Hakka karşı çıkmak, hakikate ayak diretmek, hakikat elçilerine dil uzatmak ve mukaddesâtı itibarsızlaştırma hastalığı insanlık tarihiyle yaşıttır desek yeridir. Zira iradeli varlık olmanın hikmeti ve gayesi de zaten irademizi haktan yana ya da hakka karşı kullanıp kullanmayacağımızla ortaya çıkmaktadır.
Özgür inanç gemisinin kaptanı Hz. Nûh (as) kavmini gece gündüz, gizlice ve açıktan hakk'a çağırmış, kavmi ise onun çağrısını duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkamışlar, hatta bununla da yetinmeyip elbiselerini dahi hakikatin önüne sütre yapmışlardı. (Nûh:71/5-7). Ama Neticede Hz. Nûh (a.s) ve gemiye binenler galip geldi. Ateş imtihanından başarıyla geçip "Ey ateş, İbrâhîm'e karşı serin ve selâmet ol" (Enbiya:21/69) iltifatına mazhar olan İbrahim (as)'da da aynı manzara ile karşılaşıyoruz. Zira tevhid meşalesi sönmez, o meşaleyi taşıyanı da Rabbi yaktırmazdı ve yaktırmadı da.
Ümmetine hayat olacak ilâhi kaideleri altın sütunlar gibi diken evamir-i aşere sahibi Musa (as) ise bizzat beraberinde Kızıl denizi geçenler tarafından gadre uğratıldı. Kendilerini de taptıkları buzağıyı da yaratanı bırakıp buzağıya tapmak da neyin nesiydi? Daha dün beraberinde Kızıl denizi geçtikleri peygamberleri Allah (cc)'ün kendilerine Beytülmakdis'i vaat ettiğini söyleyince "sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" (Mâide:5/24) diyecek kadar küstahlaştılar ve Musa (a.s)'a türlü türlü sözlü eziyetlerde bulundular. Fakat Allah (cc) onların çirkin sataşmalarından Musa (as)'ı berî kıldı. Çünkü Musa (as) Rabbi katında itibarlı bir elçiydi. (Ahzâp:33/69). İtibarını Rabbinden alanı itibarsızlaştırmak ne mümkün?
Ölüleri diriltici soluğun sahibi İsa (as) da sadece sözlü sataşmalara ve hakaretlere maruz kalmadı, hasımları canına kastedecekken Rabbi onu katına yükseltiverdi de o meş'um tezgâhı kuranlardan biri Allah tarafından Hz. İsa'ya benzetilerek Allah elçisinin canına kastetmenin cezasını kendi canıyla ödedi. Burada İsa (a.s)'ın anneannesinin duasının kabul edildiğini de görüyoruz. "Bir zamanlar İmrân’ın karısı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdakini kayıtsız şartsız sana adadım, benden kabul buyur; kuşkusuz sensin her şeyi işiten, her şeyi bilen. Onu doğurunca dedi ki: “Rabbim! Onu kız doğurdum. -Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilmektedir- erkek de kız gibi değildir. Ben onun adını Meryem koydum, işte ben onu ve soyunu kovulmuş şeytana karşı senin korumana bırakıyorum.” (Âl-i İmran:3/35-36). Allah (cc) kendi korumasına emanet edileni hiç korumasız bırakır mıydı, bırakmadı da.
Alemlere rahmet olarak gönderilen ve daveti kıyamete kadar bâki kalacak olan Muhammed (sas) de aynı kaderi paylaşacaktı. Çünkü Zâriyat sûresi 52-53. ayet-i kerimelerde Allah (cc) peygamberlere karşı çıkma nitelikli davranış ve söylemlerin kadim bir hastalık olduğunu ve peygamber olup da kendisine sataşılmayan hiç kimse olmadığını haber vermektedir. "Şimdi olduğu gibi, onlardan öncekilere de ne zaman bir peygamber gelse ya büyücü demişlerdi, ya deli. Bunu (nesilden nesile) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Doğrusu onlar azgın bir topluluktur." Ama elhamdülillah dün olduğu gibi bu gün de en gerçekçi ve en güçlü olan İslâm'dır, kıyamete kadar da böyle gidecek, lehte de olsa, aleyhte de olsa hakkında konuşulan daima İslam ve Muhammed (sas) olacaktır. Nitekim Allah resûlü (sas) bunu şöyle ifade etmişlerdir: "Muhakkak ki bu dava gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah azizi aziz, zelili de zelil ederek bu dini ulaştırmadığı hiç bir kerpiç ev yada kıl çadır bırakmayacaktır. Allah'ın bu işte aziz kılacağı İslâm'dır, zelil kılacağı da küfürdür." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/103). Kur'an-ı Kerim'de de bu gerçek şöyle tescil edilir: "Allah, elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz, diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir." (Mücadele:58/21). Yazgısı asla değişmeyen zâta iman edip elçilerine ümmet olarak yücelmek yerine bedbahtlığı tercih etmek ne büyük hüsrandır. Öte yandan, bugün İslâm dünyasında bir mahmurluk ve mağlubiyet psikolojisi varsa bu, müslümanlar olarak bizim taşıdığımız değerin farkında olmayışımızdandır. Kelimetullah âlî olsun diye çırpındığımız asırlarda, kendimizi, servetimizi ve dünyamızı büyütmenin değil de dinimizi kavî kılma ve ahireti kazanmanın derdiyle dertlendiğimiz devirlerde hem kendilerine İslâm'ı ulaştırdıklarımız aziz oluyorlardı, hem de biz müslümanlar izzetin neşesini iliklerimize kadar hissediyorduk. Bu dün mümkün idiyse bu gün de mümkündür. Kader gayrete aşıktır derler. Yeter ki dinar ve dirhemi dinin önüne geçirmeyelim ve bir gönle girmenin, bir yüreği İslâm'la buluşturmanın dünya ve içindekilerden daha değerli olduğunu unutmayalım. "Bizim uğrumuzda çaba sarf edenlere gelince, onları bize ulaşan yollara mutlaka yöneltiriz. Kuşkusuz Allah iyilik yapanların yanındadır." (Ankebût:29/69).