Yüce dinimiz İslam, saygın ve üstün vasıflarla donatılmakla birlikte, aynı zamanda birtakım noksanlıklarla yüklü bir varlık olarak dünyaya gelen insanın zaaf ve sapmalara yenilmeden kulluk yolculuğuna devam edebilmesi için her daim yolunu ve ufkunu aydınlatmaktadır. Yaşadığı dünya hayatında Rabbinin rızasına ulaşmayı nihai hedef edinen insanın bu menzile ulaşabilmesi ve nihayetinde ilahi nusrete kavuşabilmesi için iradesini Allah’ın muradıyla buluşturması gerekir. Aksi halde varlık âleminin öznesi insanın kulluk yaşantısında cihet ve istikamet kaybına maruz kalarak günahlar tarafından kuşatılması kaçınılmazdır. Bunun için de insanoğlunun, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine huzurlu bir gidişatın güvenilir yön işaretlerini sunduğu muhkem yolundaki insan, eşya, tabiat ve kâinatla ilişkisinde meşru, maruf ve makul yönelimi kaybetmemesi önem arz etmektedir.
İnsanın yaratılış gayesini, kulluk ilişkisini ve insani vasıflarını belirginleştiren ana mecra, onun salim fıtratına uygun tutum ve davranışlar sergilemesinde mündemiçtir. Zira ilim, irade ve kudret sıfatlarının tecellisi olarak insanı ve ondan sadır olan eylemleri bilen Rabbimiz, dünya ve ahiret mutluluğunun ancak insanın özüne uygun bir yaşayışla temin edileceğini ifade etmektedir. Nitekim hayat kaynağımız Kur’an-ı Kerim’deki; “Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim” (Mü’minûn, 23/51) ilahi buyruğu, yüce dinimiz İslam’ın helâle hangi perspektiften baktığına dair önemli bir ipucu sunmaktadır. Aynı zamanda bu husus, Yaratıcı-kul ilişkisinin ideal boyutu ve neticesi olan “rıza-muhabbet” bağlamında kilit nokta vazifesiyle oldukça önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Vahyin ışığıyla yolumuzu aydınlatan sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) ellerini semaya açıp ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ diye dua eden bir kimse için; “Hâlbuki (bu adamın) yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram. Böylesinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [2346]) ifadesi bunun en önemli tezahürlerindendir. Aynı zamanda söz konusu rivayet, helâle ilişkin yaklaşımın uhrevi neticesini ortaya koyan mühim bir referanstır. Zira yeryüzünde insana ait müspet/menfi her türlü davranışın karşılığının verileceği nihai karar mercii, hiç şüphesiz ahirettir. Bu sebeple, insan-helâl/haram ilişkisinin nirengi noktasını teşkil eden ahiret inanışı, zikredilen bilincin yerleşmesi açısından vazgeçilmez bir boyuttur.
İnsanın yeryüzü sorumluluğuna dair helâli merkeze alan bir yaklaşım, Kur’an ve sünnet ilkeleri ile yaşanan hayatın neticesinde asil bir duruşun tezahürü olarak ortaya çıkan ve Cenâb-ı Hakk’ın bizlerden ne istediğini bilme ve onu davranışlara dönüştürme gayreti olarak tebarüz eden istikametin başlangıç noktasıdır. Bu açıdan meşru zeminde, helâl çizgisinde geçirilecek bir hayat, kişinin kulluk sorumluluğunda savrulmalar yaşamaması için imanın içselleştirilerek tahkiki boyuta taşınması, kulluğun özle buluşması ve ahlakın ideal düzlemde yaşanması noktasında hayati bir fonksiyon üstlenmektedir. Bu yüce değer ve üstün idealin akamete uğraması ise Müslümanca düşünüp yaşamada tahrifat ve yozlaşmalara, bazı eksen kaymalarına sebebiyet verebilmekte; neticede insanın nefisle ve kötülüklerle olan ezeli mücadelesinde onu mağlubiyete sürüklemektedir.
