Hz. İsa’dan yaklaşık 6 asır sonra Allah, İslam’ın son vahyini Hicaz yarımadasında kabileler hâlinde yaşayan bir cahiliye toplumuna göndermiştir.
610 yılında gelen ilk vahiyden yirmi yıl sonra, insani değerlerin kaybolduğu cahiliye dönemi, bütün erdemlerin en güzel örneklerinin yaşadığı asrısaadete dönüşmüştür. Farklı ırk ve inançlara mensup insanları bir araya getiren yazılı bir hukuk metni oluşturulmuş, dönemin süper güçleriyle boy ölçüşen güçlü ordular kurulmuştur. İlk vahiyden yaklaşık bir asır sonra ise Afrika’dan Balkanlar’a, İspanya’dan Orta Asya’ya dünyanın her yerine ulaşan İslam medeniyeti ortaya çıkmıştır.
Kısa sürede çok büyük bir coğrafyayı etki altına alan Müslümanların askerî güç ile varlıklarını devam ettirdiğini düşünmek her şeyden önce akla aykırı bir durumdur. Tarihin en büyük inkılabını ifade eden söz konusu büyük değişim ve dönüşümün en önemli dinamiklerinden biri Müslümanların ilim ve tefekküre verdiği önemdir. Nitekim ilk vahyi “oku” olan ve her daim bilgiyi, tefekkürü yücelten bir kitabın mensupları olarak Müslümanlar, gittikleri yerleri ilim merkezleri hâline getirmişler, ilmi insanlığa hizmete dönüştürmüşler, böylece çok kısa sürede dünyanın öznesi olmuşlardır.
Okumak ilahî bir emir ve soylu bir eylemdir
Allah’ın ilk vahiy olarak seçtiği ve insanlığın önüne en önemli hedeflerden biri olarak koyduğu “oku” emrine yakından bakıldığında iki husus dikkat çekmektedir. Birincisi, söz konusu fiilin anlam boyutları da göz önünde bulundurulduğunda, ayette murat edilen gelişigüzel şekilde, literal bir okuma biçiminden öte hakikati, varlığı anlamaya, fark etmeye, idrak etmeye ve özümsemeye dayalı bir okumadır. İkincisi, “okumak” geçişli fiilinin nesnesi zikredilmeyerek eylem sınırlandırılmamış, “neyi” sorusunun cevabı boş bırakılmıştır. Söz konusu ayette oku emrine sadece “Allah’ın adıyla” kaydı düşülmüştür. Bu kayıt hem Müslümanların ilke ve gaye olarak ilme bakışını hem de İslam medeniyetinin ilim perspektifini anlayabilmek açısından oldukça önemli bir referanstır. Zira okumaktan maksat kişinin kendini, rabbini, gayesini ve varoluşu tanımasıdır.
İslam medeniyetinin büyük şairlerinden Yunus Emre bu hakikati:
“İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmez isen / Ya nice okumaktır.
Okumaktan murat ne / Kişi Hakk’ı bilmektir.
dizeleriyle yalın ve açık şekilde ifade etmiştir.
İslam inancına göre, varlık âleminin öznesi olarak yaratılan insan; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, güzeli çirkini, faydalıyı zararlıyı anlayabilme kabiliyetini haiz, bilgi ve sorumluluk sahibi bir varlıktır. Nitekim ilk insan ve peygamber Âdem’in (a.s.) bizlere tanıtılırken öne çıkan özelliği, isimleri ve eşyanın hakikatini bilmesidir. Hz Âdem’den beri gelen bütün vahiylerin ve peygamberlerin temel gayelerinden biri de insanı, kendisi, rabbi, çevresi, yaratılış gayesi gibi konularda doğru bilgi sahibi yapmaktır. Aynı şekilde, Kur’an-ı Hâkim yüzlerce ayette insanı, kendi varlığı, hayat serüveni, tabiat, evren, ahiret ve varoluşa dair tefekküre ve akletmeye davet etmektedir.
İslam medeniyeti ilim, hikmet ve tefekkür medeniyetidir
İnsanlık tarihinin ilim ve hikmet açısından en önemli dönemi olan İslam medeniyetini inşa eden Müslümanların ilme bakışını şekillendiren en önemli kaynak şüphesiz Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Hz. Peygamber’in hadis-i şerifleridir. Bu bağlamda oluşan ve gelişen bilgi mefkûresinde Müslümanlar, öncelikle ilmin bizatihi kendisini muhterem kabul ederek kısa sürede din, matematik, tıp, felsefe, fizik, kimya, astronomi gibi ilmin bütün dallarında büyük bir müktesebat oluşturmuşlar, binlerce eser telif etmişler ve buluşlar gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki VII. yüzyıldan Rönesansa kadar yaklaşık 7 asır bilimin bütün alanlarında Müslümanlar insanlığın ufkunu aydınlatmış; ilmin, icadın öncüsü olmuşlardır.
