Dünya, sandalyede oturan içi boş bir ceviz. Sandalyenin ayakları birbirine düşman. Ah bir kesebilsem diye iç geçiriyor her biri, diğerini… O zaman dünyaları yuvarlanıp gidecekmiş, kimin umurunda. Hangisi muradına erse, sandalye, kesilen ayak tarafına ama yine de kendi ayağının üzerine düşeceği için diğerinin ayağı yere basmayacak. Ayağı yere basmayan da her yöne savrulmaya müsait.
Sandalyenin ayaklarının hepsi aynı işlevi görmekle beraber, durdukları yer farklıdır. Her biri, ötekidir diğeri için. İnsanın, kimliğini oluşturma çabasında ötekine ihtiyacı vardır. Kim olduğunu, öteki sayesinde bulabilir insan, çünkü ne olmadığını anlar onunla. Ötekinin varlığı, aynı zamanda kendi kimliğidir. Güzelliğini, başarısını, sağlığını ya da mutluluğunu, ötekiyle fark eder. Öteki, beni bana anlatan bir öğretmendir. Cevizin, yani dünyanın dengesi, sandalyenin ayaklarındaki âhenge bağlıdır.
Bir başka deyişle, insan yeryüzünde yalnız değildir. Yeryüzü ise donanımlı bir yol misali. Tek bir araç için düzgün bir yol yapılmaz. Böyle bir yol varsa başka araçlar da var demektir. Araç kullanmayı öğrenmek kolaydır aslında. Ama yol boşken… Oysa araç kullanmak, aynı zamanda diğer araçların da varlığının farkında olmak demektir. O zaman da mesele, araç kullanmaktan çok daha fazlası haline gelir. Bir başka araca çarpmamak, hatta senin aracına çarpmak isteyeni de anlayıp akıllı manevralar yapmak kaçınılmazdır.
Su gibi aziz olabilmek için zıt yapıların kol kola yürümesi gerekir çoğu zaman. Yakıcı olan oksijenin, yanıcı olan hidrojenle birleşip söndürücü olan suya dönüşmesi gibi. Parmak izlerimiz bile, her birimizin “öteki” olduğunu anlatır bize. Hepimizin bir diğeri için öteki olması, hepimizin biricik olması demektir. Yeryüzü, ötekilerin toplamıdır.
Öteki üzerinden kimliğini oluşturan insan, daha sonra bu kimliğini nasıl oluşturduğunu unutur ve ötekini, ötekileştirmeye başlar. Bu tutum, kendisini üstün görme ve daha değerli bulma egosundan kaynaklanır. Farklı değil, öteki dediğinde mesafe kaçınılmaz olur onunla arasında ve öteki her zaman geride kalandır. Kendisinden ileride gördüğü birini ötekileştiremez insan. İmkan bulsa onu da ötekileştirir ama çoğu zaman buna gücü yetmez. Ötekileştirme, savaş ve terör gibi kaostan beslenen güçlerin gıdasıdır.
İnsan, ötekilerin, keşfedilmek üzere yeryüzüne serpilen birer hazine olduğunu bir anlasa dünya huzur bulacaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de aynı özden yaratılan kadın ve erkekler olarak farklı farklı toplumlara ayrılmamızın nedeni, birbirimizle tanışmak olarak açıklanır. Üstünlük ise Allah’ı layıkıyla bilme ve bunun gereğini yapma çabasına bağlanmıştır. (Hucurat, 49/13)
Ötekiyle kendisini tanıması gereken insan, çoğu zaman bunu beceremez ve ötekileştirmeye başlar. Ötekileştirmek için repertuarı da bir hayli geniştir. Bazen geçmişinden dolayı, bazen de fiziksel özelliklerinden, etnik kökeninden, cinsiyetinden ve yoksulluğundan dolayı ötekileştirir insan. Ötekileştirme ipinin bir ucu şeytanın elindedir. Hatırlayalım; ilk insan yaratılmadan önce Rabbimiz, şeytanın da aralarında bulunduğu meleklere insanı yaratacağını haber vermiş ve ona secde etmelerini emretmişti. Bütün melekler secde ederken, şeytan ise isyan bayrağını çekmiştir. Şeytanın gerekçesi ise, insanın topraktan, kendisinin ateşten yaratılması… Ateşin toprağa üstünlüğü… Demek ki şeytan, kendisini üstün görme duygusuyla, ötekileştirme ipini ilk göğüsleyendir. Oysa bu duygusuna yenilmeseydi, üstünlüğün, ateşi de toprağı da yaratan Allah’a itaatte olduğunu anlayacaktı.
