En güzel şekilde yaratılan ve üstün vasıflarla donatılan insanı varlık âleminde önemli ve anlamlı kılan husus; onun insan, eşya ve yüce Allah ile ilişkisinde sorumluluk sahibi olmasıdır. İnsanın varoluş gayesinin esasını oluşturan bu duygu, hayatın tamamına bütünlüklü bir değerler dünyası içinde bakabilmeyi öğreterek insanın muhkem bir hayat felsefesi inşa etmesini sağlamaktadır. İnsanın hayatına anlam katan ve onu en üstün değere ulaştıran sorumluluk duygusu, dünya ve ahiret huzurunu temin eden en önemli haslettir. Söz konusu ideale ulaşmak ise, kişinin dinî ve sosyal hayatta yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerini bu temel ilke doğrultusunda bilinç, gayret ve özveriyle gerçekleştirmesiyle mümkündür. Nitekim tevhit inancının yerleşmesi, adaletin tesisi ve güzel ahlakın yaşanması için mücadele ederek insanlığın rehberi ve hakikat yolunun en büyük öğretmenleri olan peygamberler, söz ve davranışlarının dünya ve ahirete yönelik neticelerini tefekkür ve sorumluluğunu idrak eden bireyler yetiştirerek bir huzur toplumu oluşturma gayreti içerisinde olmuşlardır.
Bu hedefin gerçekleştirilmesinde tahkiki imanın önemli bir yeri olduğu, göz ardı edilemez bir gerçektir. Tahkiki iman, İslam’ın insana kazandırmak istediği sorumluluk bilincinin oluşup gelişmesindeki en önemli etkendir. Çünkü insanın bütün varlık âlemiyle ilişkisinin şekil ve boyutlarını belirleyen merkez nokta, onun Allah’la ilişkisidir. Hem mabut hem de mahlûkla ilgili yükümlülüklere yönelik bu duyarlılığın tahkim edilmesinde imandan sonraki en önemli boyut ise kulu Rabbine yaklaştıran ibadetler ve onun somut neticesi olan güzel ahlak ile bu doğrultudaki ölçülü tutum ve davranışlardır. Diğer yandan kulluğun en özel boyutu olan ibadet ve güzel ahlakın yanı sıra bunların tabi sonucu olan hukuk olmaksızın sorumluluk düşüncesinden bahsetmek mümkün değildir. Bu sebeple İslam, insanın kendisiyle, Rabbiyle, toplumla, çevreyle ve bütün varlık âlemiyle ilişkisini en ideal düzeyde belirleyen ilkeleri açıklayarak ona dünya ve ahiret huzurunu temin edecek sorumluluklar yüklemiştir.
Varlık âlemi içerisinde yüce Allah’ın sorumluluk teklifini kabul ederek bu zorlu emaneti yüklenen tek canlı insandır. Zira o, diğer varlıklarda bulunmayan akıl ve iradeye sahip olmakla kendine özgü inancı, değer yargıları ve kültürüyle tebarüz etmektedir. Bu da onu dinî, ahlakî, içtimaî ve hukuki bakımdan sorumluluğa elverişli ve yatkın kılmaktadır. Nitekim hayatımızı anlamlandırıp bereketlendiren yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim; “İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?” (Kıyâmet, 75/36) ayetiyle, zikredilen hususu teyit etmektedir. Buna göre, sorumluluk duygusu ve ondan neşet eden davranış bilinci, her şeyden önce bireysel alanda varlık göstermektedir. “Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz” (Bakara, 2/134) ayeti de sözü edilen gerçeğe temas eden önemli bir referanstır. Bu da insanoğlunun ahlaki hafızası olan fıtrat ve vicdanın gereklerini yerine getirmek ve dinimizin münker olarak nitelediği kötülük ve çirkinliklerden uzak durmakla gerçekleşecektir. Bu yönüyle sorumluluk bilinci, kişiliğin oluşmasında önemli bir değer olduğundan bireysel manada ahlaki bir varlık olmanın önemli bir alametidir. Sorumluluğun bulunmadığı yerde birey olmaktan ve kimlikten söz etmek imkân dâhilinde değildir.
Sorumluluk bilinci, toplumsal boyutta ise erdemli bir hayat sürdürebilmenin ön şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira toplumda tek başına yaşayamayan insanın, toplumu oluşturan diğer insanlara ve çevreye karşı gözetmek zorunda olduğu hak ve ödevleri vardır. Dolayısıyla sorumluluk bilinci, sosyal bir varlık olan insandan sadır olan davranışların toplum ve çevre üzerinde oluşabilecek etkilerini de dikkate almayı gerektirmektedir. Bu açıdan kâmil insan, ortaya koyduğu davranışların sebeplerini bilip sonuçlarının hesabını verebilen ve bu yönüyle, birlikte yaşadığı diğer insanların da sorumluluğunu üstlenebilecek bir karaktere sahip olan kimsedir.