Nitekim Rönesans ve reform süreçleriyle Batı'nın yaşadığı bilimsel atılımların temelinde Batı dünyasının, başta Endülüs İslam Devleti olmak üzere Müslümanların ilmi eserleriyle tanışmasının önemli bir etken olduğu müsellem bir husustur.
İslam medeniyetinin parlak dönemleri boyunca Müslümanlar ilimle ilişkilerini ibadet anlayışı, kulluk bilinci, sorumluluk duygusu ve güzel ahlak ekseninde kurmuşlar ve geliştirmişlerdir. İlmin bütün alanlarında dev eserler veren âlimler, hayatın gerçeklerinden kopmadan, yaşadıkları çağın meselelerini dikkate alan bir yaklaşımla çalışmışlardır. Hayati bir nokta olarak Müslümanlar bilgiyi ve geliştirdikleri teknolojiyi, güç devşirmek, tahakküm etmek, sömürmek için değil, bütün insanlığın huzuru, refahı ve güvenliği için kullanmışlardır.
İslam medeniyetinde ilimler bugünkü manada İslami olan/olmayan şeklinde tasnif edilmemiştir. İlmî bir çabanın makbul ve meşru olması için hakikate işaret etmesi ve hayata katkıda bulunması yeterli görülmüştür. Dahası Müslümanlar büyük bir özgüven ve hakikat bilinciyle insanlığın kadim birikimiyle yüzleşmekten çekinmemişler; Roma, Fars, Hint vb. havzalarla karşılaşmaktan kaçınmamışlar ve diğer kültürlerin meydan okumalarının üstesinden gelmişler hatta kadim birikimi vahiy potasında eriterek içselleştirmişlerdir.
İslami bakış açısına göre ilimlerin nihai amacı insanın Rabb'iyle, toplumla ve çevreyle olumlu ilişkiler kurmasını temin etmektir. Nitekim ilme ve bilgiye vurgu yapan ayet-i kerimeler ve bu meyandaki hadis-i şerifler nihayetinde insanın Rabbi ve varlık dünyası ile ilişkilerine kılavuzluk etmektedir. Dolayısıyla İslam medeniyetinde bilgi, hikmet ve ahlak bir bütün olarak gelişmiştir.
Modern dönem, insanlığın derin anlam krizleri yaşadığı kaotik bir süreçtir
XIX. yüzyıldan itibaren dünyanın, sosyal, siyasal, düşünsel, ekonomik ve coğrafi açıdan yeniden şekillendiğini görmekteyiz. Bu manada son iki asırdır, Batı merkezli bir yaklaşımla, insan, tabiat, ahlak ve hukuk tasavvurları köklü değişikliklere uğramış, insanın metafizikle ilişkisi yeniden belirlenmeye çalışılmış, özellikle bilgi alanında yaratıcıyı ve aşkın boyutu öteleyen parçacı bir bakış öne çıkmıştır.
Esasında bugün, savaşlar, yoksulluk, sömürgecilik gibi yeryüzünü bir trajedi yurduna çeviren felaketlerin; bireysel, toplumsal ve küresel olarak yaşanan sorunların ve krizlerin temelinde, işte Batı merkezli gelişen bu bilim anlayışının insana, evrene ve hayata bakışındaki bencillik, ilkesizlik, çarpıklık ve insanın Allah’la ilişkisi bağlamında oluşturduğu marazi ve paradoksal yaklaşım vardır.
İslam toplumları, ilimle ilişkisini çok boyutlu olarak yeniden ele almak zorundadır
Söz konusu dönemin kaotik süreçlerinden en fazla İslam toplumları etkilenmiştir. Müslüman toplumların düşünce dünyası Batı’nın dikte ettiği argümanlar ile kuşatılarak kökleri ve medeniyet değerleriyle ilişkisi zayıflatılmaya çalışılmıştır.
XIX. yüzyıldan itibaren ve özellikle I. Cihan Harbi’nden sonra ise İslam dünyasındaki coğrafi değişiklikler, yaşanan siyasi, sosyal, kültürel travmalar bütün alanları etkilemekle beraber en fazla eğitim ve özelde de din eğitimi alanını etkilemiş; İslam’ın ilim, insan, ahlak, hukuk, sanat, estetik, edebiyat müktesebatı ve perspektifi sürekli ötelenmiştir.