Yüce dinimiz, şeytanın adımlarına uymamamızı ister bizden. Dolayısıyla ötekileştirmekten de uzak durmamızı… Örneğin diğer dinlerin kutsallarının ötekileştirilmesinden bizleri meneder. Çünkü insanı yaratan ve yarattıklarını tanıyan Cenab-ı Hak bilir ki bunun sonucu, kendisinin de ötekileştirilmesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Onların, Allah’ı bırakıp taptıklarına sövmeyin ki, onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a sövmesinler” (En‘am, 6/108) buyrulmuştur. Elbette Allah’ın ötekileştirilmesi O’na bir zarar veremez fakat müminleri üzer, onların diğer insanlarla bir arada yaşamasını ve onlara İslam’ı anlatmasını zorlaştırır. Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği ve alaya alındığı bir ortamda ise yapılması gereken, onlar başka söze geçinceye kadar o ortamdan uzaklaşmaktır. (Nisa, 4/140; En‘am, 6/68)
Zihni ve gönlü parça parça olan insan, kendi dininden olmayanları ötekileştirdiği gibi kendi dininden olanları da dışlamaya uzak değildir. Nitekim geçmişten günümüze aslında aynı yolun farklı şeritleri olan mezhep mensupları da birbirini ötekileştirmiştir. Hristiyan mezhepleri arasında yaşanan Avrupa’daki Otuz Yıl Savaşları, bu ötekileştirme türünün en acı örneğidir. İslam’da ise dört mezhep arasında olmasa da Sünni-Şii çekişmesi maalesef her zaman tazeliğini korumaktadır. Mezhep olmanın ötesinde şemsiye bir kavram olan eh-i sünnet bile, son zamanlarda ötekileştirmek için sloganlaştırılmıştır. Oysa ehl-i sünnet, ötekileştirmemektir. Ehl-i sünnet, aynı kıbleye yönelen bütün Müslümanları tekfir etmemek gibi ötekileştirme karşıtı güçlü bir ayağın üzerinde durmaktadır.
Müslümanların arasındaki diğer bir ötekileştirme de iman etmedikleri halde, iman ettikleri iddiasında bulunan münafıkların yaptıklarıdır. Müslümanlarla bir arada yaşayan münafıklar, pirincin içindeki beyaz taş misali, Müslüman toplum için her zaman tehlike arz etmiştir. Özellikle savaştan kaçınmaları hatta savaşın ortasında geri çekilmeleriyle defalarca Müslümanları zor durumda bırakmışlardır. Mescid-i Nebevi’de Hz. Peygamber’in imametinde namazlar kılınırken bu münafıklar, alternatif bir mescit inşa edecek kadar ikiyüzlü kalplerini açığa vurmuşlardır. Zararlı eylemler gerçekleştirmek, inkarlarını pekiştirmek, müminlerin arasına ayrımcılık sokmak için yapmış oldukları “dırar mescidi”ni adeta bir karargah olarak kullanıyorlardı. O yüzden Cenab-ı Hak, bu mescidin, bir uçurumun kenarına kurulduğunu bildirerek burada namaz kılınmamasını emretmiştir. Sadece Allah’ın rızası için yapılan mescitlerde namaz kılmak gerektiğini bize ölçüt olarak vermiştir. (Tevbe, 7/107-110) Din sahasında düşülen bu büyük gaflette bile münafıklar ötekileştirilmemiştir.
Dini hükümlerin çoğu, ötekileştirmeye kapı aralamayacak türdendir. Nitekim zenginler tarafından fakirlerin ötekileştirilmesine bir panzehir olarak yüce dinimiz “infak” ibadetini emretmiştir. Böylece hem belirli bir oranda farz olarak hem de ucu bucağı olmayan sadaka mahiyetinde ihtiyaç sahiplerine ulaşılmasını istemiştir. Allah'ın, kulunu sevmesi iki türlüdür: Biri, Süleyman Peygamberi sevmesi gibi, diğeri de Eyyûb Peygamberi sevmesi gibi… Kimine zenginlik verir bu dünyada, krallık verir; kiminin de bir gecede neyi var neyi yoksa alır. Peki Eyyûp Peygamber, Hz. Süleyman için öteki midir.
