Secde denilince aklımıza namazda alın, burun, el ayaları, dizler ve ayak parmakları zemine değecek şekilde yere kapanma fiili gelir. Buna insanın fiili olması îtibariyle ihtiyârî (bilinçli ve tercihli) secde denir. Bir de insan gibi irade ve tercihi söz konusu olmayan varlıkların ıztırârî (zorunlu) secdeleri vardır. Çünkü genel anlamda secde yaratıcının üstün kudreti karşısında eğilmeyi, O’nun ilâhî yasalarına (sünnetullâh) boyun eğmeyi de ifade eder. (DİA Secde md.) Her iki anlamı dikkate alarak, secde kâinattaki tüm varlıkların bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde gerçekleştirdikleri ortak eylemidir diyebiliriz. Bu gerçeği Kur’an bize şöyle haber vermektedir: “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.” (Hac: 22/18). Güneş, ay, ve yıldızlar secdelerini kendileri için belirlenen yörünge içerisinde kalarak ve kendilerine Allah’ın yüklediği vazifeyi yerine getirerek gerçekleştiriyorlar. Dağlar, ağaçlar ve hayvanlar da yine niçin var edilmişlerse onu gerçekleştirmek suretiyle secdelerini îfâ ediyorlar. Ayrıca bu varlıkların secdelerinin bizim anlama düzeyimizi aşan bir mahiyette olması da mümkündür. Yüce kitabımızda tüm varlıkların gölgelerinin de secde ettiği belirtilir: “Göklerde ve yerde bulunan her şey ve bunların gölgeleri sabah akşam isteseler de istemeseler de Allah’a secde ederler” (er-Ra‘d 13/15;ayrıca bkz. Nahl:48-50).
Bir de Allah (c.c.)’ün kâinattaki tüm varlıklardan istifade eden insandan beklediği secde söz konusu ki, secde kavramının hakiki anlamı da budur. İnsan eşref-i mahlûktur, eşref-i mahlûk olanın secdesi de secdelerin en değerlisi olsa gerektir. Ayrıca iradeli olanın secdesi, sünnetullâha zorunlu boyun eğen güneş, ay ve diğer varlıkların secdesinden elbette daha üstündür. Gölgesi ilâhi kudrete boyun eğip secdesini gerçekleştirdiği halde insanın kendisinin secdeden bîhaber olması ne büyük kayıptır.
Secde, insanın kendi kendine yeter olmadığının, üstün kudret karşısında acziyetinin ve O’na sığınışının ifadesidir. Secde hayatın tadı tuzudur. Bir vakit secdeden mahrum kalacak olsak ağzımızın tadı bozulur, yüreğimiz burkulur. Secde, insana kendini dahi unuttururcasına yaşadığımız şu yoğun hayat içerisinde, görülmeyen ama varlığı olanca ihtişamıyla hissedilen zâtın dergâhında müslümanın kendini bulmasıdır. Kendini bulmak, kendisi olmak ve kendine zaman ayırmak modern çağın insanının en büyük problemlerinden biridir. Oysa beş vakit namazla gün içerisine serpiştirilen secdelerimiz bizi dağılmaktan ve kaybolmaktan koruyan, olmamız gereken zemine mıhlayan manevi çivilerdir. Kırk rekâtlık namazımızın her rekâtını iki secde ile bağlamamızın da ayrı bir hikmeti olsa gerektir.
İnsanın yaratılış serüveninde şeytanla Allah (c.c)’ün arasını açan, şeytanın huzurdan kovulmasına sebep olan ilk cürüm de yine secde üzerinden gerçekleşmiştir. Evet, o ortamda meleklere ve şeytana emredilen secde namazdaki secde değil, Hz. Âdem karşısında saygı ve hürmet nitelikli bir eğilmeydi. Ama bu emir Allah’ın emri olduğu için neticede O’na boyun eğilmiş olacaktı. Bu olay bize secdeden mahrum olmanın ilâhî huzurdan uzaklaşmaya kapı araladığını, secdeli bir ömrün de Allah’ın yakınlığını kazandırdığını hatırlatır. Nitekim bu gerçeği yüce Rabbimiz “secde et ve Rabbine yaklaş” (Alâk: 96/19) mealindeki âyet-i kerimeyle açıkça ifade etmiş, Hz. Peygamber (s.a.v) de “Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secde halidir. İşte bu sebeple secdede çok dua etmeye bakın!” (Müslim, Salât 215) buyurarak o yakınlık halini iyi değerlendirmeyi öğütlemiştir. Zira seven sevdiğiyle konuşma fırsatı bulduğunda o ânın bitmemesini, zaman içre zaman olmasını ister. Allah (c.c)’ün “Ey Mûsa, sağ elindeki nedir” (Tâhâ: 20/17) suâlini fırsat bilen Musâ (a.s)’ın uzun uzadıya cevap vererek Rabbiyle konuşmayı uzatmak istemesi gibi.
Her hangi bir tehlikeyle karşılaştığımızda iki elimizi siper ederek başımızı koruruz, askerler miğferlerini giyerler, motorcular kasklarını takarlar. Zira hem akletme organımız hem de vücudumuzun çalışma sisteminin merkezi olan beynimiz başımızdadır. Öte yandan insanın yüzü mükerremdir, terbiye amacıyla bazen çocuklarımızın kulağını çektiğimiz olur ama asla yüze vurmayız. İnsanın başıyla hem de yüzü yere gelecek şekilde secdeye kapanması Yüce Rabbi karşısında aklı ve beyniyle de Hakk’a teslim oluşunu sembolize eder. O halde secde, enâniyeti tevhid tokmağıyla ezip, izzeti Azîz olanın önünde eğilmekte bulmak demektir. Secde, rahmeti ve şefkati tüm varlığı kuşatan Rahmân’ın şefkatine sığınmak, kimsesiz ve sahipsiz olmadığının farkına varmaktır. Elhasıl secde, sizi kimsecikler okşamasa da Rabbinizin okşayacağını hissetmenizdir. Necip Fazıl KISAKÜREK Zindandan Mehmed’e Mektup adlı şiirinde secdenin ve seccâdenin şefkatini ve sıcaklığını şöyle ifade eder:
Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!