre Allah Resûlü (sas) maddî imkânı yerinde olanları infak etmeye teşvik ederken bunu ‘üstteki el’ olarak nitelemiştir. ‘Alttaki el’ ise isteyen el olarak anlaşılmıştır. Rivayette her iki tarafın da hayırlı olduğunun belirtilmesi dikkat çekicidir. Yoksulların zenginlerin malına ihtiyacı olduğu kadar, zenginlerin de mallarından bir kısmını vermek için fakirlere muhtaç olduğu bir gerçektir. Resûlullah (sas) mecbur kaldığı için istemek zorunda kalan kişilerin de hayırlı olduğunu söyleyerek onların onurlarının kırılmasını engellemiştir.
Resûlullah’a (sas) biat etmiş Medineli hanım sahâbîlerden Ümmü Büceyd (ra), kapısına dayanıp bir şeyler isteyen yoksul kimselere verecek bir şey bulamadığı zaman ne yapması gerektiğini Allah’ın Elçisi’ne (sas) sorar. Hz. Nebî’nin (sas) verdiği cevap yoksulu doyurmaktan ziyade onun onurunu korumayı hedefler gibidir: "Yanmış bir paçadan başka verecek hiçbir şey bulamasan bile onu eline ver." At üzerinde dahi gelse, isteyenin belli bir hakkı olduğunu ifade eden bir diğer nebevî tavsiye de aslında bu hususu teyit etmektedir. Oruçlu olduğu bir gün iftarda yemeyi düşündüğü somun ekmeğini kapısına gelen dilenciye vermekten çekinmeyen Hz. Âişe (ra) validemizin tavrı da aslında aynı kaygının neticesidir. Dilencinin, olumsuz karşılık aldığı vakit içine düşeceği zillet, yaşayacağı onur kırıklığı düşünülecek olursa bu durum daha iyi takdir edilecektir.
"İsteyeni azarlama!" âyeti ile istemek durumunda kalanlara nasıl davranılması gerektiği de hatırlatılmıştır. Yüce Kitabımızda, ihtiyacından dolayı isteyen yoksulların, zenginlerin mallarında belli bir hakkı olduğu bildirilmekte, bu nedenle zenginlere, fakirlere yardım etmelerini gerektiren birtakım sosyal ve malî sorumluluklar yüklenmektedir. Zengin Müslümanlara zekât farz kılınmış ve fakirler zekât verilecek kimseler arasında zikredilmiştir. Özellikle yakın akrabaları gözetmek zenginlere ait bir yükümlülük olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de ihtiyacından dolayı isteyene maddî yardımda bulunmanın iyi bir müminin başlıca dinî ve ahlâkî niteliklerinden olduğu, mükâfatının ise kat kat verileceği vurgulanmıştır.
Tüm bunlardan, zengin olduğu hâlde dilenen, belki de bu sayede zengin olan ve istemeyi alışkanlık hâline getirenlere yönelik bir pay çıkarılmamalıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem (sas), "Sizden birinizin urganı alıp (dağa giderek) bir bağ odun getirip satması ve böylece Allah’ın (cc) onun itibarını koruması, bir şey verip vermeyecekleri belli olmayan kimselerden dilenmesinden daha hayırlıdır." buyurmuştur. Nitekim yine Peygamber Efendimizin (sas) ifadesiyle, "Kesinlikle hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (as) da kendi elinin emeğini yiyordu."
Hz. Peygamber (sas) dilenerek insanların üzerinden geçim sağlamayı asla tasvip etmemiştir. Tam aksine o, "Servetini artırmak için dilenen, istediği az ya da çok olsun, gerçekte kor ateş dilenir." sözüyle muhtaç olmadığı hâlde, sırf mal varlığını artırmak amacıyla dilenenlere yönelik çok ağır ifadeler kullanmış, bu tip insanların aslında mal değil âhirette tadacakları azap için kor ateş topladıklarını belirtmiştir. Yüzsüzlük yapıp istemeyi alışkanlık hâline getirenlerin hâli de Resûlullah (sas) tarafından tasvir edilmiştir. "İnsanlardan dilenip duran kişi, sonunda kıyamet gününde (Allah’ın (cc) huzuruna) yüzünde bir parça bile et kalmamış vaziyette gelir." sözüyle Hz. Peygamber (sas), dilenenlerin kıyamet günü düşecekleri acıklı hâli anlatmıştır. Hadiste tasvir edilen durum zâhirî anlamda değerlendirildiği gibi, böyle bir kimsenin kıyamet günü Allah’ın (cc) huzuruna çıkacak yüzünün olmayacağı, zelil bir şekilde huzura çıkacağı şeklinde de anlaşılmıştır.