Cenab-ı Hak bizlere “…Peygamberler arasında ayrım yapmayız…” (Bakara, 2/285) duasını öğretirken, Peygamberleri öldüren kavimlerin gerekçesi neydi? Bu haddi aşan toplumlar, kendileri gibi bir beşerin, yemek yiyen çarşıda dolaşan, servet ve makam sahibi olmayan birinin peygamber olamayacağını iddia ederek iman etmemişlerdi. (Teğâbün 64/6; Furkan, 75/7; Zuhruf, 43/31) “Öteki” ilan etmişlerdi peygamberleri. Buraya kadar özgür iradelerini kullandılar. Fakat bundan sonra attıkları adımlar, peygamberlere, inananlara baskı ve zulüm yapma hatta onları öldürme, “ötekileştirme” demekti. Diğer yandan, bazı peygamberlerin, kendilerine iman etmeyen eşleri ve çocukları vardı. (Tahrim, 66/10; Hud, 11/46)
Kur’an-ı Kerim, ötekileştirme maşası sayılabilecek bazı lakapların kullanılmasını da yasaklamış ve gıybetten sakındırmıştır. (Hucurat 49/11) Hz. Peygamberin sevgili eşi Safiyye annemiz, İslam’la şereflenmeden önce Yahudi idi. Bazı Müslümanlar kendisinden, “Yahudi kızı” olarak bahsediyor, bu durum da Hz. Safiyye’yi çok üzüyordu. Bir keresinde Allah Rasûlü, bu sebeple ağladığını görünce onu teselli etmiş; hem Musa ve Harun Peygamberlere yakınlığını hem de Son Peygamberin eşi olduğunu dile getirerek kendisine iltifat etmiştir. (Tirmizi, Menâkıb, 63) Bu hadiseyle insanın, geçmişi sebebiyle dışlanamayacağı ve kişinin hoşlanmadığı geçmişiyle yâd edilemeyeceğini anlamış olmaktayız.
Sıla-i rahim ise kendimize yakıştıramadığımız akrabayı ötekileştirmemize engel olur. El uzatmaya en yakınımızdan başlamamız, hiçbir imkanımız yoksa da onları ziyaret etmemiz, hal hatırlarını sormamızın bir ibadet kimliği kazanması, akrabayı ötekileştirmenin önüne geçen bir barikattır. Kardeşleri Yusuf Peygamberi dışlayıp, babalarına çektirecekleri acıya rağmen onu ıssız bir kuyuya atmışlardı. Hz. Yusuf, kuyudan köleliğe, kölelikten zindana, zindandan saraya uzanan hayatının zirvesinde, onu tanımadan kendisinden buğday dilenen kardeşlerine şöyle seslenmiştir: “Bugün yaptıklarınız yüzünüze vurulmayacak, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92)
Peygamberlerin hayatlarından ibret almayan Yahudiler, Yusuf Peygamberin ahlakından da nasiplenmemiş görünüyor. Nitekim tarihleri boyunca dışlanan, çeşitli zulümlere maruz kalan, sürgün edilen hatta toplu bir şekilde öldürülen Yahudiler, son yüzyılda Adolf Hitler tarafından adeta soykırıma uğratılmışlardır. Fakat aynı Yahudiler, en iyi tanıdıkları ötekileştirmeyi, bugün Filistinlilere karşı uygulamaktadır. Ötekileştirilenin, ötekileştirme becerisi kazandığının en isabetli örneği bu olmalı. Tabi, referansın din değil, insanın arzu ve istekleri olması halinde bu geçerlidir.
Toplumun her kesiminde ötekileştirme mevcut. Ötekileştirmek için bile bir “öteki” sayılmaya değer bulunmayan kadının unutulan değerini Yüce Allah, hem Kur’an-ı Kerim’de hem Peygamberinin sünnetinde bizlere tekrar hatırlattı. Kadınların kendilerinin mal olarak miras kaldığı bir dönemden, kadınlara mirastan pay verilen bir döneme geçildi. Herhangi bir söz hakkı tanınmayan kadınlar, şahitlik yapabilecek duruma yükseltildi. Diğer yandan engelli olanın, engelsiz olandan geride bırakılamayacağı Abese Sûresi’yle öğretildi. Ülkemizin yakın tarihinde nice canlara mâl olan sağ-sol kavgaları, buradan bakılınca sağ ve sol ellerin birbirine vurması kadar anlamsız. Kaybeden her zaman insanın kendisi. Ne sağ el ne de sol.
Allah dileseydi hepimizi aynı inanca aynı dünya görüşüne aynı statüye ve fiziksel özelliklere sahip bireyler olarak yaratabilirdi. (Hûd, 11/118) Ama özgür irade-sorumluluk düzenindeki imtihan dünyası farklı olmayı zorunlu kılar. Şeytanın süsüne kanıp da ona arkadaşlık eden ötekileştiriciler ise ahirette şeytana “Keşke seninle aramız doğu ile batı kadar uzak olsaydı!” der. Ne kötü bir arkadaştır şeytan. (Zuhruf, 43/38)