Hayat rehberimiz Kur’an’ın dünya ve ahiret dengesi adına beyan ettiği fermanlara bakıldığında insana yeryüzü serüveninde istikamet çizen, helâl dairesinde, aşırılıklardan uzak makul bir mizanın varlığı açıkça görülmektedir. Bu husus varlık alanı bulamadığında ise dinin ve aklın belirlediği ölçülerin dışına çıkıldığı ve hedeflenen isabet alanından uzaklaşılarak hataya düşüldüğü müşahede edilmektedir. Bu meyanda, Rabbimizin bizlere anlam dünyamızın kandili Kur’an’la ve Hz. Peygamber’in üstün yaşayışıyla “haram” olarak işaret ettiği boyut, esas itibariyle bilgi, varlık, gaye ve ahlak açısından insanın başta kendisine sonrasında çevresine duyduğu üstün saygının ve devamlılık arz eden içselleştirilmiş bir şuurun gereği yaklaşmamamız gereken kırmızıçizgilerdir. Dolayısıyla tayyibâtı merkeze alıp habâis olarak ifade edilen çirkinlik ve kötülüklere karşı uyanık olup gerekeni yapmak her şeyden önce mühim bir kulluk vazifesidir. Nitekim “Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helâl, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının” (Mâide, 5/88) ayeti sözü edilen sorumluluğu teyit etmektedir.
Helâl-haram çizgisi, kasıt ve(ya) gaflet sâikiyle ihlal edildiğinde dünya ve ukba düzleminde anlam, fikir ve aksiyon planında sadakat, yeryüzü-gökyüzü arasında değer problemi yaşanması kaçınılmazdır. Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, modern zamanlarda inancın ve dinî değerlerin hayatın dışında tutulmaya çalışılması neticesinde insanı öteleyip maddeyi ön plana çıkaran, diğer bir ifadeyle özneyi nesneleştiren, biz şuurunu yok edip bireyselleşmeyi telkin eden, güç ve çıkar tutkusunu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşmeyi vitrine koyan marazi bir anlayış hayatı kuşatmaktadır. Zihin, gönül, niyet ve vicdanlara kabz hali yaşatarak insanlığı madde ve mana boyutunda ciddi savrulmalara maruz bırakan ve böylece ruhen/bedenen tükenmenin eşiğine getiren bu hâkim yaklaşımın temel sebeplerinden biri de helâle dair hassasiyetin örselendiği gerçeğidir.
Kendisini dünyada salaha ahirette felaha ulaştıracak yol işaretlerini gör(e)meyip kaçıran ve bunun sonucunda da bunalımlara maruz kalan insanoğlu için hayatı anlamlı kılacak yegâne kurtuluş reçetesi öze, selim fıtrata ve hakikate dönüştür. Böylelikle, yıpranan gönüller inançla tazelenecek, aşınan değerler ibadetle onarılacak ve rutinleşen hayatlar iyilik ve doğruluk merkezli ahlakla güzelleşip huzura ve coşkuya dönüşecektir. Bu açıdan helâl menzili; kulun, kendisine şah damarından daha yakın olan Rabbinin emrine doğru emin adımlarla yürüyerek yol aldığı tabii bir limandır. Günah denizinde vurgun yiyen insan için bu sığınaktan daha sükûnetli ve güvenilir bir karargâh düşünülemez. Bu sebeple tüm şubeleriyle helâl hayat, Yaratıcının belirlediği çizgilerin ihlal edilmesinin ve sınırlı varlık insandan sadır olması imkân dâhilindeki menfi tutum, tavır ve eylemlerin resmi olan günah girdabına düşmekten bizleri koruyacak deniz feneri mesabesindeki en önemli kılavuzdur.
Bu itibarla, helâlle tezyin edilmiş, iyilik ve doğruluk yolunda yaşadığımız asil bir hayatın ahiretimizi mamur etmesi temennisiyle, bizleri sırât-ı müstakîm çizgisi üzerinde sabit kılmasını ve kulluk yolculuğumuzda her daim rahmet ve inayetini bizlerden esirgemeyerek aklımıza istikamet, kalbimize muhabbet, ufkumuza aydınlık vermesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.