Ashâbın, geçimini çalışarak sağladığı o dönemde, Hz. Peygamber’in (sas), evinde sadece bir örtü ile su kabından başka hiçbir şeyi olmayan kişinin bile dilenmesini hoş karşılamaması son derece anlamlıdır. Ayrıca burada dikkate değer husus, Rahmet Peygamberi’nin (sas), yiyecek bir şeyler isteyen kişiye aş değil iş bulmasıdır. Meşhur deyimle, ona balık vermek yerine balık tutmayı öğretmesidir. Ne var ki o, her ihtiyaç bildirene de bu şekilde karşılık vermemiştir. Yukarıda değinildiği üzere o, bir taraftan isteyenlerin boş çevrilmemesini öğütlerken, diğer taraftan bunu alışkanlık hâline getirenleri şiddetle kınamıştır.
Geçici de olsa, evlerinde yiyecek bir şeyleri kalmayanlar veya ağır bir borç altında bulunanlar yaşadıkları sıkıntıyı doğrudan Allah Resûlü’ne (sas) iletiyorlardı. Zira o, aynı zamanda devletin de başında bulunduğu için zekât fonu onun elindeydi ve dağıtımını da kendisi yapıyordu. Bu durumun farkında olan ihtiyaç sahipleri, çözümün kaynağını da biliyorlardı. Böyle bir sıkıntıyla Resûlullah’ın (sav) kapısına gelenlerden birisi de Basralı sahâbî Kabîsa b. Muhârik idi. Kabîsa kefil olmuş, önemli miktarda bir borcu üstlenmiş ancak ödemede zorlanınca Allah Resûlü’ne (sas) gitmişti. Ancak o sırada zekât fonunda bir şeyler olmadığı için Resûlullah (sas) ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyledi. Ardından da bu vesileyle (ihtiyaç arzında bulunacak olan herkese) şu uyarıyı yaptı: "Ey Kabîsa! İstemek/dilenmek ancak üç grup insan için helâldir: (Birincisi) Kefil olup (veya ara bulmak için diyet verip) borçlanan kimsedir ki bu parayı elde edene kadar istemesi helâldir. Borcu kapatılınca artık isteyemez. (İkincisi) Başına bir musibet gelen ve bir malını kaybeden kimsedir ki hayatını sürdürebilecek kadar para bulana dek istemesi helâldir. (Üçüncüsü) Fakir kalan ve fakirliği komşularından üç güvenilir kişi tarafından doğrulanan kimsedir ki onun da hayatını sürdürebilecek miktarda mala kavuşana kadar istemesi helâldir. Bu üç grup insandan başkasının istemesi/dilenmesi haramdır ey Kabîsa. Bu şekilde elde edilen malın sahibinin yediği de haramdır."
Hz. Ömer (ra) dönemine ait bir olay, başkalarından isteme konusundaki nebevî sınırın uygulanmasına dair tipik bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Ömer’in (ra) hilâfet yıllarıdır. Sık sık yaptığı gibi yine bir gün Medine sokaklarını dolaşırken genç bir kadın yolunu keser. Kocasının öldüğünü, ne ekilecek tarlası ne de sağılacak bir hayvanının bulunduğunu söyleyen bu yetim anası, Hufâf b. İmâ’ el-Gıfârî’nin kızıdır. Babası Hudeybiye’de Allah Resûlü (sas) ile beraber bulunmuştur. Müslümanların zor zamanlarından birinde bu genç kadının dedesi İmâ’ Hz. Peygamber’e (sas) yüz koyun, iki sağımlık, bir de kesimlik deve hediye etmiş, bunları da oğlu Hufâf’la göndermişti. Resûlullah (sas) da bu koyunları ashâbı arasında paylaştırmış ve hayır duada bulunmuştu.
İşte bu gönlü bol zâtın torunu, halifeye, evinde yetimlerine yedirecek bir şey kalmadığını söylüyordu. Mehmet Akif’in ifadesiyle Dicle kenarında bir kurdun kaptığı koyuna karşı bile sorumluluk hisseden Hz. Ömer (ra), hemen bir deveye iki sepet dolusu buğdayın yanı sıra yiyecek ve giyecek yükletti. Sonra da kadına, "Bununla geçimini sağla. Allah (cc) size bir hayır nasip edene kadar bunlar tükenmeyecektir." dedi.
