İnsanın dünya ve ahiret mutluluğunu amaçlayan dinimiz İslam; iman, ibadet ve ahlak merkezli değerleri bireysel ve toplumsal zeminde hayatın her alanına taşımıştır. Bu bütüncül inancın ve en büyük ideal olarak benimsenen güzel ahlakın müntesipleri olarak Müslümanlar, İslam’ın doğuşundan itibaren bir asırlık süre zarfında Afrika’dan Balkanlar’a, İspanya’dan Orta Asya’ya; kısaca dünyanın her yerine ulaşan ve bütün insanların huzur ve mutluluğunu temin eden büyük bir medeniyet vücuda getirmiştir. Bu meyanda, kısa sürede çok büyük bir coğrafyayı etki altına alan Müslümanların başarılarını ve kurdukları medeniyetleri, sadece askeri saiklerle izah etmek mümkün değildir. Zira söz konusu müktesebatın varlığını devam ettirmesinde önemli rol oynayan idealler, değerler ve ilkeler bulunmaktadır. Bu açıdan, İslam’ın her daim yücelttiği ve gerçeği arama çabası olarak ifade edebileceğimiz bilgi; hakikat yolunun kılavuzu hikmet; hakikatin bizzat kendisini işaret eden marifet; enfüsî boyutta insanı, afakî yönüyle dış dünyayı ve son raddede Cenab-ı Hakk’ı derinlemesine anlamlandırma gayreti olarak yansıma bulan tefekkür ve duyguların çeşitli formlarda vücut bulduğu sanat ve estetik, kadim medeniyetimizin varlık alanını teşkil eden olmazsa olmaz hususlardandır. Nihayetinde iman, ibadet ve ahlakla şekillenip taçlanan bu değerler, pratik hayattaki tezahürleri ve insanlığa katkı boyutuyla medeniyet birikimi olarak ifade edilen müktesebatı meydana getirmektedir.
Bu noktadan hareketle ifade edelim ki asrısaadetten aldığı güçle, ulaştığı toprakları akıl, hikmet, fıkıh, felsefe ve tasavvuf ile yoğuran ve dünyanın dört bir köşesinde örnek toplum modelleri ortaya koyarak hak, hakikat, hukuk, ahlak, adalet, fazilet, merhamet, barış, güven gibi yeryüzü gidişatına yön veren cihanşümul ilke ve değerleri ihdas eden İslam medeniyetinin, bugünkü gelinen noktada derinlikli bir buhran ve travma yaşadığını ifade etmek izahtan varestedir. Dolayısıyla tarih sahnesine mührünü vuran bu medeniyeti, en görkemli günlerine taşıyan Müslümanlar, günümüzde tarihin şahitlik ettiği kaos dönemlerinin en girift olanına tanıklık etmektedir. Bu noktada, dinimiz İslam’ın var ettiği ve bu yönüyle de bir lütf-i ilahî olan bahse konu muhteşem medeniyete yönelik kökleşmiş inanç, güven, sevgi ve bağlılığı sorgulayan, araya tahkim edilmiş bariyerler koyan, yaşam problemlerine kendi içinden çözümler üretemediğinden dolayı yeryüzü sakinlerini kaos ve huzursuzluk girdabına sürükleyen, kendini var edemediği gibi çevresindeki farklı yaklaşımları değiştirip dönüştürme kabiliyetini de yitirerek geçmişteki potansiyeline dönük hafıza kaybı yaşayan bu anlayışa sebebiyet veren saiklere temas etmek yerinde olacaktır.
Dinimizi anlama, anlatma ve tam manasıyla yaşama çabasının somut neticesi olarak terakki etmiş İslam medeniyetinin söz konusu kırılmaları yaşamasındaki temel faktörlerden biri, inanç sistematiğindeki krizlerdir. Nitekim dinî literatürde “usul-i selase” terkibiyle karşılık bulan iman, nübüvvet ve mead inanışı ya da “Cibril Hadisi” olarak maruf olan rivayette zikri geçen inanç konuları, tahkiki boyuttan taklidî zemine çekilerek asli hüviyet ve fonksiyonundan epeyce uzaklaşmıştır. Bununla birlikte insanın, kendisini yoktan var edip aşama aşama kemale ulaştıran Rabbine karşı tastamam yerine getirmesi gereken kulluk görevlerinde özden uzak, dış faktörlerin belirleyici olduğu birtakım şeklî dindarlık tezahürlerini benimsemesi, temas edilen kırılmanın nirengi noktalarından birini teşkil etmektedir. İman ve ibadet gibi iki önemli aslın bu denli örselenmesi neticesinde, medeniyet ve kültürlerin üzerinde yükseldiği ahlak da doğal olarak bugün ciddi bir aşınmaya maruz kalmıştır. Böylece dinin insan, eşya ve hadiseye hitap eden bu nazenin yönü, bahsedilen süreçlerin sonunda onulmaz bir yara almıştır. Hâl böyleyken, insanoğluna emanet olarak tevdi edilen yeryüzünün, iyilik ve merhamet merkezli dengesi bozulmuş, ahlak ve hukuktan yoksunlaşan insanlık, özellikle son iki asırdır güven, sevgi, saygı ve barıştan oldukça uzaklaşarak tefrika, bölünme, zulüm, şiddet, vahşet ve dehşet sarmalında bunalımlı bir hayata hapsolmuştur.
