Biri yazmış, diğeri dağıtmış, öteki okumuş, sonraki paylaşmış, dinimiz de “Hani bana?” diyor; “Kime, ne faydası var bunun?”
Eskiden posta kutularına, üzerinde bazı “dini (!)” içerikli yazılar bulunan kağıtlar bırakılırdı. Tehditkâr notlar da ihmal edilmezdi. “Bu yazıyı çoğaltıp şu kadar kişiye dağıtmazsanız başınıza şunlar şunlar gelir.” gibi. Birçok insan o günün şartlarında bile bu kağıtları çoğaltıp dağıtırdı. İstenilen sayıda kişiye dağıtımı tamamlayınca da garip bir huzur hissederdi. Artık kağıda ve kaleme veda etmeye hazırlandığımız son yıllarda bu ritüelin şekli de değişti. Kısa mesajla yapılıyor artık bu “saadet” zinciri. Hem çok daha hızlı, hem de ucuz ve zahmetsiz. Mesajların ortak özelliği, dip suyu olması; az ve kirli bilgi, bütünden bağımsız, faydasız, üstelik zararlı. Kimi bilinçli yapıyor bunu kimi de “dini (!)” bir şeyler yapmış olmanın engin huzuruna sığınmak için.
Hani böyle çok şey bilmekle kalmayıp, kime neyi ne kadar anlatacağını da bilen insanlar vardır. Kendisine müracaat ettiğinizde, kararlılığınıza; geliş-gidiş sayınıza ve sıklığınıza, ayrıca kabınızın hacmine göre size ihtiyacınız olan bilgiyi verir. Bir de sadece bilen insanlar vardır. Bir evi meydana getirecek malzemeye sahiptir ama o malzemeyle bir ev yapamaz. Zamansız, gereksiz ve ölçüsüz olarak bildiklerini döker saçar. Bütün verip verebileceği odur; insanları hikmet körü haline getiren siyah bir duman.
Müslümanı Müslüman yapan, salt ilim değildir. Hikmetli ilimdir. Her kitap herkes için yazılmamıştır. Çok eskilerden büyük âlimlerimiz, Hz. Peygamber’in sözü olarak uydurulan rivayetlerden kitaplar oluşturmuşlardır ki, Müslümanlar bunları bilsin de inanmasın diye. Başka bazı kitaplarına da, Allah Rasûlü’ne aidiyetinin “zayıf” olduğunu belirterek rivayetler almışlardır ki, temkinli olsunlar diye. Onlar bu hayırlı hizmeti yaparken nereden bileceklerdi, yüzyıllar sonra onlara saygıda ve övgüde kusur etmeyen (!) birileri, bu uydurma ve zayıf rivayetleri, dinin kendisi olarak anlatacak. Bu hikmetsiz ilim sahipleri bazen de sahih rivayetlerle, insanları bir tuğlayla meşgul edip din köşkünün tamamından mahrum ediyor. Velhasıl, fırıncının ateşte kullandığı kürek, denizde de balıkçının işine yarayabilir. Buna kanıp da terzinin eline balta, oduncunun eline iğne verilmez.
“Din-i Mübîn-i İslam” diye bir tabir kullanırız. “Apaçık/açıklanmış İslam Dini” demek. Yani İslam dininde şifre yok, gizem yok, görünmeyen âlemi fal gibi yollarla keşfetmenin imkanı yok… Bu dinin görünmeyen âlemi bile o kadar net ki; kıyamet var, cennet var, cehennem var. Cennetteki nimet belli, cehennemdeki azap belli. Cennete buyur edecek ameller belli, cehenneme sürükleyecek günahlar belli. Din, bütün azimetiyle, ruhsatıyla gün gibi âşikârken nedir bu felaket tellallığı, sadece Allah’ın bildiği kıyamet vaktini tahmin çabaları, kısa mesajlardan imal edilen uzun kaşıklarla zihinleri ve gönülleri bulandırma mesaileri. İnsanları, kısa yoldan din köşesini dönme hülyalarına kaptırmak için kısa mesajlarla servis edilen rivayetler, Allah Rasûlü’nün sünnetini tanınmayacak hale getiriyor.
