Hz. Aişe (r.ah)’dan nakledilen bir rivayete göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim bizim dinimizde olmayan bir şeyi ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez, reddedilir” (Buhari, Sulh 5, Müslim, Akdiye 17).
Sözlük anlamı olarak bid’at; icat etmek, örneği olmaksızın yapıp ortaya koymak ve inşa etmek” diye tarif edilir (Dia, Bid’at Md.). Terim olarak ise bid’at, dinin aslında olmayan bir amel ve davranışın dinin içine dahil edilmesidir. Ele aldığımız hadis ve bu tanımlar çerçevesinde bid’atin tarifi açıkça ortaya çıkmaktadır. Fakat, bu tanımlamanın bir sınırlaması olmalı mı ya da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yapmadığı veya Kuran’da olmayan her yeni amel bid’at olarak mı nitelendirilmelidir?
Alimlerimizin bir kısmı bu durumu izah etmek için iki farklı tabir kullanmışlar; dine sonradan dahil edilen, iyi ve güzel olan bir davranışı (bid’at-ı hasene), dine sonradan dahil edilen ve dine zarar verebilecek bir içerik barındıran davranışları da (bid’at-ı seyyie) olarak isimlendirmişlerdir. Bu sınıflandırma işimizi biraz daha kolaylaştırmaktadır. Teravih namazının Hz. Ömer (r.a.) döneminde cemaatle kılınması, Kuran’ın Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde kitap haline getirilmesi gibi davranışlar dine sonradan dahil edilen durumlardır ve bid’at’i, dine sonradan dahil edilen her şey olarak anlamaya çalışırsak bu iki örnek davranışı ve onlara benzeyen davranışları tanımlamakta zorlanırız.
Bazı alimlerimiz de bidat kavramını sadece olumsuz anlamda değerlendirerek, dine sonradan dahil edilen her kötü amel ve uygulamanın ancak bid’at olabileceğini söylemektedirler. Yani yukarıda verilen güzel örnekleri bid’at olarak değerlendirmiyorlar. Böylece dinin saflığını koruyarak, çağın ve şartların değişikliğine uygun çözümler sunan, toplumun ihtiyaçlarına çözümler üretebilen her yeni görüş ve fikir, dine sonradan dahil edildiği halde bid’at olarak değerlendirilmez. Sadece, bilinçli veya bilinçsiz, art niyetli veya art niyetsiz dinin özüne zarar verecek davranışlar bid’at kavramının kapsamı altında değerlendirilir.
Diğer taraftan iyi ve kötü bid’at ayrımında herkesin kendi bidatini iyi, diğerlerinkini kötü olarak değerlendirme durumları ile de karşılaşabilmekteyiz. Her bir grup kendi bid’atini savunması ve kutsaması ile dine daha fazla zarar vermektedir. İtikad ve inanç açısından dinin saflığına zarar verecek davranışları “kötü bir niyetleri yok” gibi bir savunma refleksi ile açıklamaya çalışmak da bize fayda sağlamaz.
Allah’tan başkasından af beklemek, mezarların başında mumlar yakıp çaput bağlamak ve ölünün arkasından periyodik günlerde farklı uygulamalarda bulunmak gibi davranışların ne bize ne de sahip olduğumuz imanımıza bir katkısı olabilmektedir. Af edecekse, Allah eder. Bağışlanma umulacaksa, yardım dilenecekse Allah’tan dilenilir. Allah Resulünün (s.a.v.) bizlere miras olarak bıraktığı ve sımsıkı sarılmamız gereken iki güzel kaynak vardır: “Allah’ın (c.c.) Kitabı ve Resulünün (s.a.v.) sünneti” (Muvatta, Kader, 3). Miras olarak bizlere tavsiye edilen bu iki kaynağın değerini bilip sımsıkı sarıldığımız sürece asla yolumuzu şaşırmayız.
Eski inanç ve düşüncelerinin etkisinde kalanlar, kendisine yakın olarak gördüğü toplulukları bir arada tutmaya çalışanlar, sahip olduğu çevreyi bu sayede gelir getirici bir yol olarak görenler ve dine zarar vermeye çalışanlar bir çok bahane ile bid’atler üretilebilmektedirler. Dinin aslında olmayan, dine zarar veren her davranış hadis-i şerifte de geçtiği üzere kabul edilemez ve reddedilir.
Dinin özünü ve saflığını zedeleyecek her davranış, hem bize hem de dinimize zarar verecektir. Sahip olduğumuz mirasın gözetiminde imanımızı ve dinimizi her türlü kötü bid’atten korumak gerekmektedir. Rabbim imanımıza ve dinimize zarar verecek davranışlardan bizleri korusun...