Kuşkusuz Peygamber Efendimizi (sas), dilenmenin çok çirkin bir davranış biçimi olduğu konusunda uyarılar yapmaya zorlayan birtakım nedenler vardı. Özellikle Mekke’nin fethinden sonra gerek ganimetlerle gerekse de zekât gelirlerinin artmasıyla devlet hazinesi dolup taşmıştı. Kur’an’ın zekât gelirlerinden yararlanacaklar arasında kendilerine özel bir yer vermesi nedeniyle yeni Müslüman olan ve ‘müellefe-i kulûb’ diye adlandırılan bazı kişiler Resûlullah’tan (sas) gereğinden fazla hak talebinde bulunuyorlardı. Hatta Hz. Peygamber (sas), "İsteme konusunda ısrarcı olmayın. Vallahi, sizden biriniz benden bir şey ister de bu isteği sayesinde bu durumdan hoşlanmadığım hâlde benden bir şey alırsa, ona verdiğimin bereketini görmez." ikazında bulunmuştu.
Mekke’nin fethiyle birlikte İslâm’la şereflenen ve Huneyn Gazvesi’ne katılan Hz. Hatice’nin (ra) yeğeni Hakîm b. Hizâm da bunlardan biriydi. İslâm tarihinde daha çok devlet hazinesine kazandırdığı ganimetlerle tanınan Huneyn Gazvesi bittikten sonra, sıra ganimetlerin dağıtılmasına gelmiş, Hakîm de istediği yüz deveyi almıştı. Fakat o bunu yeterli görmedi ve daha fazlasını istedi. Nebî (sas) isteğini yerine getirdi. Bu kadarıyla da yetinmeyen Hakîm bir kez daha isteyince Allah Resûlü (sas) yüz deve daha verdi. Fakat ona şu nasihati yaptı: "Ey Hakîm! Bu mal göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala cömert bir gönülle sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar. Veren el, alan elden hayırlıdır." Bu uyarıyı alan Hakîm dünyadan ayrılıncaya kadar bir daha kimseden bir şey istemeyeceğine dair Resûl-i Ekrem’in (sas) huzurunda yemin etti. Gerçekten Resûlullah’ın (sas) bu sözleri onu o kadar etkilemişti ki daha sonra Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) dönemlerinde devletin kendisine verdiği hiçbir malı almadı.
Benzer şekilde, Uyeyne b. Hısn ve Hındıf kabilesi başkanı Akra’ b. Hâbis de Hz. Peygamber’den (sas) mal istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas), Muâviye’ye, bunlar adına birer mektup yazmasını (zekât memurları geldiğinde bunu onlara vermesini) emretti. Uyeyne, mektupta ne olduğundan emin olmadığını ifade eden sözler söyleyince, Muâviye bu durumu Peygamberimize (sas) iletti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurdu: "Kim kendisine yetecek kadar mala sahip olduğu hâlde dilenirse, cehennem ateşinin artmasını istemiş olur." Orada bulunan sahâbîler, "Ey Allah’ın Elçisi! Kişiye yetecek malın miktarı nedir?" diye sordular. Resûlullah (sas), "Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır." karşılığını verdi.
Hz. Peygamber (sas), kendisine gelerek ihtiyacını arz edenlerin Kur’an’da zikri geçen zekât almaya lâyık sekiz kısma dâhil olup olmadığı konusunda hassas davranmıştır. Resûl-i Ekrem (sas) dönemine ait durumu yansıtan rivayetler, devletin maddî imkânlarından ancak gerçek ihtiyaç sahiplerinin yararlanabileceğini ifade etmektedir. İhtiyaçların asgarî ölçüsü ise ekonomik şartlar göz önünde bulundurularak belirlenir. Dolayısıyla bu nebevî ikazlar, günümüz şartlarında gerçekten muhtaç olarak nitelenebilecek ihtiyaç sahiplerine gıda, yakıt veya nakdî yardım sunan bazı özel veya resmî kurumlara müracaat ederek muhtaç olmadıkları hâlde yalan beyanlarla yardım isteyen şahıslara çok şey söylemektedir.