Allah’a Aceleyle Gitmek
Musa Peygamber, kavmini geride bırakarak önden hızlı hızlı ilerlemişti. Sina dağındaki buluşma yerine ulaştığında Yüce Allah, ona şöyle seslendi: “Ey Musa! (İman kalplerine iyice yerleşmeden) kavmini bırakıp Sina dağına çıkmakta niçin aceleci davrandın?” Hz. Musa, biraz şaşkın, biraz yorgun, biraz da kendinden emin bir şekilde cevap verdi: “Onlar arkamdan geliyorlar. Ey Rabbim! Sen hoşnut olasın diye ben böyle acele ettim.” Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kavminin yanından ayrıldıktan sonra onların doğru yoldan çıktığını Musa Peygambere haber verdi. İçlerinden birisi Hz. Musa’nın yokluğunu fırsat bilip, yanlarındaki altınları eriterek bir buzağı heykeli yapmış ve hep birlikte ona tapınmaya başlamışlardı. Üstelik aralarında Harun Peygamber de vardı. Fakat onlara engel olamamıştı. Hz. Musa kızgın ve üzgün bir şekilde kavminin yanına geri döndü (Tâ-Hâ, 20/83-88).
Musa Peygamber, Allah’a aceleyle gitmek için sadece adımlarını hızlandırmıştı. Günümüz hız ve haz çağında ise Allah hoşnut olur ümidiyle “dini (!)” içerikli kısa mesajlar adeta ışık hızıyla dünya çapında yol alıyor. Mesajların ardında kalanlar ne halde mi? Kimi, din diye kabını o kirli suyla doldurmuş, kimi, böyle din mi olur demiş dinden soğumuş, kimi, hocaların kapısını aşındırmış “Bu doğru mu?” sorusuyla… “Aslı yok” diye cevap vermekten, dinin aslını anlatmaya fırsat kalmıyor. Halbuki, “Aslı yoktur” virajından, hızını düşürüp geçenler, dinin aslını karşılarında görecektir. Viraja hızlı girenler ise her zaman savrulmayla müsaittir. Dini rehberlik, kuyuya atılan taşları temizlemekten, insanlara hakikat suyunu ulaştıracak kuyular inşa etmeye dönüşebilmeli artık.
Bir de “Bu doğru olamaz” diyebilecek kadar din süzgecine sahip zihinler var. Onlara ne mutlu. Onlar bu mesajları hemen silmiş, aslı var mı, diye sorma gereği bile duymamış, başkasına göndermek bir yana dursun, kendisine o mesajı gönderene de nasihat etmiştir. Çünkü din, kimden geldiği belli olmayan kısa mesajlardan öğrenilemeyecek kadar kıymetlidir. Bu kısa mesajların, Kur’an’ın ve Sünnet’in verdiği mesaja karşı bizleri ve dahi hiç kimseyi hikmet körü yapmasına izin vermemesi için gayret göstermeliyiz. Yüce Kitabımız, “Evlere kapılarından girin!” (Bakara, 2/189) buyuruyor. Yani gayesine uygun, meşru, sonuca ulaştıracak işler yapın, bunu yaparken de hâne sakinlerini rahatsız etmeyin. Evlere kapısından girmeyenlerin niyetlerini tahmin etmek zor değil.
Cennetin özelliklerinden biri de orada boş sözlerin olmamasıdır (Ğâşiye, 88/11). Cevabına ulaşamayacakları sorular sormaktan kaçınmaları istenen mü’minlerin (Maide, 5/101, 102), Kur’an-ı Kerim’de anlatılan şu hasleti de, dünyada cennet benzeri bir hayat yaşayabilmeleri için adeta bir şifredir: “(Mü’minler) Anlamsız, yararsız şeylerden uzak dururlar.” (Mü’minûn, 23/3) Hz. Peygamber de, insanların en kötüsünün şu kimseler olduğunu beyan etmiştir: “Onlar, çok ve lüzumsuz konuşan, konuşurken laubali davranıp ağzına her geleni söyleyen kimselerdir…” (İbn Hanbel, II, 370) Çok sözün, gevezeliğin bir sonucu da içine yalan karışmasıdır. Yalan söylemenin, Allah’ı inkâra, Peygambere iftiraya kadar yolu vardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, putlardan uzak durun, denildikten sonra, yalandan uzak durun (Hac, 22/30), buyrulmuştur. Allah Rasûlü de kendisinin söylemediği bir sözün ona nispet edilmesini, en büyük iftiralardan biri olarak dile getirmiştir (Buhari, Menâkıb, 5).
Rabbimizin huzuruna çıktığımızda, bu dünyadaki her türlü varlıkla kurduğumuz iletişimden, ilettiğimiz kısa mesajlardan da hesaba çekileceğiz. Hesabını verebileceğimiz bir iletişimin zirvesine ulaştıracak olan harita elimizde. O rehbere iman ve ayaklarımızda derman ile doğru yolda yürüyerek Allah’ın rahmetini uman kullardan olabilmeyi Cenab-ı Hak hepimize nasip eylesin.