Diğer taraftan, epistemolojisini ve bütün değerlerini vahiy ve sahih sünnetle oluşturarak birçok medeniyete imza atıp yeryüzüne katkı sunan Müslümanların; bilgiyi üretmeye, güncellemeye, değere dönüştürmeye ve hayata aktarmaya yönelik ideal perspektiften uzaklaşarak enformatik cehalet olarak nitelendirilebilecek bir realite ve trajedi içinde kayboldukları aşikârdır. Bu durum hakikat, hikmet ve estetiğin kaynağı olan bilgiyi bir bütün olarak dünya ve ahiret saadetinin yegâne vesilesi telakki eden İslam’ın aksine, söz konusu değeri bir istibdat aracı olarak gören pozitivist Batı’nın, akıl-kalp birlikteliğini devre dışı bırakarak imajı ve malumatfuruşluğu öne çıkardığı malum stratejisinin bir ürünüdür. Dolayısıyla bilgi, hikmet ve marifete ket vurulmasına bağlı olarak tefekkürün yok olduğu ve dinin estetik boyutunun kaybolmaya yüz tuttuğu bu nevzuhur yaklaşım, İslam düşüncesinin genetik kodlarına muvafık olmadığından, maalesef büyük bir travmayı da beraberinde getirmektedir.
Öte yandan, insana ve kâinata çok yönlü yaklaşan İslam medeniyet mefkûresinin merkezinde yer alan insan, modern zamanlarda maddeye açılan yeni yaşam alanlarıyla edilgen bir role itilerek ikincil planda kalmıştır. İnsanı öteleyip maddeyi ön plana çıkaran, diğer bir ifadeyle özneyi nesneleştiren bu yeni durum, bireyselleşmenin neticesinde maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşme olgusuyla günümüzde daha da hâkim bir yapı hâline gelmiştir. Vasıf, unsur, boyut ve yansımalarıyla ortaya konan bu paradigma değişikliği, medeniyet değerlerinin merkezden çevreye doğru yaşadığı düşüşü ve çöküşü resmetmeye çalıştığımız menfi tablo üzerinde önemli bir etken olarak göze çarpmaktadır.
Özetle, i’lây-ı kelimetullah’ı merkeze alarak gerçekleştirdiği fütuhatla yeryüzüne yeni bir soluk getiren Müslümanlar, sözü edilen zirve tecrübenin ardından konformist yaklaşımlarla medeniyet dinamiklerini sıradanlaştırmış, bu duruma eşlik eden atalet ve rehavet neticesinde de bugün ne yazık ki kültürel bir felaketin eşiğine gelinmiştir. Bu itibarla İslam’ın varlık, âlem tasavvuru ve değerler sistemini tahrif edip vasıfsızlaştıran söz konusu sürece sebebiyet veren etmenleri derinlemesine analiz edip değerlendirmek, vakit kaybetmeden hayata geçirilmesi gereken önemli bir eylemdir. Bunun için de geçmişle avunmadan ve çağımızda yaşanan krizlere karşı kaba bir savunma refleksine saplanmadan, özeleştiriyi merkeze alan bir yaklaşımla on dört asırlık bilgi ve medeniyet birikimini yeniden keşfetmemizi sağlayacak yeni bir yol haritası belirlemek, biz Müslümanların mühim önceliği olmalıdır. Dolayısıyla bugün, bireye ve dış dünyaya ideal bir nizam takdim eden ve insanoğlunun yeryüzünde muhtaç olduğu bütün değerleri kuşatan köklü medeniyetimize ait dinamiklerin farkında olarak, İslam’ın evrensel hakikat, değer ve erdemlerini tarihsel referansları da nazar-ı dikkate alıp yeniden ihya etmek, bizlerin önünde ihmal edilmeyecek bir şuur ve sorumluluk dersi olarak durmaktadır.