Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimetlerden birisi de kuşkusuz hayat ve sağlıktır. Her nimet ise bir sınanmadır ve külfetiyle kaimdir. Mümindeki sabır ve şükür ahlakının en açık tezahürü de nimet ve külfetle olan ilişkide belli olmaktadır. Bu bağlamda sağlık nimetine karşı en temel şükür ifadesi, kıymetini idrak ederek onu korumak ve Allah’ın muradı doğrultusunda kullanmak iken; külfetine karşı sabrın göstergesi ise, her türlü tedbire rağmen maruz kalınan hastalık, musibet ve zorluğu metanetle göğüslemektir. Zira Hz. Âdem ile başlayan insanın yeryüzü serüveni boyunca, geçmişten günümüze zorluklar ve musibetler hep olagelmiştir. Tarih boyunca insanlığın musibetle imtihanı sürecinde en zor zamanlar ise salgın hastalıkların yaşandığı dönemler olmuştur. İşte günümüzde de, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsün insanlığın gündemini bir anda nasıl değiştirdiğine ve dünyayı büyük bir endişeye sevk ettiğine ibretle şahit olmaktayız.
Önemli bir hakikat olarak ifade edelim ki, sebepler etkenler ve sonuçlar ne olursa olsun, karşılaşılan ve yaşanan her şey, müminler için “imtihan” gerçeğinden bağımsız düşünülemez. Çünkü bu dünya, bir imtihan yeridir. Haddi zatında ömür dediğimiz sermaye, hayat dediğimiz zaman dilimi, aslında imtihan için bize tanınan süredir. Nitekim Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz Allah'a aitiz ve şüphesiz O'na döneceğiz’ derler.” (Bakara 2/155-156) Görüldüğü üzere bu ayet, her türlü sıkıntı, zorluk, yokluk, hastalık, dert ve kederin, dünya imtihanının birer parçası olduğuna ve bu musibetlerin nasıl karşılanması gerektiğine işaret etmektedir.
Diğer yandan insanoğlunun maruz kaldığı musibetlerin beşerî (iradî) bir yanının olduğu da göz ardı edilmemelidir. Zira Yüce Allah, “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. Allah yaptıklarınızın çoğunu affediyor” (Şûrâ, 42/30) ayetiyle, musibetlerin meydana gelmesinde insanların kusurlarının da bulunduğunu bizlere bildirmektedir.
Bu perspektiften günümüze baktığımızda, maalesef yeryüzünün büyük siyasî, iktisadî, ahlakî ve ictimaî krizlerle karşı karşıya olduğunu görmekteyiz. Bir yanda alabildiğine israf, bencillik ve rehavet yaşanırken diğer yanda dünya nüfusunun yarıdan fazlası açlık, yoksulluk, sefalet ve sosyal problemlerin kıskacında bir hayata mahkûm edilmiştir. Özellikle son bir asırdır sorumsuzca bir yaklaşımla hava, su, toprak, çevre kirletilmiş ve adeta küresel bir fesat ortaya çıkmıştır. Bunun bir yansıması olarak ortaya çıkan çevre ve ilkim sorunları, salgın hastalıklar, milyonlarca insanı korku ve umutsuzluk girdabına sürüklemektedir.
Esasen tüm bu olumsuz tablo, insanın eşyayla ilişkisinde gözetmesi gereken sorumluluk, adalet, hakkaniyet ve güzel ahlak gibi değerlerin ihmal edilmesinin elim bir sonucudur. Bu da insan-çevre ilişkisini başta sorumluluk duygusu olmak üzere emanet, güzel ahlak ve salih amel bağlamında yeniden gözden geçirmenin elzem olduğu göstermektedir. Aksi takdirde yaşanacak çevresel krizlerin ve küresel musibetlerin, dünyamızı topyekûn kaos ve kargaşaya sürüklemesi kaçınılmaz olacaktır.
Bu bağlamda müminlere düşen en temel görev, hayat ve musibet karşısında şükür ve sabır dengesini korumak ve yaşanan hadiselere ibretle bakıp nefis muhasebesi yaparak bu ağır sınavdan başarıyla çıkmaya çalışmaktır. Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde; “Müminin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hâli vardır. Onun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe, nimete kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa musibete uğrarsa da sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.” ( Müslim, Zühd, 64) müjdesiyle bu duruma işaret etmiştir.
Bu sebeple, içinden geçtiğimiz bu zor zamanlar başta olmak üzere tüm musibetler karşısında müminlerin duruşunu ortaya koyan üç temel ilke tedbir, tevekkül ve dua olmalıdır. Zira bu üç ilke, musibetler karşısında güçlü kalma ve zorlukları aşma konusunda en doğru yaklaşımı göstermektedir.