Hz. Peygamber (sas) yukarıdakine benzer bir uyarıyı da Veda Haccı’nda Arafat vakfesindeyken ridasını yani ihramının üst parçasını kaba bir şekilde isteyen bir bedevîye yönelik olarak yapmış ve onu verdikten sonra şöyle buyurmuştur: "Dilenmek, zengin, güçlü kuvvetli, sağlam kimseye helâl değildir. Ancak aşırı derecede fakir veya borç altında ezilen kimse için helâldir. Malını artırıp zenginleşmek için insanlardan dilenen kimsenin kıyamet günü yüzünde tırmalama izi ve cehennemden alıp yiyeceği kızgın bir taş olacaktır. Artık dileyen az, dileyen çok istesin."
"Kim başkalarından bir şey dilenmeyeceğini garanti ederse ben de ona cenneti garanti ederim." buyuran Kutlu Elçi (sas), aslında kimseye yük olmadan yaşamanın erdemine vurgu yapmıştır. Allah Resûlü (sas), aşırı fakirlik veya borçluluk hâli gibi meşru mazeretleri bulunan ve zor durumda olanların da ulu orta herkesi rahatsız etmelerini uygun bulmamış ancak gerektiğinde temiz ahlâklı ve hayırsever insanlara müracaat etmelerini tavsiye etmiştir. Başkasına el açmak veya dilenmek bazen zorunlu hâle gelse bile bu son çareye başvurmaktan çekinen, taşıdıkları hayâ ve onur duyguları buna müsaade etmeyen insanlar da vardır. İşte Allah Resûlü (sas), "Yoksul, bir iki hurma veya bir iki lokma verilip gönderilen kimse değildir. Asıl yoksul, (ihtiyaç sahibi olsa da insanlardan bir şey istemeyen) iffetli kimsedir." buyurmuş ve ardından da "...Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler..." âyetini hatırlatmıştır.
Hz. Peygamber’in (sas) işaret ettiği âyette Cenâb-ı Hak (cc) şöyle buyurur: "(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah (cc) yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah (cc) bilir." Burada bir taraftan başkalarına el açmaktan alıkoyan ar duygusunun erdemine vurgu yapılırken, diğer taraftan da çeşitli nedenlerle çalışma imkânı olmayan ve bu nedenle yardıma muhtaç bu insanlara karşı toplumsal duyarlılığın harekete geçmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bu âyet ve hadislerde, toplumdaki muhtaçların dilenir hâle gelmeden tespit edilip onurları incitilmeden ihtiyaçlarının karşılanmasının Müslümanlar üzerine düşen bir görev olduğu vurgulanmıştır.
Burada dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus da sevilen, beğenilen malların sadaka olarak verilmesi gerektiğidir. "Sevdiğiniz şeylerden (Allah (cc) yolunda) harcamadıkça ‘iyi’ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah (cc) onu hakkıyla bilir." âyetinin de işaret ettiği gibi, hayır yapan kişinin, hayrını ikmal etmek ve Kur’an’ın ifadesiyle ‘iyi’ye ermek için, imkân ölçüsünde sahip olduğunun iyisinden vermesinin önemi gözden uzak tutulmamalıdır. Medine’de en çok hurma ağacı olanlardan biri olan Ebû Talha, sahip olduğu malların en iyilerinden vermenin bilincini kavramış Medineli bir sahâbîdir. Onun en çok sevdiği mal, Mescid-i Nebevî’nin kıble tarafında bulunan Beyruhâ’ isimli hurma bahçesi idi. Hz. Peygamber (sas) bu bahçeye gider ve tatlı suyundan içerdi. İşte Ebû Talha, "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz..." âyeti inince kalkıp Peygamber Efendimizin (sas) yanına gitti. Efendimize (sas), "Ey Allah’ın Resûlü, Yüce Allah (cc), "Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz..." buyuruyor. Benim en çok sevdiğim mülküm Beyruhâ’dır. O, Allah (cc) yolunda sadakadır. Ben, Allah (cc) katında onun sevabını ve âhiret için biriken azığım olmasını dilerim. Ey Allah’ın Resûlü, onu Allah’ın sana işaret buyurduğu yerde kullan!" diyerek bahçeyi Allah (cc) yolunda infak etti. Efendimiz, "Aferin! İşte bu kazançlı bir maldır. İşte bu kazançlı bir maldır. (Bahçe hakkında) Daha önce söylediklerini duymuştum. Bahçeyi akrabalarına vermeni uygun görüyorum." diyerek karşılık verdi. Bunun üzerine Ebû Talha bahçeyi yakınları ve amcasının oğulları arasında paylaştırdı. Böylece o, iyisini kendine ayırıp kıyıda köşede kalmış beğenilmeyen şeyleri ihtiyaç sahiplerine lâyık gören anlayışa yönelmemiş, Allah (cc) yolunda infak etmenin önemini göstermiş ve nasıl infakta bulunulması gerektiği konusunda Müslümanlara iyi bir örnek olmuştu.