Bu meyanda, sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), insanların toplumsal sorumluluklarına işaret etmek üzere; bir gemiyi paylaşan ve bir kısmı üstte, bir kısmı altta bulunan insanları örnek vererek, altta bulunanların su ihtiyaçlarını karşılamak için gemiyi delmek istediklerinde, üsttekilerin buna mani olmadıkları takdirde geminin batıp hepsinin boğulacağını; mani olmaları durumunda ise tümünün kurtulacağını haber vererek bu gerçeğe işaret etmektedir. (Buhârî, Şirket, 6) Dolayısıyla gelişigüzel ve sorumsuz bir hayat tarzını tasvip etmeyen yüce dinimiz İslam, iyiliğin egemen olması ve kötülüğün önlenmesi idealine hizmet etme sorumluluğu noktasında toplumun bütün fertlerinin etkin rol almasını vaz’ etmektedir. “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmrân, 3/110) ayetiyle dile getirilen bu husus, toplumu oluşturan bütün bireylere kolektif bir sorumluluk yüklemektedir. Söz konusu asil duruş ortaya konulamadığı takdirde, toplumda bir takım problemlerin zuhur edeceği izahtan varestedir. Fakat sorumluluk bilincine sahip bir kimsenin, tüm varlıkları değerli kabul ettiğinden dolayı başkası için tehdit oluşturması düşünülemez.
Sorumluluk duygusunun son boyutu ise tüm yapıp etmelerimizin ilahi mahkemede hesabının verileceği ahiretle ilgilidir. Buna göre, dünya hayatında ortaya konulan davranışlardan dolayı ceza gününde Cenâb-ı Hak tarafından hesaba çekileceğine dair muhkem bir iman, bireysel ve toplumsal sorumluluğun yegâne teminatıdır. Bunun tam tersi bir durum olarak, dinî şuur ve hassasiyetin zayıflayıp örselendiği toplumlarda müşahede edilen ahlakî çöküş, beraberinde bireysel ve toplumsal sorumlulukların da çöküşüne sebep olduğu son derece açık bir gerçekliktir. Bu itibarla bireysel, toplumsal ve uhrevi sorumluluk boyutlarının tümden ihya edilmesi, iyiliklerin fert ve toplumda kök salıp kötülüklerin ortadan kalkmasına ve dolayısıyla güzel ahlaka dayalı bir toplum inşasına hizmet edecektir.
Bahse konu ideale ulaşmanın en önemli vesilelerinden biri ise hiç şüphesiz Kur’an’ın tebcil ettiği Ramazan ayıdır. Bu kutlu zaman dilimi, her şeyden önce kişiyi, kulluğun en önemli motivasyon kaynağı olan nefis murakabesine sevk edip mazi ve hâlin muhasebesini yaparak istikbali tanzim etme sorumluluğuna ulaştırmaktadır. Modern dünyanın baş döndürücü kuşatması altında örselenen ruhlarımızı bilhassa oruç ibadetiyle teskin etmeye, kendimizi ve çevremizi algılayıp anlamaya sevk etmektedir. Bu manada rahmet, bereket ve mağfiret ayı Ramazan, biraz soluklanmaya ihtiyacımız olduğunu hatırlatıp bizi manevi yönden donatan, sorumluluklarımızın gereğini yerine getirmeye zemin hazırlayıp fırsat tanımakla bizi sekinetle buluşturan eşsiz bir zaman dilimidir.
Aynı şekilde, son zamanlarda tüm insanlığın maruz kaldığı ve ülkemizin de büyük mücadele verdiği covid 19 salgını karşısında da yetkili mercilerin açıkladığı bütün tedbirlere harfiyyen riayet etmek de herkes için ihmal edilemez bir sorumluluktur.
Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, mübarek Ramazan ayı; iman, kulluk, salih amel ve ahlaki ilkeleri merkeze alarak yaşadığımız ideal bir hayatla nihai hakikat olan ahiret yurdunu kazanacağımız eşsiz bir fırsattır. Bu vesileyle; rahmet, mağfiret ve kurtuluş iklimi Ramazan ayının içinde bulunduğumuz zor zamanlardan kurtuluşa ve bütün insanlık için gerçek anlamda iyiliğe ulaşma adına daha güzel bir hayatın ve dünyanın inşasına vesile olmasını yüce Rabbimden niyaz ediyorum.