Dolayısıyla bugün tarihinin en zor dönemini yaşayan İslam dünyası, önemli ve öncelikli mesele olarak son iki asırdır dünyada yaşananları yeniden okuyarak bütün boyutlarıyla ilim ile kurduğu iletişim ve etkileşimin şekli, metodu ve niteliği hususunda ciddi ve kapsamlı bir tefekkür, muhasebe ve öz eleştiri yapmaya mecburdur. Zira yaşanan değişme ve gelişmeleri doğru anlamadan dünyanın geleceğine etki etmek ya da katkıda bulunmak mümkün değildir.
Özellikle asırlardır bir sekinet yurdu olan İslam coğrafyasını kan ve gözyaşı diyarı hâline getiren sebepler iyi tespit edilmeli; dünya savaşları, işgaller, sömürgecilik, egemen güçlerin pozisyonları vb. durumlar ile sosyal, siyasal, kültürel, askerî, teknolojik, bilimsel ve felsefi gelişim/değişimler ve bunun küresel etkileri ve sonuçları sağlıklı bir şekilde değerlendirilmelidir.
Müslüman toplumların, zamana ve olaylara gecikmişliğinin temel sebebi, ilim ve tefekkür geleneğini kaybetmesidir. Böylece, yerini, etkisini, gücünü, zeminini, ufkunu, umudunu ve özgüvenini kaybetmiştir.
Farklı din, dil, ırk, ideoloji mensuplarının saygı ve hoşgörü içinde bir arada yaşamasını, bütün yeryüzünün huzur ve güvenini sağlayan evrensel bir bakışı, hukuk ve ahlak nizamını temin eden büyük bir ilim ve tefekkür geleneği kaybolunca aynı inancın, kitabın ve peygamberin müntesipleri olan Müslümanlar kendi aralarında mezhep ve meşrep kavgaları yaşamaya başlamışlardır. Böylece din istismarı, dinî kavram ve ilkeleri kullanan terör örgütleri İslam coğrafyasının ciddi sorunlarından biri hâline gelmiştir.
Dolayısıyla bugün İslam dünyası ilimle ilişkisini çok boyutlu şekilde yeniden ele almak, paradigmalarını, insan yetiştirme düzenlerini ve akademik mekanizmalarını gözden geçirmek zorundadır.
Bilgi üretmeyenler, üretilen bilginin takipçisi hatta mahkûmu olmaya mecburdur
Bilinen bir realite olarak, bilgi en büyük güçtür. İyilik için kullanılırsa insanlığa hizmete, hukuk ve ahlak tanımayan insanların elinde ise insanlık için felakete dönüşür.
İslam dünyası imkân ve mesaisinin büyük bölümünü, bilim, teknik, tıp, sosyal bilimler, dahası ilahiyat alanında bilgi üretme, bilgiyi güncelleme, değere dönüştürme ve hayata kılavuz yapma konusundaki çalışmalara ayırmak zorundadır. Bilgiyle, hikmet ve tefekkürle yeniden öze dönmek, ortak zemini sağlamlaştırmak, doğru bilgiyle yaşanan çağın sorunlarına çözüm üretmek zorundadır. Özellikle bilgiye, ferasete, şuura ve ahlaka dayalı bir dindarlığı geliştirmek ve güçlendirmek zorundadır. Zira yaşanan hayatı, sorunları, sosyal gerçeklikleri dikkate almayan, aklı ve doğru bilgiyi önemsemeyen bir din anlayışı marjinal alanlar oluşmasına neden olmakta, dahası İslam’ın ve Müslümanların geleceğini tehdit eden boyutlara ulaşan bir güvenlik meselesine dönüşebilmektedir.
Dolayısıyla hem son yüzyılın hayata gecikmişliğini telafi etmek hem de bugüne ve geleceğe geç kalmamak adına ilim müesseselerimizi amaç, muhteva ve işlevsellik yönüyle, sosyal ve küresel gerçeklikler göz ardı edilmeden, çok boyutlu olarak kapsamlı, disiplinli ve uzun vadeli çalışmalarla, kendimizle yüzleşmekten çekinmeden müzakere etmek ve geliştirmek zorundayız.
Bu meyanda ilim ile hikmeti, ahlakı, hukuku bütünleştirerek insanlığın aydınlık geleceğine katkıda bulunmayı ibadet ve sorumluluk sayan bir bilincin inşasına her zamankinden daha çok ihtiyacın olduğu aşikârdır.