Resûlullah’ın (sas), küçük oldukları için İbn Ömer (ra) ile birlikte Bedir Savaşı’ na katılmasına izin vermediği sahâbî Berâ’ b. Âzib bu anlayışa sahip olan ashâbdan bazılarının, ilâhî ikaz neticesinde yanlışlarından nasıl döndüklerini şöyle anlatıyor: "...Kötü malı, hayır olarak vermeye kalkışmayın..." âyeti, biz ensar topluluğu hakkında nâzil oldu. Bizim hurma bahçelerimiz vardı. Herkes hurmalarının azlığı veya çokluğu nispetinde bir veya iki hurma dalı getirir mescide asardı. Suffe Ehli’nin yiyecek bir şeyi olmazdı. Onlar acıktıklarında ellerine aldıkları sopalarla asılı dallardaki ham ve olgunlaşmış hurmaları düşürüp yerlerdi. Hayra pek rağbet etmeyen insanlar da vardı. Onların astıkları dallar kırıktı ve hurmaları da kötüydü. Bunun üzerine Yüce Allah (cc), "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır olarak vermeye kalkışmayın..." âyetini indirdi. Bunun üzerine onlar (Ehl-i Suffe), "Sizden birine, verdiği şeyin bir benzeri verilmiş olsa onu gözünü yumarak ve utanarak alırdı." dediler. Berâ’ diyor ki, "Bundan sonra biz elimizde bulunan ürünlerin iyisinden getirmeye başladık."
Bu uygulama bir yandan bundan on dört asır evvelki Medine’de toplumsal sorumluluk bilincinin hangi boyutlarda olduğunu ifade etmesi bakımından tipik bir örnek teşkil etmektedir. Öte yandan asırlar sonra toplumsal dayanışmada zirveyi ifade eden ‘sadaka taşları’ (hâli vakti yerinde olanların içine para bıraktığı ve muhtaç kimselerin de içinden ihtiyaçları kadar aldığı taşlar) veya ‘askıda ekmek’ (ekmek alırken bir tane fazla ödeyip ihtiyacı olanlar için ‘askıda’ bırakma) gibi duyarlılıklara zemin oluşturması bakımından büyük önem arz etmektedir.
Günümüzde dilencilik olgusu ne yazık ki eski masum görüntüsünden uzaklaşmış, Sevgili Peygamberimizin (sas) sert uyarılarda bulunduğu, ‘muhtaç olmadığı hâlde istemek’ boyutuna yaklaşmıştır. Yalan beyanlarla, aldatıcı görüntülerle iyi niyetli insanların duygularını etki altında bırakmaya çalışan dilencilerin oluşturdukları yapı giderek bir sektör hâline gelmiş ve bu sektörün de zenginleri türemiştir. Bu hususta yetkililerin yeterli önlemleri alamaması, problemin daha da büyümesine sebep olmaktadır. Toplum nezdinde sahtekârlıkla âdeta özdeşleşen bu sektör, gerçek ihtiyaç sahiplerinin ister istemez göz ardı edilmesine ve mağduriyetlerinin artmasına yol açmaktadır. Bu durumda sosyal devlet anlayışının gereklerini uygulamakla yükümlü yetkili idari mercilerin yanı sıra, ‘sadaka’ kavramının sağlayacağı dinî motivasyon ve mânevî güçle toplumsal duyarlılıkların devreye girmesi de zorunludur. Dilenciliğin kökünün kazınması, polisiye tedbirlerden çok, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) lütfettiği servette yoksulun hakkının da olduğunu bilen ve bunu vermeden malının temizlenemeyeceği bilincinde olan zenginle, bireysel ahlâkın zirvesi olan ‘iffet’ duygusuyla onurunu hiçbir zaman ayaklar altına düşürme niyetinde olmayan fakirin el ele vermesi sayesinde mümkün olabilecektir.
Kaynak: Diyanet Hadislerle İslam