Hiç şüphesiz hayatımız, Rabbimizin bu dünyaya koyduğu ilahi kanunlar çerçevesinde akıp gitmektedir. Bu kanunlara aykırı hareket etmek, yüce Allah’ın yeryüzüne bahşettiği eşsiz ve mükemmel sisteme muhalefet etmek demektir ki, bu bir Müslümana yakışacak tavır değildir. Bu bakımdan gücümüzün yettiği ve imkân dâhilinde olan hususlarda üzerimize düşeni harfiyen yapmak ve gerekli tedbirleri almak tartışılmaz bir zarurettir. Zira sebeplere sarılmadan arzu edilen hedeflere ulaşmak mümkün değildir. Kaldı ki, insanın iradesini kullanması, sebeplere sarılması ve gereken tedbirleri alması temel bir sorumluluk olarak Yüce Allah’ın emridir.
Bu anlamda; “…Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever,” (Bakara, 2/195) ayeti, bizler için çok önemli ilahi bir prensiptir.
Tedbir, bir yandan sorumluluk bilinciyle davranırken, diğer yandan da takdire rıza göstermektir. Yani bütün tedbirlere rağmen maruz kalacağımız felâketlere karşı isyan ve taşkınlık değil, sabır ve metanet kalkanını kuşanarak iman ve sekinetle olaya yaklaşmaktır. Dolayısıyla bu noktada bizler; beşerî tedbiri, ilahi takdire havale ederiz ki bu da, ilahi iradeye teslimiyettir.
Tedbirden sonra kuşanılacak tavır tevekküldür. Tevekkül; Allah’a güvenmek, O’na dayanmak, işlerin sonucunu O’na havale etmek ve bu konuda O’na sonsuz bir güven beslemektir. Kuşkusuz, güven duygusu, hayatı yaşanabilir kılan en önemli duygudur. O halde, gözle görülemeyecek kadar küçük bir virüsün tüm dünyayı tedirgin etmesinden ve insanlığın bu ani değişim karşısındaki acziyetinden ibret alarak Cenab-ı Hakkın eşsiz kudretine, ilim ve hikmetine olan inancımızı bir an bile yitirmeden O’na dayanıp O’na güvenmeli ve O’ndan yardım dilemeliyiz. Bu muhkem inanç, bize güç ve kuvvet verecektir.
Musibetleri göğüslerken her müminin asla unutmaması gereken üçüncü ilkemiz ise duadır. Esasında tedbir ve tevekkül, haddizatında esbaba tevessül olarak nitelendirdiğimiz fiili dua mesabesindedir. Bir bakıma Rabbimizin “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim” davetine fiilen icabettir. Sözlü dua ise takatimizin sınırlarını zorlayan zihnî, kalbî ve bedenî yorgunluk, sıkıntı ve çaresizliklerin giderilebilmesi için Rabbimizin rahmet ve merhametine gönülden iltica etmektir. Zira Rabbimizin, “De ki: Kulluğunuz ve duanız olmasa Allah size ne diye değer versin” (Furkân, 25/77) ilahi fermanı, duanın bizi Rabbimiz katında değerli kılan en önemli hususiyet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Elbette bu zor günler Allah’ın izni ve inayetiyle geride kalacaktır. Bu manada Sevgili Peygamberimiz (sav), “Allah, indirdiği her hastalığın muhakkak şifasını da vermiştir.” (Buhârî, Tıb, 1) buyurarak bizlere ümit aşılamaktadır.
Sonuç olarak şunu da ifade etmeliyim ki, dünyanın karşı karşıya kaldığı bütün bu musibetler, bizlere, dünyaya huzur getirecek yegâne değer olan İslam’ı insanlara anlatmak ve onları İslam’ın evrensel değerleriyle buluşturmak için bir imkân da sunmaktadır. Bu noktada Müslümanların, öncelikle kendi aralarında sağlam bir kardeşlik bağı ve güçlü ilişkiler ağı kurarak ortak bilince erişmeleri kaçınılmazdır. Dolayısıyla bizler, bu anlayışla, İslâm’ın hak ve adalet sistemini, Hz. Peygamberin (sav) çağlar üstü örnekliğini ve üstün ahlaki vasıflarını insanlık ailesinin her bir ferdine güzel bir dille, hikmetli bir üslupla sunmak ve daha güzel bir gelecek inşa etmek için elbirliği ile çalışmak zorundayız.
Unutmamalıyız ki gelecek, yarına dair inancı, hayali, umudu, planı ve çalışması olanlar tarafından inşa edilecektir.